Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşadığımız üzücü olaylar ve bunun halkımız üstünde bıraktığı etkiler ve tedirginlikler, herkes gibi bizi de derin düşüncelere daldırmakta. Çocuklarımıza bu vatan, bu millet ve bu devletin gerçeklerini doğru dürüst dimağlarına aktaramadığımızı hatırlatmakta. Onlara tarihî hakikatları nasıl idrak etmeleri lâzım geldiği de yeterince verilemediği ortaya çıkmakta.
Çünkü hâdiseyi bilmek yetmiyor. İyi hazmetmek de gerekiyor. Aslında beyaz olan bir şey, takılan gözlüğe göre renk aldığı gibi, olaylar da, bakış açısına göre olumlu veya olumsuz bir etki bırakır insanda.
Bütün bunları düşünürken, tâ üniversite talebeliğime kadar zihnen uzandım. Hocamız Midhat Sertoğlu’nun (Mithat Sertoğlu, Türk tarihçi, yazar (İstanbul 1915). İstanbul Üniversitesi Türkoloji ve Şarkiyat Bölümlerini bitirdi (1940). Uzun yıllar edebiyat öğretmenliği, 1960’tan sonra Başbakanlık Arşivleri Genel Müdürlüğü yaptı. İstanbul Üniversitesi’nde Son Çağ Tarihi, Osmanlı Medeniyeti ve Müesseseleri dersleri verdi. Başlıca yapıtları: Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi (1958), Resimli Büyük İstanbul Ansiklopedisi (1968), Peygamberler Tarihi (1969), Türk Zaferleri Ansiklopedisi (1972), Topkapı Sarayı’nda Gündelik Hayat (1974), Osmanlı Türkleri’nde Tuğra (1975). -Büyük Larousse, Cilt: 17, İstanbul – 1986, s. 10381.-) dersleri canlandı gözümde. Senelerce Başbakanlık Arşivi’nde genel müdürlük yapmış olan muhterem hocamız Midhat Bey, engin bir malumata sahipti. Her vesileyle ona sorular sorar, isabetli görüşlerinden yararlanmak isterdik. Yine bir defasında nasıl olduysa imparatorlukların keyfiyetinden sormuştuk. Bizlere çok doyurucu ve yerinde cevaplar vermişti.
Hatırlayabildiğim kadarıyla: “Gençler demişti, milletler en rahat, en müreffeh devirlerini imparatorluklar içinde yer aldıkları zaman yaşamışlardır.” “Niçin?” deyince de: “Çünkü sınır çatışmalarına, aralarında sürtüşme olmasına, imparatorluğun çatısını teşkil eden ana devlet engel olur. Onları dış düşman endişesinden uzak bir şekilde, imparatorluğun uçsuz bucaksız sınırları içinde rahatça yolculuk etmelerine, ticaret yapmalarına, birbirleriyle patırdı gürültü etmeden ilişki kurmalarına, kendi aralarında kaynaşmalarına imkân verirdi.
“Nitekim demişti, ister Roma, Emevî ve Abbasî, isterse Selçuklu veya Osmanlı; hangisi olursa olsun herbirinde bütün kavimler rahat ve huzur içinde yaşamışlar, birbiriyle ticarî, sınaî ve ziraî, karşılıklı alış verişlerde bulunmuşlardır. Çünkü hiçbir ana devlet; sınırları içinde huzursuzluk ve karışıklık çıkmasını istemez, halkın bir kaosa sürüklenmesine izin vermez.”
Nitekim, Rusya’da bile -keyfiyeti bir tarafa- Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, dağılmazdan önce cumhuriyetler arasında ve cumhuriyetler içinde bir istikrar varken; birlik dağılınca -şüphesiz bu sonuçtan memnun ve daha iyiye gideceğinden de eminiz- cumhuriyetler arasında ve içlerinde karışıklıklar çıkması, bu hakikati doğrular mahiyettedir.
Şimdi bu hatıralar ışığında, bir içimizdeki yersiz ve lüzumsuz kıpırdanmalara bakıyorum, bir de daha dün, İkinci Dünya Savaşı’nda birbirinin üzerine bomba yağdırarak, taş taş üstünde bırakmayan âdeta birbirinin kanını içen Avrupa devletlerinin sanki o gün birbirine giren onlar değilmiş gibi, aralarında hiçbir şey olmamışcasına, Avrupa Topluluğu’nu (AT) kurarak, Avrupa kıt’asındaki devletleri tek anayasa, tek bayrak altında toplamak istemeleri yâni Birleşik Avrupa Devleti oluşturma çabaları ve bu devletin askerî güç ve ordusunu temin
212
yolunda, Batı Avrupa Birliği’ni (BAB) tesis etmeleri (Oğuz Çetinoğlu, 15 Kasım 1992, Zaman.), 13 Mart 1979’da yürürlüğe giren ve dokuz ülkede geçerli olan Avrupa Para Sistemi’ni (Büyük Larousse, 15. Cilt, İstanbul – 1986, s. 9162, Para Md.) gerçekleştirmeleri yani saadetlerini bir ve beraber olmakta görmeleri, bizler için büyük bir ibret ve örnek teşkil etmiyor mu?
Oysa asıl birlik ve beraberlik bizim hakkımız iken, aynı inancı paylaştığımız; aynı İslâmiyet milliyetinin mensupları ve aynı akla (Kur’an) sâhip olduğumuz hâlde, Avrupa bâtıl bir dinin mensupları olarak, birliğin kıymetini bilip gereğini yaparken, “İnananlar kardeştir.” diyen dinimizin toplayıcı, derleyici ve birleştirici, hayatî prensibine yapışmamak; hangi aklın icabı, hangi düşüncenin gereğidir?
Avrupa kendi arasında ırk ve mezhep farklarına rağmen, birliğe giderken ve bu birliğin asıl maya ve harcını Hristiyanlık oluştururken ve sırf Müslüman olduğumuz için aralarında bizi görmek istemezken; bizlere ne oluyor ki, “İnneme’l-mu’minûne ıhvetün” / “Hiç şüphe yok ki, ancak inananlar kardeştir.” ( Hucurât Suresi, âyet: 10.) evrensel prensibini bildiğimiz hâlde, bu Habl-i Metîn’e (Sağlam İp’e) yapışmıyoruz da, kendisi birleşen, bize de birbirimizden kopmayı öğütleyen Avrupa’nın kendisine tatbik etmediği yalan, sahte ve boş vaatlerine kanarak birbirimize düşüyor. Bu toprağın asıl sahipleri olan ve Ermeni, Rus ve Batılı’lara karşı vatan savunmasında şehit düşen şühedamızın da -onların oyunlarına gelmekle- ruhlarını incitiyoruz.
Halbuki İngiltere Kuzey İrlanda’ya, Fransa Korsika’ya, İspanya Bask’a, Amerika Birleşik Devletleri içinde barındırdıkları birçok milletlere; kendi bayraklarının gölgesinde ve kendi resmî dillerinin müşterek kullanım şemsiyesi altında hayat hakkı tanır, birlik ve beraberliklerine toz kondurmazken; beni senden, seni benden yani Türk’ü Kürt’ten, Kürd’ü Türk’ten, açıkcası kardeşi kardeşten ayırıcı telkinata “gizlice, sinsi sinsi vesveseler vererek…” (Nas Suresi, Âyet: 4) tâbî tutuyorlar!
Batı’nın bu boş vaatleri karşısında, büyük düşünürümüz Nasrettin Hoca’nın şu fıkrasını hatırlamadan edemedim: “(Bir keresinde) câmi önündeki peykeye üç kör oturmuş mendil sermiş dilenmeye başlamışlar. Bizim Nasrettin bunları görmüş, cebinden mangır kesesini çıkartarak körlerin önünde şakırdatmış. Sonra da, ‘Alın şu paraları, aranızda paylaşın.’ diyerek, tek mangır vermeden uzaklaşmış. Körler de: ‘Sana verdi, bana vermedi, ben de payımı isterim.’ diyerek birbirlerine girmişler, üçünde de ne kafa kalmış, ne burun. Zavallıları (güç belâ) ayırabilmişler.
“Nasrettin’e: ‘Bu yaptığın nedir?’ diye sorulunca, mânâlı bir şekilde bakıp gülerek (demiş): ‘Ne olmuş? KÖR DÖVÜŞÜ dediğin budur işte.’ ” (Mehmet Önder, Nasrettin Hoca, İstanbul-1986, s. 6)
Aynen Nasrettin Hoca’nın vermediği paranın tıngırtısını duyurması ve geçip, körlerin dövüşünü seyretmesi gibi, Batı da, asla yerine getirmeyeceği vaatlerde bulunarak, kardeşi kardeşe düşürüp, sonra da -her zaman yaptığı gibi- keyifli keyifli seyrediyor ve bunun neticesinde Ortadoğu’da yerleşmenin yollarını bulmuş oluyor.
Aynı vaadi Ermeniler’e de yapmıştı. Şimdi onların yerinde yeller esiyor.
Aynı vaadi, yine Birinci Dünya Savaşı’nda Araplar’a da yapmıştı. Güya bütün Araplar, tek bir devlet kuracaklardı. Halbuki öyle olmamış, bir sürü devletcikler kurdurulup, aralarında her zaman sürtüşmeyi doğuracak pürüzler bırakarak; parçala, böl ve yönet prensibini Batı; büyük bir ustalıkla gerçekleştirmiştir. Ve hâlen de aynı etkili silahı kullanmaktan geri kalmamaktadır.
Halbuki “Müslüman iki defa aldanmaz.” ve “Aldanan bizden değildir.” anlamındaki Hadis-i Şerifler gereği, kendimize gelmeli et ile kemik misali birbirimizden ayrılmamamız gerektiğinin şuurunu göstermeye devam etmeliyiz.
213
Hani bir zamanlar Ermeni lideri Boğos Paşa ile Osmanlı İmparatorluğu’nun eski Hariciye Nazırlarından Kürt Sait Paşa’nın oğlu eski Stockholm Büyükelçisi Kürt Şerif Paşa aralarında anlaşarak 20 Aralık 1920 günü Paris’te: “Büyük devletlerden birisinin koruması altında bağımsız bir Ermenistan ve bir Kürt Devleti’nin kurulması…”hususunda ortak imzalı bir ‘Muhtıra’ yayınlamışlardı da, bu anlaşma (Paris’te Ermeni-Kürt anlaşması: 20 Kasım 1919 -Cemal Kutay, Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, c: 19, İstanbul-1961, s. 10684.-) Osmanlı Kürtleri arasında tepkiyle karşılanmış. (Ve o zaman) Erzincan’dan on aşiret reisi Fransız Yüksek Komiserliği’ne gönderdikleri telgrafla (Hasan Yıldız, Fransız Belgeleriyle SEVR-LOZAN-MUSUL Üçgeninde Kürdistan, İstanbul-1991 -İkinci Baskı- s. 81) (22 Şubat 1920), Şerif Paşa’yı protesto etmişler ve “Türkler ile Kürtler’in soy ve din olarak kardeş olduklarını” bildirmişlerdi.(Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler c. II -İkinci Baskı- İstanbul-1986, s. 193. Uğur Mumcu, Kürt-İslâm Ayaklanması 1919-1925, 2. Baskı, İstanbul-1991, s. 13,14.)
Bediüzzaman Said-i Kürdî, Dâvâ Vekili Ahmet Ârif ve Binbaşı Mehmet Sıddık (da), Vakit gazetesinde 22 Aralık 1920 günü yayınladıkları ortak yazıyla Şerif Paşa’yı kınayarak:
“Dört buçuk asırdan beri İslâm Birliği’nin fedakâr ve cesur hizmetkâr ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî geleneğine bağlılığı gâye bilmiş olan Kürtler, henüz beşyüz bin şehidin kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerin, gözleri oyulan ihtiyarların hatıralarını üzüntüyle anarken, İslâmiyetin zararına olarak tarihî ve hayatî düşmanlarıyla anlaşma yapmak suretiyle kuvvetli dindarlıklarına aykırı olarak ayrılıkçı emeller peşine düşemezler. Bundan dolayı Kürt millî vicdanının bu tarz hissiyatına aykırı hareket edenleri de tanımazlar. Ve tek emelleri de din ve milliyet birliğini muhafaza olduğundan durumun açıklanmasına aracı olunmasını (istemişlerdi de), bu yazıdan sonra Kürt Şerif Paşa, Paris’teki Kürt delegeliğinden çekildiğini Vakit gazetesine (bir) telgrafla bildirmek” (Uğur Mumcu, a.g.e. s. 14-15) zorunda kalmıştı.
Unutmayalım ki Batı; ne Kürd’ü sever ne de Türk’ü. Sevse sevse Ermeni’yi sever. Kaldı ki, onu da yüz üstü bırakmıştır. Batı her şeyden evvel, kendi şahsî çıkarlarını sever ve bunun için yapmayacağı entrika ve desise yoktur.
Nitekim: Müsteşar Hohler’in 27 Ağustos 1919 günü Londra’ya:
“-Kürt sorununa verdiğimiz önem Mezopotamya bakımındandır. Kürtler’in ve Ermeniler’in durumları beni hiç ilgilendirmez…” görüşünü bildirmesi (Uğur Mumcu, a.g.e. s. 24)
Yine Mr. Kidston’un 28 Kasım 1919 günü Londra’ya:
“-Kürtler’e her ne kadar inanmazsak da, onları kullanmamız, çıkarlarımız gereğidir…” (Erol Ulubelen, İngiliz Belgelerinde Türkiye, Çağdaş Yay., İstanbul-1982, s.195’den naklen: Uğur Mumcu, a.g.e. s.24) diye rapor göndermesi.
Yine İngiltere’nin 1919 yılındaki İstanbul’da görevli Büyükelçiliği Müsteşarı Hohler’in Sir E. Tilley’e Kürtler hakkındaki kuşkusunu, yâni Kürtler’i Türkler’den çekip ayırmak hususundaki şüphesini:
“Kürtler’e fazla güvenilmez. (Yani aynı dine mensup olmaları hasebiyle Kürtler, Türkler’den ayrılmazlar.) Majestelerinin hükümetinin amacı Türkleri elden geldiğince zayıflatmak olduğuna göre Kürtleri…harekete getirmek fena bir plân değil.” (Uğur Mumcu, a.g.e. s. 18) şeklinde duyurması.
Batılıları, çıkarlarından başka hiçbir şey ilgilendirmediğinin resmidir.
İyi bilelim ki, Türk ve Kürd’ün istiklâli / bağımsızlığı ve istikbâli / geleceği; irtibat ve bağlaşmakta, ittihat ve birleşmektedir.
Batı’nın korkup, ürktüğü ve istemediği tek şey; Türkiye’nin yurtta ve dünyada barış içinde olmasıdır.
Hatırlayacaksınız, 14 Kasım 1992 tarihinde Türkiye’nin girişimleri sonucu Türkiye, İran ve
214
Suriye Dışişleri Bakanları bir araya geldiler.
Suudî Arabistan da çağırıldığı halde zirveye temsilci göndermedi. Muhtemelen Amerika’nın komşu ülkelerin bir araya gelmelerinden hoşnudsuzluğu bunda rol oynadı.
Özellikle Irak’taki gelişmelerin görüşüldüğü zirvede, Bosna-Hersek ve Kafkaslardaki duruma da değinildi.
İşin düşündürücü yanı, henüz ortada fol yok yumurta yokken; Amerika Birleşik Devletleri’nin Ankara’daki Kuzey Irak zirvesi konusunda Türkiye’den hemen bilgi istemesidir. (15 Kasım 1992, zaman. 22 Kasım 1992, Azadî.)
Açıkça Batı, kendisinin dışlanarak, İslâm Devletleri’nin kendi aralarında bir araya gelmelerinden, son derece rahatsızlık duymuş, huzursuz ve tedirgin olmuş ve hattâ büyük bir endişeye düşmüştür.
Bu da gösteriyor ki vatan, millet ve devletimizin beka ve devamı, içeride ve dışarıda birlik ve beraberlikten geçiyor.
Asrın âliminin dediği gibi:
“Aslah tarîk, musalâhadır.” / “En iyi yol, sulh ve barış yoludur.” (Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, İstanbul-1960, s. 26.)