Devletin reorganizasyonu bağlamında ikinci aşama “yeni bir teşkilat” yani devlet kurumunun ve buna bağlı olarak siyaset kurumunun yeniden düzenlenmesi aşaması gelmektedir.
Devlet kurumunun yani teşkilatın ve siyasetin düzenlenmesi konusu bir takım anayasa değişikliklerini gerektirmektedir. Ancak, devletin ve siyasetin düzenlenmesi her şeyden önce “idari” (administrative) ve “işletmesel” (management) bir konudur. Bilimsel anlamda en pratik ama daha da önemlisi demokratik bir yönetim tarzını belirledikten sonra bunu kurallaştırmak gerekmektedir. Öte yandan ileride ele alınacak olan “yeni bir anayasa” konusunda devletin teşkilat yapısından ziyade, daha önce de değinildiği üzere anayasanın toplumsal sözleşme olması hususlarına vurgu yapılacak ve daha çok yeni anayasanın felsefesi ve ruhu üzerinde durulacaktır. Bu nedenlerden dolayı devlet ve siyaset kurumlarının düzenlenmesi konusu yeni bir anayasa konusundan ayrı olarak anlatılmıştır.
Devlet kurumunun doğasından gelen üç temel kuvveti vardır; yasama, yürütme ve yargı. İdeal bir devlet organizasyonunda esas olan bu üç kuvvetin farklı organlar tarafından kullanılması yani “kuvvetler ayrılığı ilkesi” olduğu için yasama, yürütme ve yargı organlarının düzenlenmesi ayrı ayrı anlatılacaktır. Siyaset kurumu daha ziyade yürütme kuvvetiyle ilgili olduğundan siyaset kurumunun düzenlenmesi yürütme organının düzenlenmesiyle birlikte ele alınacaktır.
Yasama Organının Düzenlenmesi
Yasama organı dediğimiz zaman yasama / kanun yapma (legislation) yetkisini taşıyan organı (Parlamento) yani Türkiye özelinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni (TBMM) anlıyoruz. Yasama organının düzenlenmesi hususu parlamenterlerin yani milletvekillerinin nitelikleri ve seçilmeleri konusunun yanı sıra bundan daha önemli olarak TBMM’nin yetkilerini içermektedir.
TBMM kanun yapma konusunda tek yetkili organdır. Ancak 16 Nisan 2017 tarihli referandumla kabul edilen 21.01.2017 tarihli Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı’na kararname çıkarma yetkisi verilerek yasama yetkisinin zımnen yürütme organıyla paylaşıldığı görülmektedir. Bu husus kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı olmasının yanında kuvvetler birliği tesis etmesi nedeniyle rejimin otoriterleşmesi tehlikesini taşımaktadır. Bu nedenle Cumhurbaşkanı’nın kararname çıkarma yetkisi ilga edilmeli ve yasama yetkisi sadece ve sadece TBMM’nin uhdesinde olan bir yetki olmalıdır. Bu husus TBMM’nin bağımsızlığı ve yürütme organına karşı kontrol-denge (check and balance) vasfını alması sağlanmalıdır.
TBMM’nin bağımsız olmasından bahsetmişken aslında yürütme organının konusuna giren bazı hususlara burada değinilmesi gerekmektedir. Birinci husus Cumhurbaşkanı’nın partili olması hususudur. Kanaatimizce bizim sistemimizde Cumhurbaşkanı olarak adlandırdığımız Başkan’ın (President) partili olmasında bir sakınca bulunmamaktadır. Çünkü yeryüzünde gerçek anlamda bir tarafsızlıktan bahsedemeyiz. Cumhurbaşkanının parti mensubu olmaması tarafsız olduğu veya tarafsızlığını muhafaza edeceği anlamına gelmez. Nitekim yakın tarihte bunun pek çok örneği vardır. Ancak Cumhurbaşkanı’nın parti yöneticisi olması son derece sakıncalıdır. Cumhurbaşkanı mesaisini devlet işlerine ayırması gereken bir kişidir. Devletin genel işleyişi içerisinde var olan meseleler Cumhurbaşkanı’nın ciddi şekilde mesai ayırması gereken konulardır. Öte yandan siyasi parti yöneticiliği de başlı başına mesai ayrılması gereken bir husustur. Bir koltukta iki karpuz taşınmaz düsturunca, bir insanın hem partisinin faaliyetlerine zaman ayırması hem de devlet işlerine mesai harcaması fiilen imkânsızdır. Kaldı ki vatandaşlar tarafından ülke sorunlarına çözüm bulması için seçilen Cumhurbaşkanı’nın ülkeyle alakalı meseleleri bir kenara bırakıp parti faaliyetlerine katılması etik de değildir hukuki de… Öte yandan Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda siyasi parti yöneticisi olması devletin partileşmesi riskini taşımaktadır. Bu husus ise demokrasiye aykırı olduğu kadar, devlet işleyişinde partizanlığa ve liyakatsiz kadroların görev almasına yol açar ve devleti zafiyete uğratır. Öte yandan Cumhurbaşkanının parti yöneticisi olması demek, partisinin milletvekili adaylarını kendisinin belirlemesi anlamına gelmekte ve bu durum da Cumhurbaşkanı’nın kendi partisinin milletvekilleri üzerinden Parlamento’da tahakküm kurmasına yol açmaktadır.
TBMM’nin bağımsız olmasındaki bir diğer husus da TBMM seçimlerinin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden ayrı yapılması zorunluluğudur. Mevcut sistemde TBMM seçiminin yenilenmesi Cumhurbaşkanlığı seçiminin de yenilenmesini veya tam tersi Cumhurbaşkanlığı seçiminin yenilenmesi TBMM seçiminin de yenilenmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu durum da kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır. TBMM seçimleri Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden ayrı yapılmalıdır.
TBMM seçimlerine dair önemli bir diğer husus da temsilde adaletin sağlanması hususudur. Parlamenter sistemin söz konusu olduğu dönemlerde yönetimde istikrarı sağlama adına seçimlerde %10 barajı söz konusuydu ki hala söz konusudur. Ancak artık Başkanlım Sistemine geçildiğine göre temsilde adaletin esas alınması ve milletvekili seçim barajının kaldırılması gerekmektedir. Buna paralel olarak “dar bölge seçim sisteminin” getirilmesi de gerek seçimlerin daha demokratik bir hale gelmesini sağlayacak gerekse arkasında toplum desteği olan milletvekilleri ortaya çıkacağı için Meclis’i Cumhurbaşkanı’na karşı daha güçlü ve daha fonksiyonel bir hale getirecektir.
Yürütme Organının Düzenlenmesi
Yürütme organı denildiği zaman hükümeti (cabinet, goverment) anlıyoruz. Yürütme organının başı ise Cumhurbaşkanı’dır. Burada karşımıza iki tane sistem (rejim) çıkmaktadır. Vatandaş Meclis’i seçer, Meclis kendi içinden bir hükümet kurarsa bu sistem Parlamenter Sistemdir. Vatandaşın Meclis’i ayrı Cumhurbaşkanı’nı ayrı seçtiği ve hükümetin Meclis’in onayına gerek olmaksızın Cumhurbaşkanı tarafından kurulduğu sisteme ise Başkanlık Sistemi dir. Her iki sistemin de kendi içinde avantajları ve dezavantajları vardır. Kanaatimizce Başkanlık Sistemi, siyasal istikrarın sağlanabilmesi adına daha uygun bir sistemdir. Öte yandan Türkiye’deki sistemin başkanlık sistemi olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü başkanlık sistemi dediğimiz zaman yasama, yürütme, yargı kuvvetlerinin ve bu kuvvetleri temsil eden organların son derece sert bir şekilde birbirlerinden ayrılmalarını kast ediyoruz. Türkiye’de ise yürütmenin gerek yasama üzerinde gerekse yargı üzerinde ciddi bir tahakkümünün olduğunu görmekteyiz. Esasında Türkiye’de cari model bir sistem değildir bilakis “kişiye özel” hazırlanmış bir sistemsizlik söz konusudur.
Devlet denilen kurum yüzlerce dişliden oluşan ve birbirleriyle senkronize bir şekilde hareket eden bir makinaya benzer. Türkiye’de yürürlükte olan model ise bütün yetkiyi tek bir kişide toplayan, devletin alt kurumlarının rutin işleyiş prosedürlerini bile tek kişinin inisiyatifine bırakan bir model olması hasebiyle devleti dişlilerden oluşan bir makine olmaktan çıkartmış ve ortada sadece işlevsiz bir cıvata parçası bırakmıştır.
Türkiye modeli, Cumhurbaşkanı seçimleri yenilendiğinde Meclis seçimlerini de otomatikman yenileyen, Cumhurbaşkanı’nın sadece iki dönem seçilebileceğini düzenlemesine rağmen şayet ikinci dönem tamamlanmadan seçim yenilenirse dönemi tamamlamamış sayılacağından (!) Cumhurbaşkanına tekrar seçilme hakkı veren ve bu şekliyle bir kişinin hayatının sonuna kadar Cumhurbaşkanı olarak kalması imkânını sağlayan garabetler içeren bir modeldir. Bu haliyle Türkiye modeli başkanlık sistemi kendi içerisinde ilkesizliği ilke olarak benimsemiş bir modeldir.
Siyasetin Dizaynı
Siyaset kurumunun düzenlenmesi hem bir takım anayasal değişiklikler hem de başta Siyasi Partiler Kanunu olmak üzere yasal değişiklikler gerektirmektedir.
Siyaset kurumunun düzenlenmesinde anayasal olarak getirilmesi gereken en önemli düzenleme bir kişinin (vatandaşın) hayatı boyunca “en fazla” iki defa (dönem) muhtar, belediye meclis üyesi, belediye başkanı, milletvekili, bakan ve Cumhurbaşkanı olabileceği düzenlemesidir. Bu düzenleme siyasette bir sirkülasyon sağlayacak, siyaset kurumunu belli başlı kişilerin tahakkümünden kurtaracaktır. Böylelikle sürekli olarak yeni yüzlerin sahneye çıkmasıyla siyaset sahnesi canlılık ve kalite kazanacaktır.
Siyaset kurumunda getirilmesi gereken ikinci düzenleme ise Siyasi Partiler Kanununun değiştirilmesidir. Mevcut düzenleme siyasi partileri açık açık liderleriyle özdeşleştiren ve siyasi partileri lider sultasına mahkûm eden niteliktedir. Siyasi partilerde lider sultası bitirilerek gerçek demokrasi tesis edilmeli ve bu amaçla delege sistemi kaldırılmalıdır. Parti içi her kademe yöneticilerin seçiminde ilgili üyeler oy kullanmalıdır. Yine siyasi partilerin seçim öncesi aday belirlemelerinde ön seçim şartı getirilmeli ve ilgili siyasi partilerin “üyelerinin” en çok oy verdiği aday adayları o siyasi partinin adayı olarak sahneye çıkmalıdır.
Tekraren ifade edeceğimiz üzere siyasette asıl olan sürekli bir sirkülasyonun tesis edilmesidir. Yani köşe kapıp ömür boyu o köşeleri tutmanın yolu kapatılmalı, sürekli olarak yeni yüzlerin sahneye çıkması sağlanmalıdır. Bu sirkülasyon konusu siyasetin ve siyasetçilerin kalitesini artıracağı gibi ülkenin yönetim kalitesini de aynı oranda yukarılara taşıyacaktır.
Yargı Reformu
Türkiye’nin nasıl bir yargı reformuna ihtiyaç duyduğuna dair görüşlerimizi daha önce başka yazılarımızda ifade etmiştik. Burada da konu bütünlüğünü sağlama adına özet geçmekte fayda var.
Anayasamız yargı kuvvetinin bağımsız mahkemeler tarafından kullanıldığını ifade eder. Ancak Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana yargı organlarının yani mahkemelerin hiçbir dönemde bağımsız olmadıklarını ve yargı organlarının yürütmenin vesayeti altında görev yaptığını söyleyebiliriz. İstiklal Mahkemelerinden, Yassıada yargılamalarına, 12 Eylül yargılamalarından günümüzdeki yargı faaliyetlerine kadar bu vesayeti görmek mümkündür. İşte yargı reformu yaparken başlangıç noktasının yargı üzerindeki yürütme vesayetinin kaldırılması hususu olması gerekmektedir. Bu da Hâkimler Savcılar Kurulu’nun (HSK) yapısının değişmesiyle mümkündür.
HSK’nın yapısının değişmesi gerektiğinden bahsederken iki şeyi kast ediyoruz. Birincisi HSK’nın sadece Hâkimler Kurulu olarak düzenlenmesi gerekmektedir. Hâkimlik ve Savcılık aynı meslekler olmadığı gibi muadil meslekler de değildir. Savcı, yargılama sistemi içerisinde bir taraftır. Sistem içerisinde taraf olan meslek grubunun, sistemin karar verme mercii olan hâkimlik mesleğiyle muadil tutulması, savcıların hâkimlerle aynı haklara sahip olması, hâkimlerle aynı binada (adliye) ve yan yana odalarda görev yapıyor olması adil yargılama kavramıyla bağdaşmaz. Çünkü bütün bu saydıklarım aynı zamanda ceza hukukunun temel ilkelerinden olan silahların eşitliği ilkesiyle de bağdaşmamaktadır. Kaldı ki, hâkim ve savcılar hukuken (de iuri) aynı statüde iken fiilen (de facto) savcılar hâkimlerden daha üst konumdadır.
Evvela adliyenin idari amiri başsavcıdır. Hâkimlerin duruşma salonu olarak hangi odayı kullanacaklarına, makam odası olarak nereyi kullanacaklarına başsavcı karar verir. Bir hâkim dostumla sohbet ederken şöyle demişti; “Başsavcı bize kâğıt vermezse duruşma bile yapamam.”
İkincil olarak ise, özellikle ceza dosyalarında savcıların hâkimleri doğrudan doğruya etkileyebildiklerine, özellikle tutuklama işlemine dair bazı kararlarda ilgili hâkimlerin dosyayı inceleme zahmeti bile göstermeyip soruşturma savcısının telkiniyle hareket etmelerine çok sık rastlanmaktadır.
Adil bir yargılama sisteminin tesisi için hâkimlik ve savcılık mesleklerinin doğalarına uygun olarak farklı meslekler olarak düzenlenmesi, idari ve hukuki olarak bağlı oldukları birimlerin, özlük haklarının, görev yerlerinin tamamen ayrılması gerekmektedir.
HSK’nın yapısının değişmesinden kast ettiğimiz ikinci şey ise Adalet Bakanı ve Müsteşarının HSK (teklif ettiğimiz düzenleme ile artık sadece Hâkimler Kurulu – HK) üyeliğinden çıkartılmasıdır. Adalet Bakanı ve Müsteşarının HSK (HK) üyesi olması demek, yargı erkinin açıkça yürütme erkine bağlı olması demektir. Yargı erkinin yürütme erkine bağlı olması ise hem kuvvetler ayrılığı ilkesine hem yargı bağımsızlığına aykırıdır. Bu aykırılıkların olduğu bir yargı sisteminde ise adil yargılanma hakkı çok kolay bir şekilde ihlal edilir. Adalet Bakanı ve Müsteşarının kurul üyesi olması Anayasa’nın 159’uncu maddesinde ifade edilen mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı ilkelerine de açıkça aykırıdır.
Yargı reformu bağlamında gerçekleştirilmesi gereken üçüncü önemli düzenleme ise Yüksek Mahkemeler yani Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’a atanacak olan üyelerin yargı mensupları tarafından belirlenmesi, Cumhurbaşkanı’nın ve Meclis’in yüksek mahkemelere üye atama konusundaki yetkilerinin ya tamamen kaldırılması ya da sembolik hale getirilmesi (Sadece 1’er veya en fazla 2’şer üye atamaları gibi) gerekmektedir. Bu konu, mahkemelerin bağımsızlığı açısından önemlidir.