Oğuz Çetinoğlu: Bir basın mensubu olarak başarılı, daha da önemlisi istikrarlı bir çalışma hayatınız oldu. Başarınızın sırlarını, sizin gibi olmak isteyenler için açıklamanız mümkün mü?
Belma Aksun: Sanırım Bâb-ı Âli’de, mesleğe aynı gazetede başlayıp aynı gazetede bitiren gazeteci pek fazla değildir. Basın, çalışanlar açısından pek istikrarlı bir iş kolu değil galiba. Defalarca iş yeri değiştirmek, hatta aynı gazeteye birkaç defa girip çıkmak olağan sayılır bu iş kolunda… Belki de alışkanlıklarına bağlı, işyeri değiştirmekten pek hoşlanmayan biri oluşum ve de mesleğimi, yaptığım işi çok sevmemdendir bu. Tabii bir de, zaman zaman gel gitler yaşansa da, aynı iş yerinde kesintisiz çalışma şansı bulabilmemden…
Fazla ilan gelip de köşemin yayınlanmadığı günler karalar bağlardım. Ve de yıllık tatile giderken, ben yokken yayınlansın diye, gece gündüz çalışır, 30-35 günlük yedek köşe yazısı bırakırdım.
Çetinoğlu: Üstadımızın Osmanlı Cihan Devleti hakkında söylediği ‘Muhteşem devlet, madde planında yok edildiği halde, kafa ve kalplerde hâlâ yaşıyor…’ sözünü, Ziya Nur Aksun hakkında kullanmak durumundayız. Madde planında yok, fikir plânında, bütün hayatiyle yaşıyor.
Ziya Nur Aksun’un fikriyatının gelecek nesillere intikali, bıraktığı çok kıymetli eserle elbette mümkündür. Fakat ‘kâfi değildir‘ diye düşünmek de mümkün. Mesela hukukçu ve tarihçi öğretim üyeleri talebelerine; Ziya Nur Aksun hakkında mezuniyet, yüksek lisans ve doktora tezi hazırlamalarını söylemeliler. Bu tür çalışmalar var ise de bu çalışmaları kemiyet ve keyfiyet itibariyle yeterli buluyor musunuz?
Araştırmacılara bilgi aktarımı kabilinden bu çalışmaları isim ve yazarları itibariyle bu röportaja kaydedebilir miyiz?
Aksun: Ziya Nur Aksun hakkında, bildiğim kadarıyla Konya Selçuk Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nden Fatma Gülser Özer’in tez çalışmasından başka bir çalışma yok. Bu tür çalışmaların daha fazla yapılmasını isterim elbette.
Ama benim asıl istediğim, Ziya Nur Aksun’un Osmanlı tarihinin, en azından onun tarih görüşünü esas alan bir tarihin bir gün okullarda ders kitabı olarak okutulması… Tarihimize çarpık, şaşı bakmaktan kurtulan, böylece geçmişi hakkıyla bilip geleceğe güvenle, isabetle bakıp doğru karar verebilen nesiller yetişmesi.
Diliyle, üslûbuyla, tenkit ve tahlilleriyle abide bir eser olduğuna inandığım onun Osmanlı Tarihi, adeta ters duran, durdurulmaya çalışılan bir piramidi ayakları üstüne muhkemce oturtan bir tarih bence. Onu okuduğumda, tarihteki olaylar ve şahıslar yerli yerine, ait oldukları, hak ettikleri yere oturdular.
Çetinoğlu: Gazetecilik eğitimi verilen okullarda Belma Aksun hakkında tezler hazırlanmalı. Bir sokağa, bir okula isminiz verilmeli. İlgililere buradan hatırlatmış olayım.
Ağabeyinizle ilgili düşünce ve hatıralarınız ‘Bir Millet Mistiği: Ziya Nur Aksun‘ isimli eserinizde var. Şahsınıza ait hatıralarınızı yazıyor musunuz?
Aksun: Teveccüh buyurmuşsunuz, teşekkür ederim. Hakkımda tez hazırlanması, bir sokağa ismimin verilmesi gibi şeyler aklımın ucundan bile geçmedi, inanın. Kendi çapında yazıp çizen ve bundan zevk alan, kendi halinde biriyim ben. Bunca önemsenecek ne yaptım ki?
Hatıralarımı yazmıyorum.
Çetinoğlu: Hatıra yazmanın faydalı ve mahzurlu tarafları hakkındaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?
Aksun: Hatıra yazmak elbette yararlı, hatta belki de gerekli. Geçmişe ışık tutan geleceğe kalacak bilgilerin, bire bir yaşanmışlıkların ayak izleri onlar. Kaçınılmaz olarak az veya çok sübjektif olmaları, artık hayatta olmayanları cevap hakkından yoksun bırakmak, yaşayanlarla da polemiğe girmek gibi sakıncaları olsa da ilgiyle ve kolayca okunan yararlı bir tür olduğu kanaatindeyim. Söylendiğine göre, çok da rağbet görüyorlarmış.
Çetinoğlu: Merhum, Osmanlı tarihi kadar batı düşünce ve siyaseti hakkında da derin bilgi sâhibi idi. Batı ile alâkalı olarak hangi yayınları ve yazarları takip ediyordu?
Aksun: Ağabeyim adına bu sorunuza cevap vermem imkânsız. Daha önce de dediğim gibi öyle geniş bir yelpazede ve o kadar çok şey okurdu ki…
Çetinoğlu: Siz hangi batılı yazarları takip ediyorsunuz?
Aksun: Yayın ve yazar ismi vermek benim için bile çok zor. Ama defalar defalarca okumaktan vazgeçemediğim kitap derseniz, Mevlana’nın Mesnevi’si derim. Hem de her defasında yepyeni şeyler keşfederek…
Çetinoğlu: Vazgeçilmezleriniz nelerdir?
Aksun: Vazgeçilmezim, kendime olan saygımdır. Yirmi yaşlarındayken “Tek efendim gururum” derdim, çok önemliydi benim için, hâlâ da öyle… Bu yüzden bedel ödemek zorunda da kaldım ama asla pişman olmadım ve hiçbir zaman kendime olan saygıma halel gelmesine izin de, fırsat da vermedim… Aksi halde yüzüm kızarmadan aynaya bakamazdım sanırım.
Onun dışında hiçbir şey, hiçbir kimse, hiçbir makam, mevki vb. benim için vazgeçilmez değildir.
Çetinoğlu: Ağabeyiniz velût bir müellifti. Nasıl yazıyordu, çalışma prensipleri nelerdi?
Aksun: Ağabeyim gerçekten de velût bir yazardı. Pek çok eser verebileceği en verimli çağında susmak zorunda kaldı. Ne diyebiliriz ki? Takdir-i İlâhi! Elbet her şeyde bir hayır vardır.
Ağabeyim büyük boy teksir kâğıtlarına stiloyla (dolma kalemle) yazardı. Geceleri sabaha kadar yazardı. Altı cilt halinde yayınlanan, şimdiye kadar üç baskı yapan Osmanlı Tarihi’ni de böyle yazmış ve sanırım bir defa bile baştan sona okuma fırsatı bulamamıştı. (Yayınlanmadan önce birlikte okumuş, ara başlıklar çıkarmıştık. Editör Erol Kılıç’ın büyük bir titizlikle yayına hazırlaması sonucunda yayınlandı. Altı cilt halinde üçüncü baskısı yapıldı ama tek tek padişahlar vb. şeklinde ayrı ayrı kitaplar halinde defalarca yayınlanmaya devam etmekte.)
Zaten tarihini tamamlayamamış, başına yazacağı İbn-i Haldun’un “Mukaddimesi” ne benzer bir girişi yazamadığı için, bunu yazmaktan umudunu yitirdiği 1995 yılına kadar yayınlanmasına da razı olmamıştı. Hatta Ötükencilerin onca ısrarlarına rağmen yazdıklarına bakmalarına bile izin vermemişti.
Gündüz matbaayla meşgul olduğu için geceleri yazıyordu tarihini. Zira on parmakla ve bakmadan çok süratli ve hatasız yazan bir entertip operatörü olduğunu söylüyor dostları. Fakültelerin yabancı dillerdeki (Almanca, Fransızca vb.) kitaplarını hatasız dizermiş.
Okuduğu kitapları kimi satırların altını çizerek ve zaman zaman yanlarını notlar yazarak okurdu. Bu notların pek çoğu, çok iyi bildiği eski yazıyla olurdu.
Çetinoğlu: Eskiden; muharrir, müellif, müverrih, muhabir, edip, şair, vak’anüvis vardı. Şimdi hepsine birden ‘yazar‘ deniliyor. Dilimizi fakirleştirdiler. ‘Yazar‘lar çoğaldı. Neredeyse okuyucudan çok yazarımız var. Durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aksun: Sanırım dilimizi sadece fakirleştirmekle kalmadık, kullandığımız kelimeleri de yanlış kullanır olduk. Söz gelimi “oldukça” kelimesini “çok” anlamında kullanır oldular artık. Hiç unutmuyorum, kardeşi menfur bir cinayete kurban giden rahmetli Sakıp Sabancı’dan söz ederken TV muhabiri “Sayın Sabancı oldukça üzgün” yani “eh, işte şöyle böyle üzgün”, “üzgünce!?” demişti. Acaba insan kardeşini böyle kaybettiğinde “oldukça” üzgün olursa, ne zaman “ÇOK” üzgün olur, söyler misiniz? Halen “oldukça“, böyle “çok” anlamında kullanılıyor, hem de yaygın olarak…
Bir de son günlerde çok sık rastladığım, vedalaşırken gidene söylenen “Hoşça kalın!” lafı… Uçaktan iniyordum Hostes:
–Hoşça kalın!, dedi.
Ben de gayrı ihtiyari:
–Güle güle! Deyiverdim…
Zira kalan o, giden bendim!…
Ve tabii bakkalından sucusuna, tezgâhtarından simitçisine varıncaya kadar herkesin sağlığımızla pek bir ilgilenip diline pelesenk ettiği İngilizce “Take care of yourself!”den tercüme “Kendine iyi bak!” lafı!… Ve saç baş yolduracak daha niceleri…
Bilgi yanlışlarından hiç söz etmiyorum. Bir gazetemiz inat ve ısrarla Edirne’deki Selimiye Camii’ni İkinci Selim’e (Sarı) değil de Yavuz Selim’e yaptırtıp duruyor, mesela.
Bilirsiniz, eskiden gazetede yayınlanan yazıların dizildikten sonra okunduğu “Tashih Servisleri” vardı. Ve buradaki musahhihler, anlı şanlı köşe yazarlarının bile imlâ, bilgi yanlışlarını düzeltirlerdi. Şimdi sanırım herkes bilebildiğince yazdığı yazıyı denetimsiz menetimsiz, bir “tık”la yayına veriyor…
Dilimizin fakirleşmesinden söz açılmışken bu günlerde tesadüfen elime geçen, önemsediğim şeyleri not ettiğim defterimdeki A. Halûk Dursun’un “İstanbul’da Yaşama Sanatından bir alıntıyı paylaşmak isterim:
“Cumhuriyet, bir imparatorluğun tasfiyesinden sadece coğrafi sınırların daralması ve maddi kaynakların azalmasını anlayıp hesabını ona göre yapacağına, manevî kaynaklarını yani kültürünü tasfiye etmeyi göze almıştır. Bu, bir açıdan imparatorluğun değil, ‘imparatorluk kültürünün’ tasfiyesidir. Yazının değiştirilmesi, dilin ve edebiyatın ölmesine, hanedan düşmanlığı, saraya aittir düşüncesiyle divan edebiyatına, klâsik musikiye hatta mimariye ilgisiz kalınmasına yol açmıştır.
“Cumhuriyet bu şekilde kaynaklarını kuruttuğu, köksüz, bağlantısız, adına çağdaş denilen fakat evrensel ölçülerle de başarılı olamayan bir kültüre kalmıştır.
“İstanbul Üniversitesi Profesörü, her gün altından geçtiği kapının üzerindeki kitabede celî hatla “Daire-i Umur-ı Askeriyye” yazdığını okuyamamış, okuyup anlayamadığı bir sanattan bigâne kalarak faydalanma imkânını kaybetmiştir.”
Çetinoğlu: Doçent olabilmek için yabancı dil bilip bilmediğine bakılıyor da Türkçe bilip bilmediğine bakılmıyor. ‘Bilhassa‘ ve ‘bilakis‘ kelimelerinin mânialarını ayırt edemeyen öğretim üyeleri, ‘yalnız‘ kelimesini ‘yanlız’ şeklinde yazan lise öğretmenlerimiz var. Bir dokun, bin ah dinle bu kâse-i fağfurdan…
Peki, Efendim, Merhum, ‘Dündar Taşer’in Büyük Türkiye‘sini anlattı. Ziya Nur Aksun’un Büyük Türkiye’sini de ana hatlarıyla siz anlatır mısınız?
Aksun: “Ziya Nur Aksun’un Büyük Türkiye’sini bir röportajda özetleyivermek mümkün mü? Ziya Nur Aksun’un, Osmanlı Tarihi’ne bakışının özünü veren o kısa, okunması son derece kolay, akıcı bir dille yazılmış, hâlâ yeni baskıları yayınlanmakta olan bu kitabı okumak, hem de her okuyuşta tazelenen bir zevkle, tıpkı benim gibi döne döne okumak gerek diye düşünüyorum.
Çetinoğlu: Nasıl bir Türkiye’de yaşamak isterdiniz?
Aksun: Farklı eğilim, düşünce, inancına ve hayat tarzına sahip olsalar da kimsenin kimseye “öteki” gözüyle bakıp yaftalamadığı, bu topraklara ait olmanın bilincine ve gururuna sahip, sevinçte tasada bir, kendisiyle çevresiyle barışık, kendi işini en iyi yapmanın gayreti içinde olan, kendi öz değerlerine, geçmişine, geleceğine sahip çıkan, karşılıklı sevgi, saygı, anlayış gösteren bireylerden oluşan huzurlu, mutlu, müreffeh Büyük Türkiye’de.
Çetinoğlu: Anahtar, çanta, para gibi maddî unsurlar hâriç, kaybetmekten korktuğunuz şey ne olabilir?
Aksun: Aklımı, düşünme melekelerimi kaybetmekten ve de elden ayaktan düşüp birilerine muhtaç olmaktan korkarım. Allah’a hep, canımı almadan aklımı almaması ve dirimi de ölümü de kimseye yük etmemesi için yakarıyorum.
Çetinoğlu: Günümüz gençlerinin kendilerine rol-model olarak kabullenmelerinde fayda mülâhaza ettiğiniz şahsiyetlerden uygun gördüğünüz sayıda isim verebilir misiniz?
Aksun: Gençlere rol model olarak ilk aklıma gelen Sayın Başkanımız elbette.
Elif gibi dosdoğru oluşu, dik duruşu;
Olduğu gibi görünüp göründüğü gibi oluşu;
Bizi biz yapan değerlerimize sahip çıkışı;
Asla yılgınlığa, umutsuzluğa kapılmayışı;
Her zaman söylediklerinin arkasında sapsağlam duruşu;
Mazbut aile hayatı, tutarlı siyaset hayatıyla güvenilir oluşu;
Her halinde; öfkesinde, duyarlığında, vefasındaki vb. içtenliği, İNSAN oluşu;
Risk almadaki gözü pekliği, cesareti, haklı olduğunda tüm dünyaya korkusuzca meydan okuyabilen tek lider oluşu, onu sadece gençler için değil ama bence herkes için rol model yapmaya yeter.
Bunları söylediğim için, umarım kimse beni dalkavuklukla suçlamaya filan kalkmaz. Kimseden hiçbir beklentimin olmadığı şu yaşımda tek isteğim, Allah’ın rızasını kazanabilmek zira.
Çetinoğlu: Teşekkür ederim Efendim.
ZİYA NUR AKSUN: Orta halli ve kalabalık bir ailenin evladı olarak 29 Mayıs 1930 tarihinde Konya’da dünyaya geldi. İlk, orta ve lise tahsilini burada tamamladı. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’ne imtihansız olarak kabul edildi. Türkiye’nin problemlerinin sosyal ilimlerle çözülebileceğini düşünerek daha sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne geçti. Bu dönemde Said-i Nursi ile tanıştı ve Osmanlı tarihine yöneldi. 1956 yılında da üniversite ders kitapları basan bir matbaa kurarak iş hayatına atıldı. 1976 senesinde de felç geçirerek konuşma ve yazma kabiliyetini kaybetti. Sol eliyle resim yaparak düşüncelerini anlatmaya çalıştı. Bunun yanında cami, medrese gibi dini yapıları resmeden yağlıboya tabloları yaptı. Öte yandan Aksun’un bakımını 34 yıl boyunca gazeteci kardeşi Belma Aysun üstlenmiştir. 2001 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından ”Yılın Kültür Adamı” seçilen Ziya Nur Aksun, 6 Eylül 2010 tarihinde ebedî âleme intikal etti. Cenazesi, sevenlerinin iştirakiyle Şâkirin Camii’nde kılınan namazın ardından Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi. Eserleri 1-Osmanlı Tarihi (6 Cilt), 2-Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, 3- İslam Tarihi, 4-Osmanlı Padişahları ve 20. Yüzyılda İslam Dünyası, 5-Darbe Kurbanı Abdülaziz Han, 6-İkinci Abdülhamid Han, 7-Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si, 8-Dört Muzdarip Padişah (Üçüncü Selim, Dördüncü Mustafa, İkinci Mahmud, Abdülmecid), 5-Cihan Padişahı Muhteşem Süleyman,6- Beylik’ten Cihan İmparatorluğu’na, 7-Zirvedeki Sultanlar: Üçüncü Murad, Üçüncü Mehmed, Birinci Ahmed), 8-Son Cihan Padişahları, 9-Osmanlı’nın Zirvede Kalma Mücadelesi: Düşüşler – Tutunuşlar (1703-1789), 10-Mezhebler ve Tarikatlar (Siyasi ve Sosyal Açıdan) Hakkında Yazılan Kitaplar: 1-Ziya Nur Hakkında Dostlarıyla Bir Sohbet: Ömer Ziya Belviranlı, Mehmet Nuri Yardım, Necmettin Türinay (Mârifet Yayınları, 2013 / Ötüken Neşriyat, 2105) 2-Bir Millet Mistiği / Ziya Nur Aksun: Belma Aksun (Ötüken Neşriyat 2013)
|
Ziya Nur Aksun’u tanımamıza yarayacak birkaç cümlesi: *Aslında bir devleti 600 küsur sene ayakta tutan sebepler araştırılmalı ve ortaya konulmalı. Eğer onların dayandıkları şeyler faydalı ise yine uygulanmalı. Menfi şeyler üzerinde fikir yürütmek kolaydır; asıl önemli olan olumlu şeyler yapabilmektir. *Batılının biri, “Büyük imparatorluklar ölmez, intihar eder!” diyordu ki, çok doğru ve enteresan bir tespittir. Aslında bizi de intihara teşebbüs ettirmişlerdir. *Batılıların, Hıristiyanların sopayla, yağma ile çapulla girdikleri yerlere biz medeniyet götürmüşüz! Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar hâlâ ‘Siz gittiniz, huzur gitti!’ diyorlar.” *Aslında bu, muhteşem imparatorluğun madde planında yok edildiği halde, kafa ve kalplerde hâlâ yaşadığının bir ispatıdır. Hâlâ sökülüp atılamamıştır; ortada olan bir vakıa bu…” *Osmanlı padişahlarına ‘deli‘ sıfatı Tanzimatçıların hediyesidir; bu sırf Hanedana kara çalmak içindir. Açın Tanzimat’tan önceki tarihleri, hiç birinde bu gibi sıfatlara rastlamazsınız.”
|
(BİTTİ)