Din Sosyolojisi Profesörü YÜMNİ SEZEN ile LAİKLİK Hakkında Konuştuk.

186

Oğuz Çetinoğlu:
Laiklik çok boyutlu bir kavram. Tek boyutu ile ele alındığında tartışmalı bir
konu hâline getiriliyor. Hangi boyutlarıyla incelemek gerekir. Kısaca
özetlemeniz mümkün mü?

Prof. Dr. Yümni Sezen: Felsefî açıdan laiklik,
inanmanın yerine aklın hâkimiyetinin tercih edilmesi meselesidir. Dinin insan
düşüncesindeki serüveni, laikliğin bu düşünce içindeki doğuş ve gelişme süreci,
felsefî üslupla tahlil edilebilir.

Siyâset ilmi bakımından
laiklik, siyâsî iktidar ile dinî iktidârın ayrılması anlayışıdır.

Pozitif hukuk
ilmi bakımından laiklik, kanunların dinden bağımsız yapılması, devlet ile dinin
birbirine karışmamasıdır. Aynı zamanda fertlerin her türlü din, vicdan, inanma
ve inanmama, tapınma veya tapınmama hürriyetlerinin kanunla korunmasıdır. Din
karşısında tarafsız devletin de kanunla korunmasıdır.

İdâre
bakımından laiklik, dinin idârî sâhada kullanılmaması, dinin mânevî
otoritesinin, idarî alandan çekilmesidir.

Sosyoloji bakımından
laiklik, sosyal müesseselerde dinin tesirinin azalması yönünde bir sürecin
varlığıdır (sekülerleşme).

Çetinoğlu: Daha
iyimser bir tahmin var mı?

Prof. Sezen: En iyimser görünen laiklik
tanımlarından biri şudur: ‘Laiklik din
karşıtı bir gücün, siyâseti dinden ayırmasından çok, dinî veya din karşıtı,
birden fazla inanç veya ideolojilerin, başkaları adına yasama yapma iddiasından
birlikte vazgeçmeleri ve muhtemel bir toplumda (ütopya) demektir. Y. S.) bir
arada varolmalarına imkân sağlayacak kuralları birlikte aramaları hareketidir
.’(Olivier
Abel’den naklen.)

Çetinoğlu. Böyle
bir rejim var mı?

Prof. Sezen: Böyle bir rejim henüz
yoktur.

Çetinoğlu: Laikliğin
tarihî kökenlerine bakabilir miyiz?

Prof. Sezen: Laikliğin târihî köklerine
felsefe gözüyle baktığımız zaman, çok tanrıcılık ile laiklik arasında bir
paralellik buluyoruz. Eski Yunan ve sonra Roma toplumlarında, ayrı ayrı hakîkatleri
ve görevleri temsil eden ilâhlar bir arada yaşarlar. Sosyal sistem, felsefî sistem, inanç sistemi birbirine uyar. Yunan,
Roma panteonları ile sosyal hayatları arasında bağlılık vardır. Tapılacak
(bugün kabul edilecek anlamına çevrilebilir) doğruların çokluğu, bir taraftan
hoşgörüyü, bir taraftan ferdîliği tahrik etmiştir.

Birden fazla
doğruda birleşmeyi kaldırmak isteyen Hıristiyanlık, kısa zamanda eski düzene
mağlup oldu ve Hıristiyan dünyâsında da eski Greko-Romen kültürünün Ortaçağ
süreci başladı. Buna tepki olarak doğan harekette de yine Greko-Romen kültürünün
tabiat çoğulculuğu hâkimdi

Avrupa’da
kilise-devlet, kilise-halk, kilise-siyâset ve idâre ilişkilerine âit târihî
süreç, kilisenin geçirdiği merhaleler mâlûmdur. Bunlar üzerinde durmayacağım,
bilinenleri tekrarlamayacağım. Kısaca kilise dinin kendisi demek oldu. Toprak
sâhibi oldu. Yönetime nüfuz etti, vergi aldı, muhakeme etti, eğitimi düzenledi,
imparator tâyin etti, taç giydirdi; imparator, kral aforoz etti, vs. Fakat siyâsî,
idarî otorite ile kilise otoritesi ilişkisi giderek zayıflıyordu. Kilisenin son
güç gösterisi imparator Dördüncü Henri ile Papa Yedinci Gregor arasında geçen
olaydır. İmparator afarozu kaldırabilmek için, papanın sarayının bahçesinde, üç
gün, gece gündüz yalın ayak beklemiştir.

Çetinoğlu: Kilise emrinde devlet’ uygulamasına
nasıl son verildi?

Prof. Sezen: İlk millî kilise teşebbüsü
ve Roma’daki Papaya itiraz da. Fransa’da Gallikan kilisesiyle olmuştur. Kendisi
de Katolik olmasına rağmen, Gallikan kilisesi bir itiraz başlatmıştır.

Kilisenin
yetkilerine ve kötü örneklerine itirazlar arttı, diğer taraftan felsefî-fikrî
gelişmeler süratleniyordu. Çeşitli istikametlerde de olsa bu gelişmeler dinî
otoriteyi zayıflatıyordu. Burjuva sınıfının doğuşunun ve 1789 Fransız ihtilalinin
önemi bellidir. Burjuvanın doğuşunu ve gelişmesini anlamadan laiklik sürecini
anlamak kabil değildir. Bu sınıf |birbiriyle iç içe üç şeyi yıkmıştır: Toprak
hakimiyeti (ki Ortaçağın iktisâdî özelliğidir), bununla birleşen asilzâdelik ve
bunlarla bütünleşen ruhban veya kilise. Burjuva bu üçüne de karşıydı ve Fransız
ihtilali ile bunlar yıkıldı. Toprak yerine taşınabilir bir iktisâdî güç, para geçiyordu.
Asilzâdelik ve ruhban, burjuva zihniyetine aykırı idi. Burjuva dine karşıydı.
Çünkü din, yıkmak isteği güç birliğinin mânevî temelini oluşturuyordu. Burjuva
daha sonra değişikliklere uğrayacak, kapitalizm sürecine girecek, dinli dinsiz,
gelenekçi yenilikçi, milliyetçi beynelmilelci kollara ayrılacaktır.

Burjuva sınıfı
henüz doğmadan, laikliği besleyen dinî bir hareket de başlamıştı: Protestanlık. Protestanlık, laikliğin dinin
içinden beslendiği bir hareket olmuştur. Burjuva bununla da ilgili olmuştur.
Bilindiği gibi, Protestanlık ile Kapitalizmin ruhu arasında bağlılık kuran bir
teori, Max Wcber tarafından savunuldu.

Luther,
dünyevî iktidarın tek otorite olduğunu ve fakat ruhanî hususlarda kanun koyamayacağını,
Papanın da dünyevî yetkisinin bulunmadığını söylemekle laikliği başlatmış
oluyordu.

Çetinoğlu: Laik
kime denir?

Prof. Sezen: Laik, kilise dışındaki
veya ruhban dışındaki dindar olsun «ılınasın, kişilere verilen addır. Kilisenin
dışındaki halk için kullanılan bir tâbirdir. Laik kelimesinin zıddı, klerk
(clerc)’tir. Ruhban sınıfına mensup demektir. O halde bir toplumda kilise,
kiliseye benzer bir teşkilat, ruhban sınıfı veya benzer veya yetkililer sınıfı
olmazsa, laiklik kavramı oluşmaz ve böyle bir oluşuma gerek kalmaz mı? Oluşturulması
suni bir hareket mi olur? Bu sorulara verilecek cevap, ‘evet’ gibi görünüyor.

Batının
laiklik bahçesinde, önceleri laiklikten çok laizisizm gelişti. Kavramları
karıştırmamamız gerekiyor. Laisizm, bir ideolojidir, sekülarizmle aynı şeyi
ifade eder. Dünyevîleşme, dinden bağımsızlaşma, aklîleşme, pozitivizmin artışı
anlamlarını yüklenen bir kapalı ‘İZM’, bir felsefe, bir ideoloji çeşididir.
Yeni bir dine benzer. Laiklik (Laicite) ise, kullanmaya ve uygulamaya bağlı
olmak kaydıyla, bir hukuk ilkesi olabilir. Bir hayat felsefesi bir ideoloji
değildir. Fakat bizde olduğu gibi laiklik de laisizm gibi kullanılmıştır. Hukuk
ilkesi olarak kullanıldığı zaman, hak ve hürriyetleri, inanç serbestliğini
ifâde edebilir. Laikliğin doğurmak istediği açıklık ve hürriyet, laisizm
tarafından hep tehdit edilmiştir. Devlet organlarını kullanmak suretiyle kendi
ideolojisini zorla telkin etmek yoluna gitmiştir.

Batıda bir
laisizm-sekülarizm süreci yaşanmış ve sonuçta bugün tam bir dünyevîleşme vuku
bulmuş, din de fert hayatına ve kültür alanına bırakılmıştır. Avrupa’da
1750-1970 arası iki asır, dinsizliğin en yüksek seviyede görüldüğü asırlardır
ki, sosyologlar bu iki asrı şehirleşmenin de en yüksek olduğu asırlar olarak
tesbit etmişlerdir.

Çetinoğlu: Laiklik,
hukûkî kimliğe ne zaman kavuşturulabildi?

Pro. Sezen: Laisizm süreci devam etmekle
beraber, Fransa’da 1905 laiklik kanunlarıyla, laiklik hukukî bir kimliğe
kavuşturulmak istenmiştir.

Çetinoğlu: Laiklik,
Batıya has özel bir oluşum mudur, beynelmilel midir?

Prof. Sezen: Bu tartışma devam
etmektedir. Ama batılı mütefekkirlerin de katıldığı üzere, daha çok batıya has
bir olay olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır. Başta İslâm ülkeleri olmak üzere,
diğer toplumlar kopyacılığa ve aktarmacılığa başvurmuşlardır.

Çetinoğlu: Bu işin
beynelmilel tarafı gerçekten yok mudur?

Prof. Sezen: Din-siyâset, din-devlet
ilişkisi her zaman, her yerde, her toplumda vuku bulan bir meseledir. Dinde
zorlama ve baskı, dinin istismarı, her yerde yaşanabilen gerçeklerdir. Evet
ama, bunun laisizm, sonra laiklik gibi özel bir tarzla neticelenmesi, umûmî
değildir. Tabiatıyla şunu söylemek gerekir ki, herhangi bir şeyde tecrübesi
olan toplumlar, bunu öbürlerine yayarlar veya öbürleri bunları kendi irâdeleriyle
alırlar. Böylece yaygınlaşır.

Çetinoğlu: İslâmiyet
ve laiklik ilişkisine gelirsek Efendim…

Prof. Sezen: Laikleşme süreci, dünyânın
bir kısmında târihî bir süreç olsa da, İslâm bu süreci hazırlayan şartları da,
sürecin öncesini de, sonrasını da yanlış bulur; bu oluşumu sosyal bir emrivâki
olarak görür. Tabiî ve normal bir olgunlaşma olarak kabul etmemiştir. Çünkü
sosyal vakıa, içinde gerçekleri taşısa da İslâm nazarında her zaman olması
gereken değildir. Laisizme ise İslâm kesinlikle karşıdır. Laikliğe gelince,
İslâm’ın temel ilkelerinde yeri yoktur. Tevhid akidesine ters düşen hiçbir şeyi
kabul etmez. Din-dünyâ ayırımına yer vermez. Laikliğin temelinde böyle bir
ayırım yatar. Ancak, içtimâî-siyâsî bir mesele olarak, bir siyâsî program
olarak geçici olmak ve iyi uygulanmak şartıyla, Müslümanların İslâm’ı iyi
anlamaları ve doğru uygulamaları şuuruna sâhip oluncaya kadar, İslâm toplumunun
kendinden olmayan bir devlette bile yaşama şansı vardır. Kendine uygun bir
devlete sâhip değil diye İslâm ortadan kalkmaz. Ancak bu zarûretler ilerledikçe
veya kendi şuuruna erişme engellendikçe, İslâm’a hayat hakkı bırakmayacak bir
tarzda ilerleme tehlikesi her zaman söz konusudur.

İyi niyetli
bir laiklik anlayışının temel ilkeleri olan hukûkî zemine, hürriyete, zorlama
ve baskı olmamasına, esasen İslâm yabancı değildir ve bünyesinde zâten bunlar
bulunur. Bu konuda dinleri farklı mütalaa etmelidir. Bir din, dünyâ hayatına,
sosyal hükümlere, yaşayış ilkelerine ne kadar az müdâhale etmişse, o derece laiklik
ilkesi kolaylaşır ama müdâhaleci dinler de kendi bünyesinde hürriyeti barındırabilmektedir.
Laikliğe ihtiyaç duymamaktadır. Eğer burada bir sıkıntı olursa, laiklik gelir
dayatır.

Çetinoğlu: Din ve
vicdan hürriyetinin kaynakları nelerdir?

Prof. Sezen: Gerçek dinde, din ve
vicdan hürriyetinin varlığına iki kaynak delâlet eder: Biri imanın tabiatı,
diğeri dinin getirdiği ilke. İman ile zorlama bir arada olmaz. İmanın tabiatı
hür olmayı, irâde hürlüğünü gerektirir. Aksi halde o, iman olmaz. Bu birinci
kaynak, tabiî bir kanundur, psikolojik bir zarûrettir. Buna uygun olan dinî
kaynak hemen vazedilmiştir. ‘Dinde
zorlama yoktur. Doğru yol yanlış yoldan ayrılmıştır
(Kur’ân-ı Kerîm,
Bakara süresi, 256. âyet)
Bize
düşen sâdece doğru yolu göstermektir
.’ (Leyl-92/12) Her iki kanun da aynı
yaratıcıdan gelmektedir.

Kur’ân şöyle
buyurur: ‘Puta tapanlardan biri sana sığınırsa,
onu kabul et, belki Allah’ın sözünü dinler. Sonra onu güven içinde olacağı yere
ulaştır
.’ Tevbe suresi, 6. âyet)

Kur’ân, kanununu herkese ve her dinden olana
zorla yüklemekten uzaktır. İslâm, Hıristiyan, Yahudi, Mecûsi veya başkası, her
grubun cezaî veya medenî bütün beşerî hususlarda, kendi hâkimleri tarafından
başkanlık edilen mahkemelerde, kendi kanunlarının tatbik edilmesini kabul
etmiştir.

Çetinoğlu: Hocam, ‘din-devlet
ayırımı’ hakkında açıklayıcı bilgi vermeniz mümkün mü?

Prof Sezen: Laikliğe temel teşkil ettirilmek
istenen bu din-dünyâ ayırımına bağlı din-devlet ayırımı, aynı anlayışla ele
alınmalıdır. Bu safhada bazı farklarla karşılaşabiliriz. Ancak genel çerçevede,
din ile devlet ayırımı, ‘din’, ile ‘iş’ ayırımı gibidir. Devlet bir ‘iş’ çeşidi
ise, onu da dinden ayıramayız. Sonra bugün devletin ilgilendiği öyle işler
vardır ki, bu dünyâ ile sınırlı değildir. Yâni devlet de dünyâ hayatı sınırlarını
zorlayan bir alandır. Siyâset dar bir alan değildir ki, İslâm gibi bir din ona
bigâne kalsın. Paul Valery, siyâset için şöyle der: ‘Siyâset, insan cinsinin kaderi hakkında bir kanaati ve en kaba
hazcılıktan en cesâretli bir mistisizme uzanan bir metafizik sisteminin
bütününü ihtiva eder
.’ Siyâsetin böyle bir ufku olacak da, din buna
kayıtsız kalacak… Bir şeyin istismar edilmesine bakarak o şeyden
vazgeçilseydi, çok şeyden vazgeçilmesi icap ederdi. Çünkü her şey istismar
edilebilir.

Çetinoğlu: Şeriat
kavramına da temas eder misiniz?

Prof. Sezen: Rene Guenona göre şeriat, batı
dilindeki religieux (dinî) kelimesinin belirtebileceği her şeyi ihtiva eder.
Din, bir hayat tarzıdır. Marshall Hodgson’a göre İslâm şeriatı, mahkemelerden
ziyâde, sıradan insanlara hitap eder ve halkçı olan değerler ihtiva eder. İslâm
devletlerinin yol açtığı hayal kırıklıklarının akabinde şeriat, monarşinin karşısında
toplumun özerkliğinin ifâdesi oldu. Nurettin Topçu’ya göre din bizzat ilâhî
gerçeğin adı, şeriat ise bunun zaman içindeki yorumlanış biçimidir. Dinin
önünün açılması da şeriatın tasavvufla senteze girmesi ile olabilir. Şeriatı
sırf kurallar ve müeyyideler nizamı olarak da alsanız, şeriatın gayesi adâlettir.

Din ile
devleti ayırmada, arzu edenlere pek kolaylık göstermeyen İslâm, din ile devleti
özdeşleştirme uğruna bunu yapmış değildir. Devlet veya devlet başkanı, Allah’ın
yetkilerini kullanamaz. Devlet yetkisinin farklı
bir halifeliği yoktur. O sâdece idâre için halk tarafından görevlendirilmiştir.
Yetkiler, İslâmî esaslarla sınırlandırılmıştır ki İslâm devleti, bu mânâda bir
hukuk devletidir, devlet mevcut hukuka uyar. Devlet yetkilileri, Hz.
Peygamberden sonra O’nun da yetkilerini kullanamaz. Hz. Ömer bir yanlış
anlamaya meydan vermemek için, hükümranlığı kutsallaştırmaktan uzak tutmak için
Halife’ unvanı yerine ‘Emirü’l-müminin’ demeyi  tercih etmiştir.

Çetinoğlu: Söylediklerinizin
hâfızalarda yer etmesi için kısa bir özet lütfeder misiniz?

Prof. Sezer: Sonuç olarak:

1-Laiklik,
dinin dünyâdan, toplumdan, kamu sektörlerinden çektirilmesi; alanının
daraltılması, ferde hapsedilmesi ise, böyle bir laiklik anlayışına katılmak
mümkün değildir, bunun gerçekleşmesi de mümkün değildir. Sâdece zorlama, baskı
söz konusu olabilir.

2-Laiklik,
devletin yüksek seviyede ve olumlu, hukûka uygun, istismar edilmeyen bir din
politikası olabilir. Bütün inançlara yer veren, ama devletin temsil ettiği
toplumun târihî ve mâşerî şuurunu yansıtan, kollayan bir geleceğe sâhip olarak
bir din politikası tâkip edilebilir. Fakat lâiklik devletin bunlara uymayan bir
ideolojik rejimin güdümünde kullanmak istediği, dozunu, şeklini, devletin
ayarladığı bir din politikası ise, buna da katılmak mümkün değildir.

 Laiklik, din ve vicdan hürriyetine yer ve
değer vermek, inanç rahatlığı sağlamak ise, böyle bir laiklik anlayışına katılmak
gerekir. Ancak ‘din hürriyetiyle ‘düşünce ve vicdan hürriyeti ferdîdir. Din
ferdî olduğu kadar içtimaî bir müessesedir. Düşünce ve vicdan hürriyetinde
müeyyide kendi içine gömülüdür. Dinde müeyyide içtimâî olanı da ihtiva eder.
Meselâ, kız alıp verirken, evlenirken, Müslüman buna bakar. Müslüman faizden,
içkiden, zinadan kaçınmak mecbûriyetindedir. Bunlar içtimâî ağ ile örülüdür.
Müslüman, eğitim ve öğretime ihtiyaç duyar. Nihâyet Müslüman öldüğünde cenâze
namazı kılınır. Bunlar, hürriyet içinde yerini almadıkça, lâiklikten söz
edilemez. Çünkü düşünce ve vicdan hürriyeti kavramı, bunları karşılayamaz.
Sosyal, hukûkî bir çerçeve gerekir.

4-Tartışılamayacak
konular şunlardır: *Millî devlet, *Cumhuriyet, *Vatan bütünlüğü, *Bayrak.       * İslâm’ın kendisi

Düzenlemeler
bunlara bağlı kalınarak yapılmalıdır. Polis devleti, sınıf devleti, diktatörlük
olmayacaksa, din önemli demektir. Din, milletin olduğu kadar devletin temel
dayanaklarındandır. Çünkü o toplumun kültürünün merkezidir. Onu çıkardınız mı,
millî devlet boşlukta kalır. Bundan dolayıdır ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti,
kuruluşundan itibâren, laikliği, teorik ve kitâbî şekliyle değil, kendine özgü
bir şekilde uygulamıştır. Diyânet İşleri Teşkilatı’nın devlet içinde yer
alması, okullarda din dersi, televizyonda dinî programlar böyledir.

 

Prof. Dr. YÜMNİ SEZEN

1938
yılında Urfa’nın Birecik ilçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul
öğreniminden sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Millî Eğitim Bakanlığı’na
bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul
Ortaköy Eğitim Enstitüsünde öğretmenlik yaptı. 1976-1978 İstanbul Yüksek
Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’ne öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalı’nda
doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör
unvanlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Din Sosyolojisi
öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarına devam etmektedir.

Çalışmaları
felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmî sosyoloji çalışmaları üzerinde
yoğunlaşmıştır.

Yayınlanmış
kitapları:

1-Günümüzde İslâmiyet ve Milliyetçilik
(1978), 2-Sosyolojiye Göre
Halk-Millet-Devlet
(1982), 3-Târihî
Maddeciliğin Tahlili ve Tenkidi
(1984), 4-Hayatın Mânâsı, Gerçek ve Ötesi (1984-2004), 5- Sosyoloji Açısından Din (1988, 1993,
1998, 2003), 6-Sosyolojide Temel Bilgiler
ve Tartışmalar
 (1990, 1997), 7-Türk Toplumunun Laiklik Anlayışı (1993),
8-İslâm Sosyolojisine Giriş (1994), 9-Maddeci Felsefenin Çıkmazları’ (1997,
2000, 2004, 2008), 10-Çağdaşlaşma,
Yabancılaşma ve Kimlik
’ (2003), 11-İslâm’ın
Sosyolojik Yorumu
’ (2004), 12-Kur’ân
Işığında İnsan, Akıl ve Toplum
(2004) 13- Kurban ve Din’ (2004), 14-Dinlerarası
Diyalog İhaneti
(2006), 15-Evrenselden Özele Kültür (Fransızca’dan tercüme
2009) 16-Kültür ve Din (2011), 17-Osmanlı’dan
Cumhuriyete İki Devrin Müftüsü Mustafa Sırrı Sezen
(2011), 18-Kapitalizmin Zulmü’ (2017), 20- Kapitalizmin Zulmü. Marksizmin Muhasebesi,
İslâm’ın İlke ve Hedefleri / Yanlışlara Kurban Edilen Doğrular
(2017), 21-Aldatılmamak İçin Anlamak (2019), 22-Aşk Sarhoşu Dervişlerin Dini: Tasavvuf
(2020), 23-Var Olmak Sorumluluğu.
(2021)

Ayrıca
çeşitli dergi ve gazetelerde makaleleri yayımlandı.

Evli
ve üç kız babası, dört torun dedesidir.

Önceki İçerikTutarsızın Son Sığınağı: Küfür
Sonraki İçerikMuhalefet ve Çözüm Önerileri
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.