Doğu’dan feryat sesleri geliyor. Van’dan gelen bir telefon; gidişâtın hiç te iyi olmadığının işaretlerini veriyor. Üzülerek dile getiriyor. Titrek ses; umutlarının giderek, sönmeye yüz tuttuğunu -ister istemez- söylemek zorunda kaldığını yana yakıla aktarıyordu.
Terör yüzünden, halkın şehre sığındığı. Kenar mahallelerde barınmaya çalıştığı. Çöplükten çöplüğe nafaka peşinde koştuğunu, muztarip ses tonuyla anlatıyor. Halkın çâresizlik içinde kıvrandığını bütün açıklığıyla ifâde ediyordu.
Üstelik bu acı gerçekleri, illerine gelen milletvekillerine bütün çıplaklığiyle anlattıklarını, fakat onların da ellerinden bir şey gelmediğini dolaylı yoldan belirten sözleri karşısında, âdeta güvendikleri dağlara kar yağmış. Onlardan sadre şifa bir söz duymamışlardı.
Yeni seçim olsa n’olacak diyordu telefondaki yanık ve hüzünlü ses. Son güvendikleri, hem de gerçekten büyük ümitler bağladıkları. Çok şey bekledikleri siyasîler, politikacılar; belli ki artık umut ve güven vermiyordu onlara.
Anlattığına göre hortumculuk bir başka şekilde, değişik ellerde, olanca hızıyla devam ediyordu. Olan da sâdece, sâde vatandaşa oluyor. Bir kısım ötekiler, arabalarını dağdan aşırırken; yoksul, işsiz ve “çâre siz” diyen çâresizlerin ise arabaları düz yolda şaşırıyor. Tepe taklak oluyordu.
Van, denizi andıran göl kıyısında gerçekten çok güzel bir şehir. Van gölü sâyesinde -çevreye göre- iklimi nispeten ılık, tabiatı hakîkaten güzel ve hoş bir kent. İnsânları mülâyim, câna yakın olan bu yöreden, ben ayrıldıktan sonra, anlaşılan çok şeyler değişmiş. Gerileme olmuş. Halk fakîrleşmiş.
Van’a hayât veren Yüzüncü Yıl Üniversitesi de yavaş yavaş hayâtî fonksiyonlarını yitirecek şekilde, kıymetli elemanlarından, şu veya bu sebeple mahrûm kalıyordu. Tasını tarağını toplayan başka üniversitelere kapağı atmanın arayışları içinde! Onları orada tutacak harca ne olmuştu? Bunu araştırmak gerek. Çünkü fırsatını bulan, çâreyi başka üniversitelere cân atmakta buluyor. Sezilen o ki, öğretim elemanları, kendilerine göre dertliler ve dert küpüler sanki.
Edilen telefondan “Bir dokun, bin âhhh dinle , kâse-i fağfurdan!” misâli, yağmur gibi dertler yağmaya başlamıştı odama. Telefonu açıp açacağıma, çoktan pişmân olmuştum. Ama telefondaki sesin dile getirdiği sorunları dinlemeden edemezdim.
Oysa Van; gerek iklimi, gerek tabiatıyla, gerekse deniz dedikleri; sahiden deniz denmeye seza büyüklüğü, sırasında kıyıları döven denizi aratmıyan yüksek ve dehşetli dalgaları, kendine has balığı, berrak sodalı suyu ve bu gibi sayılamıyacak kadar çok özellikleri, meziyetleri ve toprak imkânları, hele sularının çok bol ve gür oluşuyla, caddelerinden şırıl şırıl suların akışıyla ünlü olmasından ötürü, böyle bir kaderi hak etmiyor doğrusu.
Her türlü potansiyel bakımından zengin olan Van şehrine, başta Van milletvekilleri olmak üzere vâlisi, rektörü ve esnafı; cidden gereği gibi el atmalı; halkla el ele vererek Van’ı lâyık olduğu seviyeye çıkarmanın yollarını aramalı. Kuru sözlerle yetinmeyi bir tarafa bırakmalı. Somut adımlar atmaya bakmalılar.
Özellikle siyasîler ve politikacılar; tekrar halkın huzuruna çıkmak cesaretini, kendilerinde bulmak istiyorlarsa, ellerini biraz çabuk tutsunlar. Çünkü son pişmanlık fayda vermez. Kaldı ki Van şehri yükselmeyi, gelişmeyi hak eden ve bunun için her türlü imkânı kendisinde barındıran nâdir şehirlerimizden birincisi ve bir incisidir.
2025
X
Madalyonun arka yüzüne gelince: “TBMM Akaryakıt kaçakçılığını Araştırma Komisyonu, Habur sınır kapısı başta olmak üzere Doğu illerinde incelemelerde bulundu. Komisyon üyesi bir milletvekili: ‘Bölgede kaçakçılık olağan hâle gelmiş. İran’dan her gün akaryakıt yüklü bidonları taşıyan 150 at; sınırdan geçerek Türkiye’ye geliyor. Eskiden Türkiye’den kaçak yakıt karşıya götürülürmüş ama artık sistem değişmiş, kaçak artık kahvede oturanların ayağına geliyor. Sınırdan geçerken de PKK haraç alıyor. Bu şekilde yılda 150 milyon dolarlık bir kaçak yapılıyor. Van’daki kaçağın da 350 milyon dolar olduğu söyleniyor.’
“Bölgede ‘devletin gözlerinin kör olduğunu’ gözlemlediklerini kaydeden üye, Van’da canlı bir ticaret piyasasının oluştuğunu, sanayi tesisi olmamasına karşın, yöre insanında büyük bir zenginleşme gördüklerini anlattı. Aynı üye, ‘İnsanların büyük bölümü kaçakçılıkla zenginleşmiş durumda. Başkale’de halkın yüzde 65’inin yeşil kartı var ama Mercedes marka arabanın haddi hesabı yok. Ancak bu arabalar başkalarının üzerinde görünüyor. Yeşil kartla ve kaçakçılıkla devleti soyuyorlar. Kaçakçılık yapmak hak görülüyor. Akaryakıt kaçakçılığı, eroin kaçakçılığının önüne geçmiş’ diye konuştu.
“Bölgede büyük oranda şeker ve bal kaçakçılığı yapıldığını da anlatan üye, ‘Şeker ihraç edecek durumda değiliz. Ama İran’a şeker ihraç ediliyor. İhraç eden kişi gidiyor devletten vergisini alıyor. Sonra aynı şeker, at sırtında kaçak olarak sınırdan geçiyor ve aynı kişiye geri geliyor. Balda da aynı yöntem söz konusu’ dedi.
“Akaryakıt kaçakçılığında büyük şirketlerin rol oynadığını anlatan aynı üye, bazı bürokratların da işin içinde olduğunu bildirdi.” (Emine Kaplan, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2005)
X
Tabii ki devletin aleyhine ve milletin zararına yapılan bu faaliyetlerden, geniş kitleler sorumlu değil. Bu çeşit, gizli ve örtülü işler; ne devlet, ne de yöre halkına bir yarar sağlıyor. Halkın ekseriyeti yine perîşan , yine mahrûmiyetler içinde kıvranıp duruyor. Oysa sağlanacak olan refâh ve saâdet; hem milletin çoğunluğunu kucaklamalı. Hem de meşrû yollardan te’mîn edilmiş olmalı.