Meclis; göl ve pınar hükmündedir. Milletvekilleri göle dökülen ırmaklar gibidir. Yani ırmaklar göle bağlı değil. Göl, ırmaklardan gelecek sulara bağlıdır. Yoksa kurur.
Demokrasilerde; göl hükmünde olan bir kişinin, bir idarecinin dediği olmuyor. Kısaca dediğim dedik olmuyor! Ya ne oluyor? Sağdan soldan, her taraftan gelen milletvekillerinin dedikleri oluyor. Bunu da Demokrasi sağlamış bulunuyor.
Artık çoğunluğun reyi, görüşü yerine geliyor. Ekseriyetin sesi çıkıyor. Milletin sesi yükseliyor. Halkın dediği oluyor. Öyleyse demokrasilerde, idareden dolayı duyulan endişeler yersizdir. Demokrasi’de milletin hakimiyeti asıldır. Demokrasi’de milletin egemenliği geçerlidir.
Demokrasi millet hakimiyetidir. “Hakimiyet bila kayd ü şart (kayıtsız şartsız) milletindir.” En azından çoğunluğun sesini duyurmaktadır. Tabii ki, azınlığın zararına değil. Azınlığın haklarını görmezlikten gelerek değil. Demokrasi, şüphesiz azınlıkları hesaba katmazlık şeklinde anlaşılmamalı. Böyle anlatılmamalı Demokrasi.
Çünkü hak, haktır. Hakkın küçüğü büyüğü olmaz. Hakkın hatırı âlidir, yüksektir. Hakkın hatırı hiçbir hatıra feda edilmez. Hiçbir hak görmezlikten gelinmez. Gözardı asla edilmez. Hem de edilmemeli. Kişi topluma feda edilmemeli. Toplum için bireyin hakkı ikinci plana itilmemeli.
Fert kendi rızasıyla, toplum için hakkından vazgeçer, cayar. O başka mes’ele. Birey toplum için kendini isteyerek feda eder. O ayrı bir iş. Bu ferdin takva cihetidir. Bu, kişinin faziletidir. Bu, bireyin erdemliğidir. Kimseden böyle bir erdem, böyle bir fedakarlık, böyle bir özveri yapması istenemez. Ondan bu beklenemez. Kendiliğinden yaparsa; ancak takdir ve tahsin edilir, beğenilir. Hareketi güzel bulunur.
Çünkü herkese hayat bir kere bahşedilmiştir. Bir kere verilmiştir. İkinci bir defa verilmeyecektir. Hayat hakkında -tabir caizse- ikinci bir şansı yoktur. O bakımdan hayat kutsal ve dokunulmazdır. Hayata kastetmek, hayattan etmeye kalkışmak kimsenin hakkı da değildir haddi de.
Hemen belirteyim ki, savaş hali ayrı bir konudur. Bahsimizle ilgisi yoktur. Evet meşru nefis müdafaası hâriç; tabii bir hak olan kendimizi savunmamız dışında; hayatla oynamaya kimsenin hakkı yoktur. Olamaz da.
Çünkü âyette geçtiği gibi: “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir.”
Demokrasinin nasıl bir nimet olduğunu bir de şu örnekle gösterelim: Bir doktor düşünün ki, hastası huzuruna gelmiyor. Veya kendisi hastanın ayağına gitmiyor. Ama buna rağmen ona ilaç yazıyor! Reçete düzenliyor! Neye göre? Hastanın doktora gönderdiği adamın hastalığı -ister istemez- doğru veya yanlış, eksik veya fazla anlatışına göre.
Yazılan ilaç; bir bakıma deva olsa bile; hastalığı nakleden kimse, yanlış veya eksik anlatmışsa; Doktorun bu anlatışa dayanarak verdiği ilaç; zatında doğrudur. Aslında devadır. Lakin mukteza-yı hale binaen yani gerçek duruma göre yanlıştır. Deva yerine zehir hükmüne geçer.
Zira anlatanın eksik veya fazla tasviri; ilacın yanlış verileceğine sebep olur. Unutmayalım ki, bu hususta görmek duymaktan üstündür.
Doktor’un doğru teşhis, doğru tanı koyması, ancak hastayı bizzat görmesine, hastayı bizzat muayene etmesine bağlıdır. Doğru teşhis için, ya doktor hastanın yanına gitmelidir. Ya da
hasta doktorun ayağına gelmelidir.
Ancak bu durumda yerinde ve doğru teşhis ve tanı konabilir. Ancak bu şekilde verilen ilaç tedavi edebilir. Çünkü teşhis de isabetlidir. Tedavi ve iyileştirme de yerindedir.
İşte Demokrasi’de hükümet; doktor hükmündedir. Milletvekilleri; geldiği yörenin, geldiği mahallin bütün dertlerini bilen hasta sayılır. Yani milletvekilleri, doktorun bizzat ayağına gelen, doktora bizzat muayene olan hastalar gibidir. Hükümet de doktor mesabesindedir.
Meclis ise adeta muayenehane hükmündedir. Mecliste her mes’ele konuşur. En ücra yurt köşesinin mes’eleleri, problemleri; doktorun yani hükümetin önünde dile getirilir. Doğru teşhis konur, etkili ilaç verilir. Böylece hasta – doktor uyumu sağlanmış, Vatandaş – Devlet ilişkisi rayına oturmuş olur.
İşte bu Demokrasi nimetidir. İşte bu meşveret, şura, danışma anlamında olan meclis ve parlamentonun en güzel işlevidir. İşte bu, XII – XIII yüzyıl sonra insanın; İslamiyete yaklaşmasıdır. Ruhu, İslamiyetin manen içeriğinde bulunan Meşrutiyet ve Demokrasi nimetinin farkına varmasıdır.
Üstelik dökülen nice insan kanı bahasına. Hemen söyliyeyim ki, Avrupa’ya çok pahalıya mal olan, İslamın ruhuna bu yaklaşış; Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti için çok ucuza mal olmuştur. Yani bunun için zikre değer kan dökülmemiştir; Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nde.
Öyleyse İslamiyetin ruhuna uygun olan Demokrasi nimetinin kıymetini bilelim. Daha da geliştirerek, daha da yerleştirerek, daha çok yararlanmak imkanını elde edelim.