Din Sosyolojisi Profesörü Dr. Zekeriya BEYAZ ile çok tartışılan bir konuyu konuştuk: İSLAMİYET VE TÜRKLÜK”

133

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam sizinle çok tartışılan bir konuyu konuşacağız: “İslamiyet ve Türklük.” Siz bu konu üzerine radyo ve televizyonlarda, konferans salonlarında çok konuştunuz, tartıştınız, gazete ve dergilerde çok sayıda makale kaleme aldınız.
Önce konu ile ilgili bir giriş yapar mısınız?

Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Din milletlerin oluşumunda, milletlerin kendilerine özgün nitelik kazanmalarında ve diğer milletlerden ayrılmalarında rol oynayan milliyet esasları içinde en güçlülerinden birini meydana getirmektedir.

Müslüman olmadan önce de Türk milleti vardı. Müslüman olunca Türklerin millî varlığı daha da gelişmiş, korunmuş ve gürbüzleşmiştir. Türklerin bazı küçük gruplar hariç, tamamı Müslüman olmuşlardır. Dolayısıyla İslamiyet, Türklerin millî dini haline gelmiştir. Yani bütün Türkler tarafından kabul edilen, inanılan ve saygı gösterilen bir değerler sistemi olmuştur. Bugün dünyada yaşayan Türklerin tamamına yakın büyük bölümü Müslüman’dır. Sadece küçük bir Hıristiyan Gagavuz Türk’ü ve öteki bazı Türk grupları İslam ile şereflenmek imkânına kavuşamamışlardır.

Dolayısıyla İslamiyet Türk milletini millet yapan, diğer milletlerden ayıran en önemli unsurlardan birisi olmuştur. Bir diğer söyleyişle, Türk milliyet prensipleri arasında İslamiyet büyük ve imtiyazlı bir yer işgal etmektedir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: İslamî hassasiyeti olanlardan bazıları, millî hassasiyeti olanlara bir takım sorular yöneltiyorlar. Şuurlu insanlar, gerekli cevabı veriyorlar. Fakat aynı soruların sorulması devam ediyor. Gerek tatminkâr cevap veremeyenler gerekse, tatminkâr cevaplara rağmen ısrarla aynı soruları sormaya devam edenlere cevap teşkil etmek üzere, sizin açıklamalarınızı almak istiyorum.
Bu tür sorulardan birincisi şöyle:  ‘Türk müsün Müslüman mı?’

Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Sözünü ettiğiniz sorular, fitne ve fesat sorularıdır. Özellikle gençlerimize soruluyor. Tecrübesiz gençlerimizin bir kısmı ya şaşırıp kalmakta veya gerekli cevabı veremeyerek hak düşüncesinden şüphelere düşmektedirler.

Naklettiğiniz sorunun amacı Türklük ile Müslümanlığı çatıştırmaktır. Halbuki İslam ile Türklük niçin çatışsın, niçin karşı karşıya gelsin? Böyle bir şey ilme de aykırı, gerçeklere de aykırı, dinî ve millî menfaatlerimize de aykırıdır. Mesela İstiklal Marşımız ile Müslümanlık neden karşı karşıya gelsin? İstiklal marşımızda; ‘Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli’ denilmiyor mu?

Türk milleti mi Müslüman milleti mi diye çatıştırmanın ne anlamı var? Türk milleti aynı zaman da Müslüman değil mi? Türk milleti diyenler diğer Müslüman milletleri yok mu sayıyorlar ki? Onlardan da söz edilirken ayrıca isimleri ile söylüyorlar. Türk birliğinden söz edenler diğer Müslüman ülkeler ile düşmanlık mı edelim diyorlar?

Kendilerini Türk saymıyor olabilir. Fakat neden din, iman kisvesi altına saklamaya çalışıyorlar? Kendileri Türk Milleti diyemiyorlar, Türklükten utanç duyuyorlar. Böylesi bir hareket Türk milletine karşı büyük saygısızlıktır. Kendileri Türk olmayabilirler. Fakat Türk Milletine karşı saygılı olmak mecburiyetindedirler. Nimeti ile beslendikleri Türk Milletinin adını söylemeye tenezzül etmeyecek kadar, ona düşman olan zavallılara biz Türkler sadece acırız ve onların aşağılık duygusundan kurtulmaları için dua ederiz.

‘Türk müsün, Müslüman mı?’ Sorusu mantıken doğru değildir, yanlıştır. Çünkü bunlar ikisinin bir arada bulunmasına imkân olmayan, birbirinin zıddı olan şeyler değildir. Ama şöyle sorulabilir: Müslüman mısın, yoksa Hıristiyan mısın? Müslüman mısın, yoksa Musevi misin? Veya Türk müsün İngiliz misin diye sorulabilir. ‘Türk müsün yoksa Müslüman mısın?’ diye soru sormak ilmî açıdan yanlıştır ve mantıksızdır.

Biz hem Müslüman’ız hem de Türk’üz. Çünkü Türklük ile Müslümanlık bir arada olabilir, birbirinin zıddı değildirler. Nasıl ki, bir diğeri hem Arap’tır, hem de Müslüman’dır, bir başkası hem Fars’tır, hem de Müslüman’dır. Aynen biz de hem Müslüman’ız, hem de Türk’üz… Hem Türk’üz hem de Müslüman’ız.

Tarihten ve günümüzden yüzlerce örnekle biliyoruz ki, Türklük ile Müslümanlık etle tırnak gibi, kanla can gibi olmuştur. O yüzden biz, ‘Türklük kanımız, İslam canımız’ diyoruz. Osmanlı döneminde Balkanlarda Müslüman olan kimselere; ‘Türk oldu’ derlerdi. Bir baba çocuğuna Türklüğün şartı diye İslam’ın şartını öğretirdi. Çünkü Türklük ile Müslümanlık eş anlamlı hale gelmiştir. Bu gün de böyledir. Ancak unutmamalıyız ki, Türklük milliyetimizin adıdır, Müslümanlık dinimizin adıdır. Altını çizerek tekrar ifade edelim; Türklük kanımız İslam canımızdır. Ne kanımızdan, ne canımızdan vazgeçmeyiz. Kanımızı da, canımızı da severiz ve koruruz.

Bize ısrarla Türk müsün, yoksa Müslüman mısın diye soru soranlara biz, hem Türk’üz, hem de Müslüman’ız diye cevap verdik. Şimdi de biz onlara soralım: Ya siz nesiniz? Evet, ‘Müslüman’ız diyeceksiniz. Ama sizin bir soyunuz yok mu? Siz soysuz musunuz? Müslüman demek soysuz mu demektir?

Ha diyeceksiniz ki, biz de bilmem neyiz. İyi saygı duyarız. Demek siz kendi milliyetinizi gizli tutuyorsunuz. Onu açıktan söylemek işinize gelmiyor bu durumda bize; ‘Siz de Türklüğü inkâr ediniz diyorsunuz.’ Peki, biz Osmanlı zamanında 600 yıl Türklüğümüzü söylemedik, ama siz milliyetinizi hiç unutmadınız! Hayır, artık tuzağa düşmeyeceğiz. Soysuzluk rolleri yaparak bizi soyumuzdan vazgeçiremezsiniz? Siz soysuzluğa gerçekten de özenmiş olabilirsiniz ama biz bunun yanlış olduğuna inanıyoruz. İslamiyet ve gerçek hayat soysuzluğu kabul etmez. Dolayısıyla biz hem Müslüman’ız, hem de Türk’üz!

Sonra asıl yanıldığınız bir nokta vardı, o da kendi Türklüğünüzü unutmanızdır. Evet, siz de Türksünüz! Bu millete, bu devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Öyleyse bir olalım, bütün olalım, kardeş olalım ve yüreğimizi doldura, doldura hep birlikte haykıralım: ‘Hem Türk’üz, hem Müslüman’ız… Türklük kanımız, İslam canımız!

Oğuz ÇETİNOĞLU: Sizin yerinde tanımlamanızla, ‘Fitne-fesat sorularının ikincisi de şöyle: ‘Önce Türk müsün, önce Müslüman mı?’

Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Bu soru bir gerçeği öğrenmek için değil de, daha çok zihinleri karıştırmak için sorulmaktır. Daha doğrusu maksatlı tuzak sorusu biçiminde sorulmaktadır. O yüzden de biz bunlara fitne fesat soruları diyoruz. Çünkü bir kimsenin soyu ve milliyeti ile dini ve inancı arasında öncelik ve sonralık veya çatışma gibi durumların söz konusu olmaması gerekir. Böyle bir durum varmış gibi göstermek veya yeniden ortaya çıkarmaya çalışmak ise, fitne ve fesattan başka ne ile nitelendirilebilir.

Soru maksatlı da olsa, biz doğru olarak cevap verelim: ‘Aynı anda Türküm ve Müslüman’ım.’ Öncesi sonrası yoktur. Her an hem Müslüman’ım, hem Türk’üm. İnsanın ruhu ile bedeni arasında öncelik ve sonralık olmayacağı gibi, milliyeti ile inancı arasında da öncelik ve sonralık söz konusu olamaz. Aynı zamanda hem Türk’üm, hem Müslüman’ım…

Konuya Türklük ve Müslümanlığın başlama açısından bakarsak, bu durumda maddî hayat ve manevî hayat olarak iki yönden bakılması mümkün olabilir. Ruhlar âleminde, yani manevî âlemde Yüce Allah’ın bütün ruhlara ‘Elestü birabbiküm’ yani ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ ‘Diye sorduğu zaman bütün ruhlar ‘Kalu bela’ yani ‘Evet sen bizim Rabbimizsin diyerek hepsi Allah’ın dinini kabul ettiler.’ Dolayısıyla bütün insanlar ruhları itibariyle dünyaya gelmeden önce Müslüman idiler. Manevî açıdan böyledir. Konuya maddî açıdan baktığımız zaman, yani insanların maddî dünyaya gelmeleri zamanından itibaren baktığımız zaman, bütün insanlar dinî emir ve yasaklarla mükellef olmadıkları bir zamanda, yani çocukluk dönemlerinde, en azından ana dillerini öğrenmek açısından milliyetleri ile tanışmış olurlar. Kaldı ki çocuk anne ve babasının kanını taşıması hasebiyle onların soyuna da mensup olmuş olur. Böylesi bir çocukluk döneminde ise henüz dinî yükümlülükler ile karşı karşıya bulunmamaktadır. Dolayısıyla de maddî hayatta milliyet daha önce başlamış olur. Fakat bu bir yorumdur. Bir diğer açıdan çocuğun kendi iradesi ile olmasa da, anası ve babası tarafından doğumundan itibaren birçok dinî vecibeler ile muameleye -işleme- tabi tutulur. Hatta İslam’a göre çocuğun hukuku ana rahminden itibaren başlar. Mesela, henüz doğmamış bir çocuğun babası ölmüş olsa, doğduğu zaman mal mülk sahibi olarak dünyaya gelir, yani babasının mirasına sahip olarak doğar. Çocuğun anasına ve babasına nisbeti, yani soy itibariyle bağlı bulunması da aynı zamanda milliyetinin temsili demek değil midir? Bu da dinen bir vecibe değil midir? İslam soysuzluğu asla özendirmez, aksine herkesin soyunu korumayı esas alır.
Görülüyor ki, hangi açıdan bakılırsa bakılsın dinimiz ile soyumuz ve milliyetimiz arasında bir öncelik ve sonralık söz konusu değildir. Tekrar altını çizerek ifade edelim, önceliği sonralığı olmamak üzere aynı anda hem Müslüman’ız, hem Türk’üz…

Oğuz ÇETİNOĞLU: Sık sık tekrarlanan fitne-fesat sorularından başka bir tanesi de şöyle: Bir kuyuya bir Türk düşse başka bir kuyuya da bir Müslüman düşse önce hangisini çıkarırsınız?

Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Bu soru da sakat ve maksatlıdır. Çünkü dünyadaki Türklerin % 98’i zaten Müslüman’dır. Dolayısıyla kuyuya bir Türk ve bir Müslüman düşse diye soru sorulmaz, Türk Müslüman değil midir ki?

O zaman şöyle olabilir:
Bir kuyuya bir Müslüman Türk düşse, bir de Türk olmayan Müslüman düşse önce hangisini çıkarırsın?
Böylesi ferdî ve tehlikeli bir durumda biz Türkler, hiçbir ayırım yapmadan her ikisini de birden kurtarmaya çalışırız. Hatta kuyuya düşen gayrimüslim bile olsa, onu da kurtarmaya çalışırız. Biz Türklerin gönlü zengin, yüreği yufkadır. Hepimiz hayırseveriz, iyilikseveriz, muhtaçların yardımına koşarız. Tarih boyunca böyle olduğu gibi, günümüzde de öyleyizdir.
Olayı böyle ferdî ve insanî konulardan alarak biraz genişletirsek, tabii iş değişir. Ona göre soruyu biz soralım: ‘Dünyada öncelikle kimlerle yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunursunuz? Türklerle mi, Türk olmayanlarla mı? Önce Türklere mi yardım edersiniz, başkalarına mı?’
Bu türlü sorulara verilecek cevap da gayet açık ve makul biçimde şöyle olabilir: ‘Biz bütün insanlar ile karşılıklı saygı ve karşılıklı iyilik esasına dayalı olarak güzel münasebetler kurarız. Darda kalan, zorda bulunan kimselere de elimizden geldiği kadar yardım ederiz. Ancak dünyadaki diğer Türkler ile münasebetimiz daha sıkı olur, daha geniş olur. Bu gayet tabiidir. Çünkü diğer Türk toplulukları da bize karşı daha candan yaklaşırlar, biz de onlara öylece candan karşılık veririz. Bütün dünya milletleri de böyledir. Araplar kendi aralarında Arap Birliği kurmuşlardır, çeşitli biçimlerde yardımlaşır ve dayanışırlar. Biz Müslüman olduğumuz halde bizi Arap Birliği’nin içine almazlar. Alman kökenli milletler de öyle, Slav kökenli milletler de öyledir. Dolayısıyla Türk kökenli milletler de kendi aralarında gayet tabii daha sıkı ve daha sıcak ilişkiler kuracaklardır. Bu eşyanın tabiatından, insanların maddî ve manevî yapısından doğmaktadır.

Kur’an-ı Kerim de akrabalar arasında yardımlaşmayı emretmiştir. Miras öncelikle insanın yakın akrabasına düşer. Uzak akraba ile de yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunmak İslam’ın emridir. Dünyadaki bütün Türkler de bizim akrabalarımızdır. Evet diğer milletlerle de yardımlaşırız ama Türklerle daha çok yardımlaşırız ve dayanışırız. Birçok konularda da onları başkalarına, mesela Araplara tercih ederiz. Araplar da öyle yapmıyorlar mı? Esasen İslam’ın emri de bu yoldadır. Herkes kendi akrabası ile yardımlaşır ve dayanışırsa, bütün kitleler huzur ve refaha kavuşur.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Diyorlar ki; ‘Sen, ben Türk’üm dersen, diğerleri de Ben de şuyum demez mi? Böylece ülkede ikilik- ayrılık doğmaz mı?
Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Bu yaklaşım Türkiye’de ve Avrupa’daki işçilerimiz arasında yaygın biçimde sık sık dile getirilmektedir.

Bir doktor arkadaşım anlatmıştı:
‘1970 yıllardaydı, şimdi hayatta olmayan bir politikacı Diyarbakır Tıp Fakültesi’ne geldi. Ben de orada öğrenci idim. Fakültenin mescidinde öğrencilere namaz kıldırdı ve namazdan sonra arkasını mihraba, yönünü öğrencilere dönerek şöyle konuştu:
‘Ne demek ben Türküm demek? Sen Türküm dersen, diğeri ben de başka bir şeyim der. Mesela ben de Abaza’yım, o zaman benim de Abaza olarak ortaya çıkmam lazımdır. Böyle şeyler yanlıştır, sakın Türküm demeyin.’ mealinde birçok şey söyledi.
İlk bakışta masum bir iyi niyetin ifadesi olarak gözüken bu yaklaşım gerçekte yanlış ve haksızdır.

Önce hemen ifade edelim ki sen Türküm dersen, diğeri de bilmem neyim der, o halde sakın Türküm demeyin şeklindeki bir yaklaşım yanlıştır. Bu yanlışlığı bir karşı soru ile ortaya koyalım: Peki biz Türk’üz demekten uzak durursak onlar da bilmem neyiz demekten uzak duracaklar mı?

Mesela Osmanlı döneminde biz Türklüğümüzü hiç de öne çıkarmadık, peki başkaları da milliyetlerini terk ettiler mi?

Elbette ki hayır, onlar soy adlarını ve milliyetlerini ifade etmeye devam edeceklerdir ve Osmanlı döneminde de devam etmişlerdir.

O halde sakın ‘Biz Türk’üz demeyin, yoksa başkaları da kendi soylarını ilan ederler.’ Şeklindeki yaklaşım saptırma ve Türkler için kurulmuş bir tuzaktır. Çünkü Türkler Türklüklerini söyleseler de, söylemeseler de diğerleri kendi milliyetlerini her fırsatta ilan etmeye devam edeceklerdir. Bu durumda tuzağa düşen sadece Türkler olacaktır.
Gerçek şu ki, Osmanlı döneminde kendisini Türk saymayan kimseler özel kıyafetleri, özel dilleri ve özel örf ve adetleri ile soy ve milliyetlerini bütün teferruatıyla devam ettirmişlerdir. Sadece Türk’üm demek bir çeşit suç haline getirilmiştir. Bugün de bâzı kişilerin gayreti ile Türküm demek yine bir çeşit manevî suç haline getirilmek istenmekte ve fakat diğer azınlık adları öne çıkarılmaktadır. Mesela bugün Türk’üm dediğimiz zaman size hemen ırkçılık suçlaması yöneltiyorlar. Dinen suç işlediğinizi söylüyorlar. Fakat Türklükten başka bir milliyet adı söylenildiğinde ona sempati ile bakıyorlar ve hoş karşılıyorlar. Üzülerek ifade etmek zorundayız ki, kendisini Türk saymayanlar Türklere karşı ortak bir düşmanlık cephesi kurmuşlardır. En çirkini de bu düşmanlıklarını yüce dinimizi alet ederek dile getiriyorlar. Dolayısıyla bunlar milletimize de, dinimize de kötülük ediyorlar.

Sakın ‘Türk’üm’ demeyin. Siz, ‘Ben Türk’üm’ derseniz diğerleri ‘Arab’ız’ der, ‘Arnavud’uz’ der gibi yaklaşımların haksızlık olduğunu söyledik. Evet, böyle bir düşünce ve davranış haksızlıktan da öte, terbiyesizliktir, Türklere karşı bir saldırı ve hakarettir. Çünkü unutmamak lazımdır ki, burası Türkiye’dir, yani Türk yurdudur. Bir millete kendi yurdunda, kendi adını söylemeyi yasaklayacak kadar ileri gitmek o millete hakaretten de ileri bir şeydir. Evet, burası Türkiye’dir, Türkiye demek Türk yurdu demektir. Bir diğer ifadeyle Türkiye Türklerindir. Anadolu’yu fethedenler de, Selçukluyu, Osmanlıyı ve Cumhuriyeti kuranlar da hep Türklerdir. Elbette kendisini Türk saymayan birtakım küçük azınlıklar olacaktır. Dine göre, de hukuka göre de yaşanan gerçeklere göre de azınlıkların büyük çoğunluğa uymaları gerekmektedir.

Bugün dünyada 3000 kadar dil konuşulmaktadır ama sadece 216 devlet vardır. Resmî dil sayısı da 200’ü geçmez. Diğer bütün azınlıklar bulundukları ülkelerdeki büyük çoğunluğa tabi durumdadırlar. Dolayısıyla Türkiye’deki azınlıklar da büyük çoğunluk Türklere tabi olmak mecburiyetindedirler.

Sonra unutulmaması gereken bir başka husus da şudur: Kanunlarımıza göre kendisini Türk sayan herkes Türk’tür. Daha doğrusu vatandaşlık bağı ile Türkiye Devleti’ne bağlı olan herkes Türk’tür. Ayrıca Türklüğün bir de Kültür anlamı mevcuttur. Türk kültürü içinde büyümüş, Türklerin örf, adet, yaşama biçimini benimsemiş, inanç ve amaç itibariyle Türkler ile aynı değerleri paylaşan, bayrağımıza, vatanımıza, milletimize ve Devletimize yürekten bağlı olan herkes saf Türk’tür.

O halde yüreğimizi doldura doldura Türk’üz diye haykıralım, bundan şeref duyalım, Türklük kanımız, İslam canımızdır diyelim.
Yanlışa kapılarak soysuzluğa özenmeyelim, soysuzluğu telkin etmeyelim.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Bir başka fitne telkini: ‘Ne mutlu Türk’üm diyene değil, ne mutlu Müslüman’ım denilmelidir. Şeklinde özetlenebilir.

Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Evet, zihinleri karıştırmak için belli çevreler tarafından maksatlı olarak bu sözler de söyleniyor.
Bunu söyleyenlerin kötü niyeti, sürekli Müslümanlıkla Türklüğü karşı karşıya getirmek ve çatıştırmak şeklinde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla da Eğer Müslüman isen, Türk olamazsın, Türk’üm diyemezsin, Türk’üm der isen de Müslüman olamazsın… Gibi sakat ve çirkin bir imaj oluşturmak istemektedirler.

Gerçek hiç de öyle değildir. Arap nasıl hem Müslüman hem Arap ise, biz de hem Müslüman hem de Türk’üz… Dolayısıyla milliyetimiz ile dinimizi çatıştırmak hem yanlış ve ilim dışı bir harekettir, hem de zararlı ve tehlikeli bir davranıştır. Çünkü kendi milliyetini ve milletini sahiplenmeyen, kendi millî değerlerini sevmeye meyletmeyen bir kimse, sonuçta vatanını da, milletini de korumaz, böylesi kimselerden oluşan bir toplum ise, hür ve müstakil olarak yaşama azim ve iradesini kaybeder, neticede başka milletlerin kölesi haline gelirler. Türkiye’de Türklük düşmanlığı yapanların esasen temel amacı da budur. Yani biz Türkleri kendi millî benliğimizden uzaklaşıp, içten çökertmektir. Dolayısıyla de Türklük düşmanlığı fikrinin arkasında daima başka milletler, bizi yıkmak isteyen düşman milletler vardır. O fikri daima o düşmanlarımız üflerler, bazı kimseler bilerek, bazı saflar da bilmeyerek o zehirli fikirlere kapılırlar.

Türklükle Müslümanlığı karşı karşıya getirmek ve çatıştırmak isteyenlerin yanlış ve zararlı tutumlarına karşılık biz, doğru olarak Müslümanlık ve Türklüğü daima uyum içinde, birlik ve beraberlik içinde ele almalıyız. Çünkü gerçek de böyledir. Biz hem Türk’üz, hem Müslüman’ız. Türklük kanımız, İslam canımız, bir insanın kanı ile canı çatışır mı?
O halde, ne mutlu Türk’üm diyene, ne mutlu Müslüman’ım diyene, ne mutlu böylesi bir vatana ve millete sahip olana, ne mutlu millî ve dinî bilince sahip olana!

Görülüyor ki Türklükle Müslümanlığı çatıştırmaya, karşı karşıya getirmeye hiç de meydan vermeden, düşman tuzağına düşmeden gerçekler gayet güzel biçimde ifade edilebilmektedir. Bir insan, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ dediği zaman, aynı zamanda ‘Ne mutlu Müslüman’ım diyene’ de demiş oluyor. Çünkü Türklerin tamamına yakını aynı zamanda zaten Müslüman’dır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Deniliyor ki, ‘Ahirette Türklüğünden sorulmayacak. Ne diye Türkçülük ideolojisi güdüyorsun?’ Bu safsataya da cevabınız olmalı.

Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Hemen ifade edelim ve kesin olarak cevap verelim ki, Yüce Allah bize ahirette Türklükten de soracaktır. Daha açık bir ifadeyle Cenab-ı Hak Türklere ahirette, Türklük ile ilgili görevlerini yapıp yapmadıklarından dolayı sualler soracaktır. Daha doğrusu Yüce Allah her millete kendi milliyeti ve milleti hakkında sorular yöneltecektir. Çünkü o milliyeti bütün unsurları ile insanlara ihsan eden de Cenab-ı Hakk’ın bizzat kendisidir. Verdiği her nimetten sorguya çekeceği gibi, milliyet nimetinden dolayı da herkesi sorguya çekecektir. Ahirette Türklükten sorulmaz, Müslümanlıktan sorulur diyenler, Türklüğün ve bütünüyle milliyetin ne demek olduğunu bilmeyen ve bu gerçeğin İslam’daki yerini kavramayan kimseler veya yolunu şaşırmış kötü niyetlilerdir.

Konuyu daha iyi açıklayabilmek için, Türklüğün ne anlama geldiğini kısaca görmek ve dolayısıyla onun korunması hususundaki dini vecibeyi göz önüne getirmek gerekir:
Türklük 300.000.000’u aşkın bir insan kitlesinin soy adıdır. Bu kitlenin çok küçük bir kısmı dışında hemen tamamı Müslüman’dır. Dolayısıyla Türklük bizim atalarımızdır, yaşayan 300.000.000 aşkın kardeşlerimizdir ve de Türklük bizim gelecek nesillerimizdir. Biz bu mübarek ve muazzam soydaşlarımızı sevmek, saymak, onlara bağlı olmak, onlara yardımcı olmaktan sorumluyuz.

Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde Müslümanları ve akrabalarımızı sevmek ve onlara yardımcı olmak yolunda birçok hüküm bulunmaktadır. Ahirette bu emirleri yerine getirip getirmediğimizden dolayı elbette sorulacaktır.

Türklük bizim dilimizdir, güzel Türkçemizdir. Kur’an-ı Kerim her millete bir lisan ihsan edildiğini ve bütün dillerin Allah’ın varlığının ve birliğinin alametlerinden olduğunu açıklıyor (Er-rum suresi 32). Ahirette Türklere dillerini koruyup korumadıklarından, geliştirip geliştirmediklerinden dolayı elbette sorulacaktır. Özellikle Türkçe gibi gelişmiş diller için…

Türklük bizim millî kültürümüzdür. Örflerimiz ve adetlerimizdir. Kur’an-ı Kerim’de örflerin korunması ve örf ile hüküm verilmesini emreden yüzlerce ayet-i kerime mevcuttur.
Bu örnekleri daha da uzatmak mümkündür. Mesela vatan bir milletin varlığının ve hayatını devam ettirmesinin temel şartıdır. Vatansız millet olmaz, o halde vatanı korumak milleti korumaktır, vatanı korumak İslam’ın emridir. Kısacası Türk milletinin maddî ve manevî bütün varlığını ve değerlerini korumak ve geliştirmek aynı zamanda İslam’ın emridir. Tabii bu Araplar için de aynıdır, Acemler için de aynıdır. Ancak henüz gelişmemiş ve kabile halinden ileri gidememiş dillerin ve kültürlerin sahibi olan halklar üstün kültür ve dillerden yararlanmak, onlarla bütünleşerek, zenginleşmek gibi görevlerle de yükümlü olurlar.
Kısacası evet, ahirette Türklükten de sorulacaktır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam, çok teşekkür ederim. Çok açık, çok net ve tam anlamıyla doyurucu, tatmin edici cevaplar verdiniz. Akıl ve iz’an sâhiplerinin kabulden kaçınamayacakları bir şekilde konular çözüme kavuşturuldu. Fitne ve fesat peşinde olmaya devam edenleri Allah (cc) ıslah etsin.
Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ
01.03.1938 tarihinde Gaziantep’te doğdu. İlk tahsilini Gaziantep’te, orta tahsilini Kahramanmaraş İmam-Hatip lisesinde yaptı.
01.03.1963 tarihinde Nizip Ulu Camiinde İmam-Hatip olarak ilk defa memurluk görevine başladı. 1972 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünden mezun oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatında, 14 yıl imam-hatiplik, vaizlik ve müftülük görevlerinde bulunduktan sonra 03.03.1977 tarihinde Diyanetteki görevinden istifa ederek ayrıldı.
10 yıl kadar serbest yazarlık gazete köşe yazarlığı yaptı. 1985 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünden ‘İslam Hukuku ve Türk Medenî Hukukuna Göre Evlenme’ konulu teziyle Yüksek Lisans mezunu oldu.
1987 yılında aynı Enstitüden ‘İslam Hukukuna ve Türk Medenî Hukukuna Göre Aile Hayatı’ konulu teziyle doktora diploması aldı. 20.02.1987 tarihinde İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde okutman olarak Devlet Memurluğu görevine yeniden başladı. 23.04.1991 tarihinde Sosyoloji Doçenti oldu.
14.01.1999 tarihinde İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi profesörlüğü kadrosuna atandı. 01.12.2000- 01.12.2003 tarihleri arasında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı görevini yaptı. 04.12.2003 tarihinde İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki eski görevine döndü. 2005 Yılı Şubat ayı başında 01.03.2005 tarihinden itibâren geçerli olmak üzere yaş haddinden emekli oldu.
Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, evli ve 5 çocuk babasıdır.

Önceki İçerikKabotaj Bayramı
Sonraki İçerikSadece futbolda mı şike var?
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.