Oğuz Çetinoğlu: Din –
devlet münâsebetleri, dâima geniş, kapsamlı ve iddialı bir konu olarak gündeme
gelmiş veya getirilmiştir. Böyle çok ihâtalı ve o derecede iddialı bir konuda
yapılabilecek şey, bir takım kitaplardan bir takım mâlûmatı aktarmak değildir.
Diğer ülkelerin olduğu gibi Türkiye’nin de gündemini her zaman işgal eden,
ülkemizin sosyal ve siyâsî hayatında mühim bir mesele olarak kendini gösteren
bu problem etrafında bazı görüşler ileri sürerek ilgilenen kişileri düşünmeye
sevk etmek olmalıdır. Bu düşünceyi sizinle konuşmak istedim. Teklifimi kabul
ettiğiniz için teşekkür ederim.
Din ve siyâset münâsebeti her devirde tazeliğini ve
canlılığını korumuştur. Neden?
Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay: Çünkü
hangi din olursa olsun, dinlerin milyonlarca veya milyarlarca mensubu ve mümini
var. Bu durum, siyâset açısından bakıldığında, siyâsetçi için bulunmaz bir hazine,
her zaman işletilmeye müsâit çok kıymetli bir mâdendir. Bu mâden târih boyunca
çok farklı şekillerde işletilmiştir. Bunun yanında, siyâsetçiler, samimî dindar
oldukları zaman, mensup oldukları dinin inançlarını yaymak vazifesini de
üstlenmişlerdir. Bugün İran’da olduğu gibi… Doğrudan doğruya din devleti de
olabilir, yani devlet dinî esaslara dayanarak kurulmuş ve tespit edilen dinî
ideallere göre faaliyette bulunurlar, Katolik ‘Vatikan Devleti’ gibi…
Çetinoğlu: Peki,
dinler siyâsete karışmışlar mıdır?
Prof. Bolay: İster ilâhî dinler isterse beşerî dinler olsun, hepsi
şöyle veya böyle siyâsete karışmışlardır ve karışmaktadırlar. Tanrı ve âhiret
inancı olmayan Hinduizm ve Budizm gibi beşerî dinler, büyük halk kitlelerine sâhip
oldukları için iktidarlar üzerinde kontrolde bulunmak, bu kontrollerini
artırmak, daha çok hak ve hürriyet elde etmek için o kütleleri her zaman yönlendirirler.
Aynı zamanda dünyâda müminlerini artırmak, daha çok yayılmak ve ideoloji hâline
gelerek maddî gelirler de elde etmeyi hedefliyorlar. Ama bu adı geçen dinlerden
ikincisi, ilkine alternatif olarak ortaya çıktığı hâlde, ikisi de ‘kast’ sistemini
kaldıramamıştır.
Çetinoğlu: İlâhî
dinlere baktığımızda durum nedir? Mûsevîlikten başlayabilir miyiz?
Prof. Bolay: İlahî dinlerden Mûsevîlik, kendisini Yahudi milletine
hasrettiği için o, şeriat devleti olmak mecburiyetindedir. Zaten târihlerinde
Hz. Musa, Hz. Hârun, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman gibi bizim de peygamber olarak
inandığımız ve sevdiğimiz peygamberler, aynı zamanda devlet başkanları idi. Yâni
Hz Musa’nın kurduğu devleti asırlarca idâre ettiler. Bu da günümüze İsrail
şeriat devleti olarak yansımaktadır. Hem öyle bir yansımaktadır ki, bu şeriat
devleti, inançlarına şiddetli bağlılıktan dolayı günlük hayatı da âdeta felç
etmektedir. Nitekim günümüzde de cumartesi dinî / resmî tâtil günü (şabat) olarak
lokantalar açılmamakta, otellerin asansörleri bile çalışmamaktadır. Yâni inançtan
dolayı âdeta hayat durmaktadır. Tevrat’ta bildirilen ‘Arz-ı mev ud = va’edilmiş
topraklar’ı ele geçirmek, bu devletin en büyük ideali ve itici gücü olmaktadır.
Dolayısıyla ilâhî din olarak Mûsevîlik, tam bir şeriat devleti kurmuş olup siyâseti
yönlendiren en büyük etken olmaktadır. Böylece siyâset dinin tamamen hizmetinde
olmaktadır.
Çetinoğlu: Hıristiyanlık’ta
durum nedir?
Prof. Bolay: Hz. İsa’nın hükümdarlığı yok. Zâten peygamberliği üç
sene kadar sürmüş. Fakat ‘İktidar Tanrı’dan neşet eder.’, ‘İktidar sâdece
Allah’a aittir ve mevcut olan iktidarlar da O’nun tarafından tesis edilmiştir.
(Nur Vergin, ‘Din ve Devlet İlişkileri: Düşüncenin Bitmeyen Senfonisi’, Türkiye
Günlüğü, S. 72, Ankara 2003, s. 46’dan naklen) diyen havarilerden Aziz Paul
(Pavlus) ve arkadaşlarının gayretleriyle, Roma İmparatorluğu içinde
Hıristiyanlık hızla yayılmaya başlayınca sırf siyâsî endişelerle imparator, bu
dinin yayılmasını destekledi. Böylece Saint Paul, Roma İmparatorluğu’nun
gölgesinde kendi mânevî ve maddî imparatorluğunu kurmanın yolunu açtı. Burada
da yine din, siyâsetin hizmetine girmiş olmaktadır.
Daha sonraki asırlarda Hıristiyan
âleminde din devletinin değil, ilâhî devletin teorileri yapıldı. Çünkü
Hıristiyanlığın, din olarak, bilim, siyâseti ve hayatın her köşesini ilgilendiren
hükümleri yok sayılır. Dolayısıyla bunlar üretilmek mecbûriyetinde idi. Böylelikle
sonradan kurulmuş olan Kilise, âdeta yeni bir din oluşturdu. Papalar, iki bin
senedir, dünyâ iktidarı peşinde koşup durdular.
St Augustine (354-430), devletin
oynayacağı rolün alanını daraltarak ‘devlet, yoldan çıkmış insanların kötü
eğilimlerinin önüne geçmesi için ilâhî canipten görevlendirilmiş dünyâya bakan/maddî
zorlayıcı bir araçtır.’ (Cameron McDonald, Wes-tern Political Theory, New yok
1968, s. 19’dan nakleden Lokman Tayyib, Modern Çağda İslam’ın Politik Sistemi,
İlke yay, İstanbul 1996, s. 39.) Bu kilise babası, Tanrı Devleti adlı eserinde Dünyâ
Devleti’nin Gökyüzü Devleti ilkelerine göre yönetilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Bu anlayışın Rönesans’tan sonra batı ülkelerinde birçok yansımaları olmuştur.
Çetinoğlu: Dinler
açısından din-siyâset münâsebetlerine de bakabilir miyiz Hocam?
Prof. Bolay: Din veya dinler açısından bakıldığında ise durum fazla
değişiklik arz etmez. Her dinin bir ferdî, bir de sosyal yönü vardır. Her din,
bireyden topluma ve oradan da insanlığa hitap etmeyi ve ona ulaşmayı hedef
alır. Zira bütün dinler, en ilkel din de olsa, kendi inançlarını yaymak,
varlığını geliştirerek korumak ister. Bu da toplumla iyi bağlar kurarak ve yeni
müminler, hatta yeni taraftarlar kazanmakla olacaktır. Bunun için halkın ve
bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni inançlar,
yeni fikirler geliştirmesi lâzımdır. Toplumda yerleşmiş yanlış inançları,
davranışları düzeltmek, zulme, kötülüklere karşı durup onlarla başarılı mücâdele
etmek, yoksulun kimsesizin, acın ve fakirin hâmisi olmak, hurâfelerden
zihinleri arındırmak ve bilhassa adâleti toplumda hâkim kılmak için mücâdele
etmek gibi hususlar, dinlerin yayılmasının şartlarıdır. Fakat bunların yanında
siyâsî kudretin de desteğini almak mecburiyetindeler. Çünkü siyâsî kudret ve
devlet ile çatışmak, devletin o dini yasaklaması tehlikesini getirebilir.
Öte yandan dinler, bilhassa ilâhî
menşeli dinler, insanlara günlük meşakkatli ve zevkçi hayatın üstünde ideal bir
ahlâkî hayat vaat ederler. Mânevî huzur dolu bu hayatın âhiret uzantısı da
düşünülünce, bu idealin gerçekleşmesi için dinler, mutlaka siyâsetin mutlak
desteğine ihtiyaç duyarlar. Bundan dolayı, din açısından siyâset bir zaruret
olarak kendini gösterir.
siyâsetin yapısında hâkimiyet,
hükmetme ve meşrulaştırma esastır. Bu meşrulaştırma evvela, kavramlarda kendisini
gösterir. Yâni siyâsî kavramlara siyâsetçiler ve nazariyeciler ihtiyaç
duydukları anlamları yüklerler. Bu sebeple siyâsetin belli başlı kavramlarına
bir göz atmak yerinde olur. Bunları şöylece tespit etmek mümkündür:
Birey, toplum, iktidar, devlet,
meşruiyet, yönetim, hükümet, hâkimiyet, hak, hukuk, kanun, bürokrasi, demokrasi
ve tabîi ki lâiklik ile milliyetçilik.
Dinler de genel olarak bu kavramlara
itiraz etmezler. Büyük dinlerin daha faklı kavramları olmakla beraber, bu
kavramların çoğu dinlerin kavramlarıyla örtüşür veya siyâsetle ortak kavramlara
sâhiptirler. Meselâ İslâmî siyâset ve devlet yapısında her biri Kur’ân-ı Kerîm’de,
defalarca zikredilen ve mânâları da kolayca anlaşılabilen şu kavramlar var:
Tevhîd, bey’at (biat), itaat, hilâfet, şûra, mülk, hüküm / hükmetmek, adâlet,
velâyet, emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker, ehliyet ve emânet. Bunlara
başka kavramlar da ilâve edilebilir.
Çetinoğlu: Teşekkür
ederim Efendim.
Prof. Dr. SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY 1937 yılında, o dönemde Konya’nın, Türkiye’de 1961 – 1969 yılları arasında öğretmenlik 1982 Felsefeye Giriş, Türkiye’de Ruhçu ve |