Toplulukların “Biz” Olabilmesi yahut Toplumsal Sözleşme
Gerek siyasalda gerek hukukta okurken Jean Jacques Rousseau’nun “Devlet bir toplumsal sözleşmedir” (*) görüşünü çok defa duymuş ancak bu sözü kafamda tam olarak yerine oturtamamıştım. Çünkü bizim fikri genetiğimize göre devlet denilen organizasyon dar bir zümre tarafından kurulur ve toplumun geri kalanı da devleti kuranlara itaat eder. Toplumu oluşturan fertlerin bir araya gelip aralarında anlaşarak bir devlet kurdukları veya devleti toplumun ortak menfaatine göre şekillendirdikleri (en azından bizim tarihimizde) görülmüş şey değildir. O nedenle Rousseau’nun bu sözü benim için romantik bir söylemden öte bir anlam taşımadı. Ta ki az buçuk hayat tecrübesi ve siyasi tecrübe elde edinceye kadar.
Bir önceki yazımızda, “yeni bir anlayış” olarak adlandırdığımız zihniyet devriminin devlet algısının değişmesiyle başlaması gerektiğini ifade etmiştik. İşte bu zihniyet değişiminin bir diğer ve önemli basamağı toplumsal sözleşmenin gerçekleştirilmesidir.
Türkiye’de yaşayan farklı dinî, ırkî, kültürel toplulukların yüzlerce yıldır bir arada yaşamalarına rağmen hala birbirlerini bir kaşık suda boğacak seviyede birbirlerine düşman olmaları, bu coğrafyada yaşayan insanların artık kendi aralarındaki anlamsız mücadeleye son verip kendi toplumsal sözleşmelerini ortaya koymaları gereğini doğurmaktadır. Devletin reorganizasyonu zorunluluğunun bir realiteye dönüşebilmesi için Türkiye coğrafyasındaki bütün toplulukların kendilerinden olmayan herkesi artık kendileri gibi görmeye başlaması veya öyle görmese bile kendilerinden olmayanların da bir takım haklara sahip oldukları gerçeğini kabul etmesi toplumsal sözleşmenin ilk adımını oluşturacaktır.
ABD Anayasası Penceresinden Toplumsal Sözleşme
Yeryüzünde “toplumsal sözleşme” ifadesini tam anlamıyla karşılayan ülkelerin İngiltere ve ABD, Avustralya vb. gibi eski İngiliz kolonileri olduğunu söyleyebiliriz. Zaten dünya ekonomisini ve siyasetini birkaç yüzyıldır bu ülkelerin domine etmeleri tesadüfî değildir. İleride yeni bir anayasa ihtiyacı konusunda daha detaylı anlatılacak olmasına rağmen meseleye anayasa hukuku bağlamında açıklık getirilmelidir. Bu nedenle ABD Anayasası’nın başlangıç bölümünden kısaca bahsetmek faydalı olacaktır.
ABD Anayasası’nın başlangıç bölümü (Preamble) sadece dört satıra tekabül eden tek bir cümleden oluşmaktadır ve şu şekildedir; “We the people of the United States, in Order to form a more perfect Union, establish Justice, insure domestic Tranquality, provide for the common defence, promote the general Welfare, and secure the Blessing of Liberty to ourselves and our Posterity, do ordain and establish this Constitution for the United States of America” (Biz, Birleşik Devletler Halkı, daha mükemmel bir Birlik yaratmak, adaleti sağlamak, ülke içinde huzuru güvence altına almak, ortak savunmayı gerçekleştirmek, genel refahı artırmak ve özgürlüğün nimetlerini kendimize ve gelecek kuşaklara sağlamak için bu Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nı takdir ve tesis ediyoruz.)
Asıl konuya girmeden önce antrparantez bir hususa değinmek lazım. Biz hukukçuların kodifikasyon dediğimiz kanun metni oluşturma perspektifinden baktığımız zaman bu metin çok zengin ve çok derin bir hukuki içeriğe sahiptir. ABD Anayasası’nın geri kalan kısmını bir kenara bıraksak bile, bu başlangıç kısmı (Preamble) ABD vatandaşlarının haklarını, ABD’nin devlet ve yönetim anlayışını ve ABD’deki sivil teşebbüsün serbestîsini ve gücünü tek başına anlatmaktadır.
ABD Anayasası’nın bütün sihrinin ilk kelimenin içinde saklı olduğunu söylemeliyiz; We! (Biz!) ABD halkını oluşturan tüm milletler, dini gruplar, mezhep mensupları, kültürler işte bu “we”nin (biz) içinde mündemiçtir. ABD’yi kuran insanlar tek milletten, tek dinden, tek kültürden gelen insanlar değillerdi. O nedenle dinî, ırkî, kültürel, mezhepsel vb. bütün farklılıkları bir kenara bırakıp, birbirlerinin dünya görüşlerine saygı duyarak hatta birbirlerinin haklarını koruyarak hep birlikte yaşayacakları bir toplumsal sözleşme akdettiler. Bu akit ABD Anayasası’nın bizatihi kendisidir. Britanya Krallığı’na tabi onüç (13) koloni krallığa baş kaldırıp bağımsızlıklarını kazanmalarını müteakip birleşerek yeni bir devlet kurma iradesi gösterdiler. Zamanla bu birliğe başka eyaletler de katılarak bugünkü elli eyaletli ABD meydana geldi. Çok farklı topluluklar dinsel, ırksal, mezhepsel, kültürel vb. farklılıklarını bir kenara bırakıp aralarında bir anlaşma yaparak tek bir üst kimlikte, ABD vatandaşlığı üst kimliğinde birleştiler.
“Biz” Olamayan Türkiye
İşte Türkiye’nin kuruluşundan bu yana gerçekleştiremediği şey tam olarak bu oldu. Türkiye’de yaşayan topluluklar “BİZ” olma iradesini bugün bile ortaya koyamadılar. Bu coğrafyada dünyaya gelen her fert binlerce yıllık tarihi anlaşmazlıkları sırtına yük alarak dünyaya geldi. Bu coğrafyada doğan her kişi, birey olmadan önce inanan-inanmayan, Müslim-Gayri Müslim, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Sağcı-Solcu vs. vs. oldu. İktidar nimetine az çok sahip olan her grup ilk önce kendi adamlarını devlette kadrolaştırıp karşı tarafa savaş açma ve karşı tarafın yaşam alanına müdahale etme yolunu seçti. Hiçbir grup, karşı tarafın da insan olmaktan doğan bir takım hakları olduğunu, o haklara saygı gösterilmesi gerektiğini ve karşı tarafın yaşam alanına müdahale edilmemesi gerektiğini düşünmedi. Her bir grup kendisini karşı tarafla bir savaş içerisinde gördü ve savaşını sonuna kadar götürdü. Bu savaş hali idari ve hukuki alanda birçok saçmalıklar silsilesinin yaşanmasına sebep oldu. 27 Mayısçılar, 9 Martçılar, 12 Martçılar, 12 Eylülcüler, 28 Şubatçılar, Ergenekon-Balyozcular, 15 Temmuzcular ve akabinde 16 Temmuzcuların yaptıklarının birbirinden hiçbir farkı yoktur ve tüm bu tarihlerde yaşananlar birbirinin aynı saçmalıklar silsilesinden başka bir şey değildir. Türkiye’de yaşayan topluluklar artık hep birlikte yaşama iradesini ortaya koyup, karşı taraf olarak gördüğü kişilerin / toplulukların yaşam alanlarına müdahale etme kötü alışkanlığından vazgeçmediği sürece bu saçmalıklar silsileleri yaşanmaya devam edecektir. Saçmalıklar yaşanmaya devam ettikçe de, Türkiye bırakın dünyada veya kendi bölgesinde söz sahibi olmayı, kendi hükümranlık alanında bile ABD’nin, İngiltere’nin, Rusya’nın ağzına bakmaya devam edecektir.
Peki, bu bir arada yaşama nasıl gerçekleşir? Cevabı çok basit, uygulaması çok zor! Her topluluk diğer toplulukları kendisi gibi bilecek ve beraber yaşamak için gerekirse bir takım fedakârlıklar yapacak. Gerekirse Türk Türklüğünü unutacak, Kürt de Kürtlüğünü unutacak. Kabul etmek zor olsa da, işimize gelmese de “Türk milleti” ifadesinde ısrar etmek, Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti’ne aidiyet duymalarına mani olacaktır. Kürtlerin de dâhil olacağı renksiz bir yapı Türkiye Cumhuriyeti’nin beka sorunu yaşamaması adına son derece hayati bir önem taşımaktadır.
Bir diğer nokta Yavuz Selim Han’la Şah İsmail’den beri süregelen mezhepsel ayrılıkların meydana getirdiği derin uçurumlardır. Bu uçurumların aşılması adına tarikat şeyhiyle Alevi dedesini, tekkeyle cem evini barıştırmak olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Tarikat şeyhiyle Alevi dedesi birlikte el ele insanlara hitap etmeli, cem evlerinin ibadethane statüsü devlet nezdinde kabul edilerek kamunun cem evlerine hak ettikleri finansal aktarımı gerçekleştirmesi sağlanmalıdır.
Siyasi partilerin ideolojik temellere dayalı olarak kurumsallaşması hususu sona ermelidir. Her siyasi partinin içinde toplumun her kesiminden insanlar yer almalıdır. Böylece siyasi partiler ülkenin gerçek problemlerine çözüm üreten organizasyonlar haline gelir.
Kamuya personel alımlarında mülakat kaldırılmalı, sınavda başarılı olan kişi kimliğine bakılmaksızın kadroya alınmalıdır. Bu liyakat sistemi sadece kamuya alımlarda değil, meslek içi atama ve terfilerde de kendini göstermelidir.
Kısacası, bu coğrafyadaki her insanın sırtına bindirilen binlerce yıllık problemler artık o sırtlardan indirilmelidir.
Kaldı ki burada bahsedilen hususlar bu coğrafyaya yabancı şeyler değildir. Esasında başka toplulukların yaşam tarzlarına saygı duyan, onları olduğu gibi kabul eden bir toplum olunabilmesi için ne ABD Anayasasına ne de başka bir batılı reçeteye ihtiyaç bulunmamaktadır. Yaklaşık bin sene önce bu coğrafyayı gönülleriyle yoğuran Mevlana Celaleddin Rumi’nin, Hacı Bektaşi Veli’nin, Yunus Emre’nin, Ahi Evran’ın beyanlarıyla şekillenen bu toplumun mayasında başkalarını olduğu gibi kabul etme anlayışı zaten vardır.
“Ne olursan ol yine gel”, “Yaratılanı sev, yaratılanı hoş gör Yaratan’dan ötürü”, “Kapını, gönlünü, sofranı herkese aç” gibi ifadeler bugün için sadece birer Facebook paylaşımı kıymetinde olsa da, bu coğrafyanın backgroundunda karşılığı ve uygulaması olan birer yaşam felsefesidirler. İşte bu sözlerin geçmişte olduğu gibi bugün de Türkiye topluluklarının ve devletinin yaşam felsefesi haline gelmesi gerekmektedir.
Devletin reorganizasyonu çerçevesinde ilk adım olan “yeni anlayış”ın önemli bir merhalesi dinsel, ırksal, mezhepsel, kültürel vs. ayrılıkların birer zenginlik olarak kabul edilip her topluluğun “şu an için” karşı taraf olarak gördüğü gruplarla bir arada yaşama iradesini göstermesi olacaktır. Her fert ve topluluk başka fertlerin ve toplulukların yaşam tarzlarına saygı göstermeyi ve onlarla birlikte yaşamayı öğrenmelidir. Bu ülkenin bütün Türkleri, Kürtleri, Lazları, Çerkezleri, Çingeneleri, inananları, inanmayanları, Müslümanları, Hristiyanları, Musevileri, Süryanileri, Sünnileri, Alevileri, Caferileri, dindarları, sekülerleri, kısaca bütün fertleri kendileri olarak birlikte yaşama iradesini ortaya koymalıdırlar. Gerçek anlamda bir “reorganizasyonun” gereği olan toplumsal sözleşme ancak böyle gerçekleştirilebilir.