“Devlet nedir?” sorusu tarih boyunca pek çok düşünür tarafından farklı şekillerde cevaplanarak “devlet” kavramının bir tanımı yapılmaya çalışılmıştır.
En eski devlet kuramcıları sayılan Platon ve Aristoteles’e göre devlet, bütün bir insan topluluğunun siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik gereksinmelerine en iyi yanıt verebilecek, böylelikle daha iyi bir yaşamı gerçekleştirebilecek tek örgütlenme biçimidir.
İngiliz düşünür Thomas Hobbes ve Hollandalı düşünür Baruch Spinoza, devletin bir “Toplumsal Sözleşme” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu düşünürler, başlangıçta herkesin kendi kişisel hak ve çıkarlarını öncelikle korumaya çalıştıklarını ancak zamanla akılları ile hareket edeceklerini ve karşılıklı olarak bütün haklarını veya haklarının bir kısmını devrederek aralarındaki kavgayı sona erdiren toplumsal bir hayatı başlatacaklarını öne sürerler. Bu yeni hayatın düzenini oluşturacak olan da toplumsal sözleşmedir.
Toplumsal Sözleşme
Jean-Jacques Rousseau ise devletin ve hükümdarın gücünün Tanrı’dan değil, geneli iradeden kaynaklandığını öne sürdü. Ona göre asıl egemen olan ulustu ve hukuki aslında yönetilen halkın iradesinden başka bir şey değildi. Bir noktada Platon’dan etkilenen düşünür, devleti “insanlığın ahlaksal gelişimini en iyi biçimde gerçekleştirebilmesine olanak veren bir ortam” olarak değerlendiriyordu. Hobbes’un tersine insan doğasının iyi olduğuna, ama kişisel çıkarların kaçınılmaz olarak çatışacağına inanıyordu. Rousseau’ya göre devlet “Toplumsal Sözleşme” idi. Sağlıklı bir devletin, toplumsal sözleşmeye uyduğu ve kamu yararını gözettiği ölçüde var olabileceğini düşünüyordu.
Kuvvetler Ayrılığı
18. yüzyıl düşünürü Montesquieu, devletin yasama, yürütme ve yargı erklerinin tek bir kişi veya kurumda toplanmaması gerektiğini vurguladı. Kuvvetler ayrılığı ilkesi böyle ortaya çıktı. Burke ise halk egemenliği adına geçmişin mirası olan değerlerin yok edilebilmesi tehlikesine karşı, meşru ve sorumlu olmanın yanı sıra güçlü olan merkezi devleti savundu.
19. yüzyılın yararcı düşünürü Jeremy Bentham toplumsal sözleşme, kamu yararı, genel irade gibi kavramların gerçekçi olmadığını, devletlerin ancak ne kadar çok sayıda insanı ne kadar çok mutlu ettiklerine bakılarak yargılanabileceklerini savundu.
Bırakınız Yapsınlar, Bırakınız Geçsinler
James Mill ise, aydın bir seçmen kitlesinin iyi bir devlet yaratmaya, “laissez-faire, laissez-passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) şeklinde özetleyebileceğimiz klasik ekonomi anlayışının da toplumsal uyum ve dengeyi sağlamaya yeteceğine inanıyordu.
Alman düşünürü Hegel devleti siyasal örgütlenmenin ön yüksek biçimi olarak tanımladı.
Marx ve Engels’e göre feodalizmden bu yana her zaman bütün topluma ait bir kurum olarak görülmüş olan devlet, aslında her dönemde egemen sınıfın baskı ve denetim aygıtı olmuştu. Var olan üretim biçiminin ve üretim ilişkilerinin sürmesini sağlamakla yükümlü olan devlet, sınıflar arası çatışmaları egemen sınıf lehine sonuçlandırmaya çalışan bir araçtı. Sınıfsız bir topluma ulaşıldığında gerçekten bütün topluma ait duruma gelen devlet, varlık nedeni ortadan kalkacağı için sönüp gidecekti.
20. yüzyıl düşünürlerinden İtalyan Vilfredo Pareto ve Gaetano Mosca ise, devletin seçkinlerce yönetildiğini ve iktidar değişikliklerinin siyasal gücün bir seçkin grubundan ötekine devrinden başka bir şey olmadığını savunmuştur.
Aile Reisi
“Devlet” kavramını en basit şekliyle “aile reisi” benzetmesiyle ifade edebiliriz. Temel yaklaşım olarak, aynı çatı altında yaşayan bir aile için aile reisi (baba) ne ifade ediyorsa, aynı topraklar üzerinde yaşayan topluluk (millet) için de “devlet” aynı anlamı ifade etmektedir.
Buradaki asıl sorun, devletin nasıl bir baba olduğuyla alakalıdır;
Ailesini koruyup gözeten, evlatlarının iyi bir birey olarak yetişmeleri için üzerine düşen her vazifeyi yapan, evlatlarının yaşam standartlarını üst seviyelere çıkarmak için çalışan, evlatlarını birbirinden ayırmayan ve evlatlarına eşit bir şekilde yaklaşan bir baba da olabilir;
Veya,
Ailesini/evlatlarını pek de önemsemeyen, evlatları arasında ayrım yapan, ailesi sefalet içinde yaşarken kendisi zevk-ü sefa içinde yaşayan, hatta bu zevk-ü sefadan geri kalmamak için aile fertlerinin kazançlarına dahi el uzatan, aile fertlerine sürekli kötü muamelede bulunan bir baba da olabilir.
Kötü Baba
Her iki ihtimalde de babanın kendi kişisel özellikleri kadar, aile fertlerinin bu babanın davranışlarına karşı gösterdiği tepki de önemlidir. Zira birinci örnekteki yani iyi olan baba, aile fertlerinden bu örnek davranışlarının karşılığı olarak her zaman olumlu bir karşılık görecek ve huzurlu bir aile ortamı kalıcı olarak tesis edilecektir.
Hakeza ikinci örnekteki kötü baba da, bu kötülüklerine karşı aile fertleri tarafından bir tepki gösterilmediği sürece kötülüklerini artırarak devam ettirecek ve huzuru kalmayan bu aile ilânihaye savrulup gidecektir.
Milletimiz bugün iyi olan babayla, kötü olan baba arasında bir tercih yapmak durumundadır. Milletin kaderini kendi yaptığı bu tercih belirleyecektir.
“Devlet nedir?” sorusu tarih boyunca pek çok düşünür tarafından farklı şekillerde cevaplanarak “devlet” kavramının bir tanımı yapılmaya çalışılmıştır.
En eski devlet kuramcıları sayılan Platon ve Aristoteles’e göre devlet, bütün bir insan topluluğunun siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik gereksinmelerine en iyi yanıt verebilecek, böylelikle daha iyi bir yaşamı gerçekleştirebilecek tek örgütlenme biçimidir.
İngiliz düşünür Thomas Hobbes ve Hollandalı düşünür Baruch Spinoza, devletin bir “Toplumsal Sözleşme” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu düşünürler, başlangıçta herkesin kendi kişisel hak ve çıkarlarını öncelikle korumaya çalıştıklarını ancak zamanla akılları ile hareket edeceklerini ve karşılıklı olarak bütün haklarını veya haklarının bir kısmını devrederek aralarındaki kavgayı sona erdiren toplumsal bir hayatı başlatacaklarını öne sürerler. Bu yeni hayatın düzenini oluşturacak olan da toplumsal sözleşmedir.
Toplumsal Sözleşme
Jean-Jacques Rousseau ise devletin ve hükümdarın gücünün Tanrı’dan değil, geneli iradeden kaynaklandığını öne sürdü. Ona göre asıl egemen olan ulustu ve hukuki aslında yönetilen halkın iradesinden başka bir şey değildi. Bir noktada Platon’dan etkilenen düşünür, devleti “insanlığın ahlaksal gelişimini en iyi biçimde gerçekleştirebilmesine olanak veren bir ortam” olarak değerlendiriyordu. Hobbes’un tersine insan doğasının iyi olduğuna, ama kişisel çıkarların kaçınılmaz olarak çatışacağına inanıyordu. Rousseau’ya göre devlet “Toplumsal Sözleşme” idi. Sağlıklı bir devletin, toplumsal sözleşmeye uyduğu ve kamu yararını gözettiği ölçüde var olabileceğini düşünüyordu.
Kuvvetler Ayrılığı
18. yüzyıl düşünürü Montesquieu, devletin yasama, yürütme ve yargı erklerinin tek bir kişi veya kurumda toplanmaması gerektiğini vurguladı. Kuvvetler ayrılığı ilkesi böyle ortaya çıktı. Burke ise halk egemenliği adına geçmişin mirası olan değerlerin yok edilebilmesi tehlikesine karşı, meşru ve sorumlu olmanın yanı sıra güçlü olan merkezi devleti savundu.
19. yüzyılın yararcı düşünürü Jeremy Bentham toplumsal sözleşme, kamu yararı, genel irade gibi kavramların gerçekçi olmadığını, devletlerin ancak ne kadar çok sayıda insanı ne kadar çok mutlu ettiklerine bakılarak yargılanabileceklerini savundu.
Bırakınız Yapsınlar, Bırakınız Geçsinler
James Mill ise, aydın bir seçmen kitlesinin iyi bir devlet yaratmaya, “laissez-faire, laissez-passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) şeklinde özetleyebileceğimiz klasik ekonomi anlayışının da toplumsal uyum ve dengeyi sağlamaya yeteceğine inanıyordu.
Alman düşünürü Hegel devleti siyasal örgütlenmenin ön yüksek biçimi olarak tanımladı.
Marx ve Engels’e göre feodalizmden bu yana her zaman bütün topluma ait bir kurum olarak görülmüş olan devlet, aslında her dönemde egemen sınıfın baskı ve denetim aygıtı olmuştu. Var olan üretim biçiminin ve üretim ilişkilerinin sürmesini sağlamakla yükümlü olan devlet, sınıflar arası çatışmaları egemen sınıf lehine sonuçlandırmaya çalışan bir araçtı. Sınıfsız bir topluma ulaşıldığında gerçekten bütün topluma ait duruma gelen devlet, varlık nedeni ortadan kalkacağı için sönüp gidecekti.
20. yüzyıl düşünürlerinden İtalyan Vilfredo Pareto ve Gaetano Mosca ise, devletin seçkinlerce yönetildiğini ve iktidar değişikliklerinin siyasal gücün bir seçkin grubundan ötekine devrinden başka bir şey olmadığını savunmuştur.
Aile Reisi
“Devlet” kavramını en basit şekliyle “aile reisi” benzetmesiyle ifade edebiliriz. Temel yaklaşım olarak, aynı çatı altında yaşayan bir aile için aile reisi (baba) ne ifade ediyorsa, aynı topraklar üzerinde yaşayan topluluk (millet) için de “devlet” aynı anlamı ifade etmektedir.
Buradaki asıl sorun, devletin nasıl bir baba olduğuyla alakalıdır;
Ailesini koruyup gözeten, evlatlarının iyi bir birey olarak yetişmeleri için üzerine düşen her vazifeyi yapan, evlatlarının yaşam standartlarını üst seviyelere çıkarmak için çalışan, evlatlarını birbirinden ayırmayan ve evlatlarına eşit bir şekilde yaklaşan bir baba da olabilir;
Veya,
Ailesini/evlatlarını pek de önemsemeyen, evlatları arasında ayrım yapan, ailesi sefalet içinde yaşarken kendisi zevk-ü sefa içinde yaşayan, hatta bu zevk-ü sefadan geri kalmamak için aile fertlerinin kazançlarına dahi el uzatan, aile fertlerine sürekli kötü muamelede bulunan bir baba da olabilir.
Kötü Baba
Her iki ihtimalde de babanın kendi kişisel özellikleri kadar, aile fertlerinin bu babanın davranışlarına karşı gösterdiği tepki de önemlidir. Zira birinci örnekteki yani iyi olan baba, aile fertlerinden bu örnek davranışlarının karşılığı olarak her zaman olumlu bir karşılık görecek ve huzurlu bir aile ortamı kalıcı olarak tesis edilecektir.
Hakeza ikinci örnekteki kötü baba da, bu kötülüklerine karşı aile fertleri tarafından bir tepki gösterilmediği sürece kötülüklerini artırarak devam ettirecek ve huzuru kalmayan bu aile ilânihaye savrulup gidecektir.
Milletimiz bugün iyi olan babayla, kötü olan baba arasında bir tercih yapmak durumundadır. Milletin kaderini kendi yaptığı bu tercih belirleyecektir.