Râşit Demirtaş ve Mâhir Durakoğlu; sanıkları sâdece devletlerinin yaşaması ve milletlerinin bekası için çırpınan milliyetçi gençlerin 12 Eylül 1980 askerî darbesinin oluşturduğu göstermelik duruşmalar sırasında mâruz kaldığı insanlık ve hukuk dışı muameleleri anlatıyor. Çünkü bu dâvâda yargılanan sâdece şahıslar değil, Türk Milleti’nin mukaddesleridir, Türk milliyetçiliğidir.
1980 yılı Mart ayında CIA üst düzey yöneticisi Ruzi Nazar bir aracı vasıtasıyla Almanya’dan Alparslan Türkeş’e gönderdiği haberde; Türkiye’de yakında bir askerî darbe olacağını, darbeyi genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanlarının yapacağını, hedefin Türkeş, maksadın ise ‘yeni bir sistem’ olduğu belirtiliyordu. Türkeş durumu Başbakan Demirel’e iletir. Aralarındaki konuşmanın özeti: Demirel: ‘Sizce çâre nedir?’ Türkeş: ‘Genelkurmay başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanları derhal emekliye sevk edilsin.’ Bu tavsiyenin gereği yapılmadı.
İşin garipliği, ilk gözaltına alınanlar milliyetçi gençler götürülürken görevli Havacı Yarbayın söyledikleri ile anlaşılır: ‘Bir hatâ yaptınız, vatanı bizden çok sevdiniz, buna hakkınız yoktu.’
Bu söz, 3 Mayıs 1944 olayları sebebiyle Ankara valisi Nevzat Tandoğan’ın: (1894-1946) ‘Ulan öküz Anadolulu! Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz.’ Lâfını hatırlatıyor.
36 sene değişmeyen zihniyet…
***
Mamak Mahkemelerinin mazlum ve mağdur sanığı Abdullah Kılıç anlatıyor:
Bir gün 30 kişi getirdiler. Töb-Der’in yöneticileri… 36 kişi olduk. Ve önümüze bir kapuska yemeği artığı koydular. Yâni Allahülâlem kovasından oraya konmuş yemekler. Bir tane tahta kaşık verdiler, ‘sırayla içeksiniz lan’ dediler. Bir tahta kaşık… Bana hiç zor gelmedi, çünkü ben anamla bir kaşıkla tencerenin kapağından bir ay yemek yedim. O tâlimi 5 yaşındayken almışım ben. Şöyle böyle diyenler, önce kötü bir dayak yedi. Sonra oturdular mecbûren kaşık, elden ele geçti; o artık yemekleri o tek kaşıkla bitirdik. Sonra işkence, dövme her türlü zulüm var.
Kafeste 40-50 kişi kalıyordu, sağ-sol ayrımı yoktu. Şubat ayının dondurucu soğuklarında beton zemin üzerinde bir battaniye atılıp 3-4 tutukluya üzerini örtmesi için bir battaniye veriliyordu. Birbirlerinin sıcaklığıyla ısınıyorlardı. Tutuklular her nöbet değişiminde sayım için uyandırıldıklarından uykuya hasretti. Nöbete yeni gelen komutan veya er, yeniden yatmalarına izin vermez, İstiklal marşı söyletip beğenmezse ellerini demir parmaklıklardan dışarı çıkartıp sıra dayağı çekerdi. Şişen eller demir parmaklıklardan içeri girmezdi.
Kafesteyken yürüyüş esnasında asker “kıt’a dur” komutu verince durduk. O anda kurşuna dizileceğimizi düşünerek yanımdaki arkadaşa ‘kardeş bizi öldürecekler, hakkını helal et’ dediğimi duymuşlar. Beni kafesten çıkarıp alt katta gaz odası denilen boş bir odaya götürdüler. Orada beni 1,5-2 saat cop, tekme, palaska ile dövdüler. Sonra tekrar kafese götürüp attılar.
Kafes geceleri beton üstünde yatmak, sürekli küfür, aşağılanma tâlim, dayak, tekrar tâlim, sonra tekrar dayak demekti. Şanslı olanlar birkaç günde kafesten geçti. Bazılarının kafesteki eğitimi (!) 2-2,5 gün devam etti. Bu arada pek çok insan, kafes günlerinde hayatı boyunca taşıyacağı hastalıklara yakalandı. Kafes, Mamak Cezâevi hayatının unutulması mümkün olmayan bir kesitiydi. Fakat beterin beteri vardı. (s: 132,133)
Cengiz Gökçek’in protestosu:
12 Eylül’den bu yana bize karşı farklı bir uygulamanın bir örneğine daha bugün şâhit olduk. Bizden önceki siyâsî parti mensupları mahkemelere askeriyenin otobüsleriyle getirilirken, biz 6 metrekarelik hapishâne arabasının içerisinde, 4 kişi ayakta olmak üzere 19 kişi, genel başkanımızın da kalp krizi rahatsızlığı geçirmesine rağmen böyle bir uygulamanın içerisinde 45 dakikadan beri hava almayan kapalı bir kutu içerisinde buraya getirildik.
Nitekim bu uygulamalar, bizim dışımızda MSP’ye, AP’ye ve hattâ askerî cezâevinde tutuklu bulunan, siyâsî vasfı olmayan âdi mahkûmlara dahi uygulanmayan bir uygulamadır. Bu uygulamalara ve yöneticilere, devlete şeref kazandırmayacaktır.
Huzurunuzda bu uygulamayı yapanları protesto ediyorum efendim. (s: 212, 213)
***
Liderlerin iddianâne hakkındaki görüşleri:
Alparslan Türkeş: Türk Milliyetçiliğini suçlama gayretkeşliğinin ciddiyetsiz belgesi olan bu iddianame, taleplerinin ağırlığı karşısında çok hafif kalmakla peşin hükümlülüğünü, ideolojik taassup içinde hazırlandığını ortaya koymaktadır… Atatürk ve milliyetçilik anlayışı ve devletimizin temel felsefesi faşizmle suçlanmış, sanık sandalyesine oturtulmuş bulunmaktadır. Türk Milliyetçiliğinin ‘faşizm’ olarak nitelenmesi çok üzüntü verici, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin geleceği bakımından çok zararlıdır. Bundan sonra Türkiye’yi bölmek isteyenler, Cumhuriyet Türkiye’sinin temellerinden biri olan Türk Milliyetçiliğini suçlamak için hu iddianameyi bir vesika imiş gibi kullanacaklardır. (s: 224)
Sâdi Somuncuoğlu: İddianâme Türk Milliyetçiliği düşüncesini ağır şekilde suçlamaktadır. Yıllarca bize yöneltilen suçlamalarda olduğu gibi, ‘Milliyetçi Hareket Partisi, Türk Milliyetçiliğine inanan bir parti değil, faşist bir partidir’ suçlaması yapılıyor. İddianame; ‘Milliyetçi Hareket Partisi Türk Milliyetçisidir, Türk Milliyetçiliği ülküsünü savunur, bu faşizmdir’ diyor. Onun için üzüntü ve esefle ifâde etmek mecburiyetindeyim ki, devlet adına hazırlanan bir iddianame devletin anayasasındaki, devletin varoluş felsefesindeki temel düşünceye faşist damgası vurmamalıydı. (s: 224)
Nevzat Kösoğlu: Üzülerek ifade ediyorum ki, Türkiye’de hiçbir Marksist yazı, bu metin kadar Türk Milliyetçiliğine saldırgan, kaba ve tahripkâr olmamıştır… Türk düşünce hayatının, Türk siyâsî hayatının en büyük isimleri Ziya Gökalp’ten Kemal Atatürk’e kadar ne yazık ki bu bakış açısı içinde bir itham sağanağı altında yerlerini almak mecbûriyetinde kalmışlardır.
İddianame özetle: ‘Örgütün Düşünce Yapısı‘ bölümünde, ‘Genelde târihi süreç içinde benzer fikir akımlarının gelişimi‘ başlığı altında Alman nazizmi, Mussolini faşizmi ve Franko falanjizmi ile Türk Milliyetçiliğini benzer fikir akımları olarak değerlendirmiş; Türk Milliyetçiliğinin faşizm, nazizm ve falanjizmden çok önce târih sahnesine çıktığını bile hesaba katmamıştır. Böylece Ziya Gökalp’ten başlayarak milliyetçi şahısların, Türk Derneği’nden başlayarak milliyetçi derneklerin, Türk Yurdu’ndan başlayarak milliyetçi dergilerin faşizm veya benzer bir fikirle suçlanması gibi, kabul edilmesi imkânsız bir netice ortaya çıkmıştır. (s 224, 225)
Alparslan Türkeş başta olmak üzere MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Dâvâsı’nın sanıkları, ilk günden itibaren dâvâyı açanların amacının, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel felsefesi olan Türk Milliyetçiliği’ni sanık sandalyesine oturtmak olduğunu öne sürdüler. Bütün savunmalarda bu hususu vurguladılar. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar ile başta Türkeş olmak üzere MHP mensupları ve Ülkücülerin; aşırı solun ideolojik ve silahlı saldırılarına hedef olmasının sebebi de Türk Milliyetçiliği fikrini savunmaları ve hâkim kılma mücadelesi yapmalarıydı!
***
Dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in Milliyetçi Hareket Partisi hakkındaki görüşleri:
Kahramanmaraş’ta öldürülen iki öğretmenin cenâze töreninde Milliyetçi Hareket Partisi militanları ve dinci yobazlar tarafından başlatılan katliam kısa sürede bütün şehre yayılmış, şehirdeki emniyet kuvvetleri ve askerî birliklerle dahi katliam önlenememiş…’
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı kendi genel merkezi kurşunlandı diye akan bütün kanların sorumluluğunu Ecevit’e yüklüyor. Dinime küfreden bâri Müslüman olsa. Kendi taraftarları kan dökmüyor mu? Soldakilere nazaran azınlıkta olduklarından belki daha az kan döküyorlar, ama döküyorlar. İşin acı tarafı Ülkücü kuruluşların Milliyetçi Hareket Partisi Genel Merkezinden yönlendirildikleri 12 Eylül 1980 harekâtından sonra ortaya çıktı ve bu yüzden ilgililer mahkemeye verildiler.
MHP’ye çatılması onu güçlendiriyor. AP, 3 parlamenterlik MHP’yi hükümete almakla onu büyüttü. CHP’nin devamlı çatması bu şer teşekkülü güçlendirdi. Yarın bir seçim olsa belki de 40 parlamenterle ortaya çıkacak, bir dert olacak.
Yurdun içinde duruma bir çare bulunamaması ve bilhassa iki büyük partinin birbirlerine olan zıt tutumu, anlaşmaz tutumu, Silahlı Kuvvetlerde MHP sempatizanı grupçuklar oluşturmaya başladı. Bunun bir sebebi de değersiz olan, zararlı olan bu partiye sanki büyük bir güçmüş gibi önem verilerek yapılan hücumlardır. (s: 294)
Mete Han’ın (MÖ 234-174) hükümdarlık döneminde (204-174) beliren ve gelişen Türk milliyetçiliği düşüncesi, Türk milletinin bağımsızlığı, âdil ve güvenlik içerisinde müreffeh bir hayat yaşaması temeline oturtulmuş bir idealdir. Türkiye Cumhuriyeti bu ideali benimseyen vatanseverler tarafından kurulmuştur. Devleti kuran irâdenin ilk teşkilâtı Türk Ocakları’dır. Milliyetçi düşünce bu ocakta gelişmiş ve benimsenerek yaygınlaşmıştır. Ne var ki ‘Türkiye, yönetimi Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir’ zihniyetinin dâhildeki temsilcileri, yardakçıları ve yardımcıları tarafından Türk milliyetçiliği fikriyatı aleyhinde 1931 yılında Türk Ocaklarının kapatılmasıyla hedefe ulaşan muhalif düşünceler, 1944 yılında toplu tevkiflerle büyük fakat geçici bir başarı elde etmiştir. En büyük kırım ve yıkım hâdisesi de 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle sağlanmıştır. Devletin ve ordunun üst kademe yönetimi, kayıtsız şartsız emri altına aldığı adliye teşkilâtı ve basın organları ile güçlüden yana olan eyyamcıların desteğinde büyük bir kırım gerçekleştirmiş, aklı sıra milleyitçi düşünceyi tasfiye etme trajik başarısını elde etmiştir.
Dâvâ’nın Dâvâsı işte bu trajik başarının bilinmeyen çirkin, gayri insânî ve hatta ‘vahşet’ olarak isimlendirilebilecek olayları bütün çıplaklığı ile ve belgelere dayanarak ortaya koymaktadır.
Eseri hazırlayanlara, hazırlanmasına vesile ve yardımcı olanlara, meydana gelen eserin en mükemmel şekilde okuyucuya sunulmasını sağlayanlara gönül dolusu teşekkürler ve duâlar…
DERKENAR:
MUHSİN YAZICIOĞLU ANLATIYOR
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu, milletimizin kültür köklerine aşkla bağlı yüksek dozlu beton gibi sağlam bir Türk Milliyetçisi idi. Emrolunduğu gibi dosdoğru bir adamdı. Vakar sahibiydi. Bir yiğit, bir güzel liderdi. Hiç kimiseye en ufak bir kötülüğü olmamıştır. Buna rağmen onu Mamak zindanlarında 2,5 m2’lik bir hücrede 5,5 yıl ezdikten, 7,5 yıl hürriyetini gasb ettikten sonra beraatine karar verdiler.
Muhsin Yazıcıoğlu nlatıyor:
12 Eylül’den sonra, Mamak Askerî Cezaevinde tutukluydum. Bize verilen emre göre onbaşılar dâhil bütün subay ve astsubaylara ‘komutanım!’ diye hitap ediyorduk. Onlar da bize umûmiyetle ‘ulannn! veya ‘lannn’ diye sesleniyorlardı. Sebepsiz yere ellerimize, omuz başlarımıza, diz kapaklarımıza copla vuruyorlardı. Bir gün, benden birkaç yaş küçük bir onbaşıya seslendim:
–Komutanım! –Ne var ulannn! –Kaç gündür annemden, kardeşimden mektup bekliyorum; gelmedi. Lütfen idâreye sorar mısınız? Bana mektup var mı acaba? –Dün de sordun ya ulannn! Sana gelmemiş demedim mi? –Komutanım, dün 24 saat geride kaldı. Bugün gelmiş olabilir. Lütfen! –Beni babanın uşağı mı sanıyorsun ulannn? Uzat sağ avucunu! -Komutanım, dün de o copla sağ avucuma vurdunuz. Vallahi şahadet parmağımda şişme var! Sol avucuma vursanız olmaz mı? -Olmaz ulannn! Burada da mı sağcılık solculuk mes’elesi var? Ben, hangi avucunu aç diyorsam onu açacaksın ulannn! -Peki, komutanım! -Peki, yok ulannn! ‘Emredersin komutanım!’ diyeceksin, anladın mı? -Emredersiniz komutanım!
Aradan yıllar geçti. Ben, Mamak’tan beraat ederek çıktım ve milletvekili seçildim. Bir gün, Sivas’tan Ankara’ya giderken bindiğim otobüs Sorgun ’da yemek molası verdi. Lokantaya girer girmez o onbaşıyı gördüm. Bir masada tek başına yemek yiyordu. Göbeklenmiş, saçları dökülmüştü; fakat yüzü aynı yüzdü! Yolcuları kendime siper edinerek gittim; bir masaya oturdum. Ama gözümün ucuyla da ona bakıyordum. Önünde bir kap yemek vardı. Garsonu çağırdım. Adamı göstererek dedim ki: –Şu adamın masasına benden bir sütlaç götür! Garson, sütlacı götürüp adamın masasına koydu. Adam, ‘yemiyorum, kaldır götür!’ diyerek itiraz etti. Garson dedi ki: –Bu sütlacı, şu masada oturan adam sana ısmarladı! Adam, masasından kalkıp önüme geldi. Yüzüme bakmaya başladı. –Beni tanıdın mı komutanım dedim. Hani Mamak’ta bana çok iyiliğin dokunmuştu (!) Copunu nereye bıraktın copunu? Adam beni tanıdı. Yüzü kıpkırmızı oldu. Elime uzandı. -Ağabey, elini ayağını öpeyim! Hakkını helâl et. Bize demişlerdi ki: ‘Bunlar vatan haini! Bu vatan hainlerine göz açtırmayın! Burunlarından getirin bunların!’ Biz de orada emir kuluyduk. Hakkını helâl et, ağabey! -Hakkımı helâl etmeseydim sana sütlaç ısmarlar mıydım? Haydi, git tatlını ye! dedim.
Ismarladığım tatlıyı yemeden lokantadan çıkıp gitti.
Şimdi Galatasaray-Fenerbahçe maçlarını düşünelim! Takımların taraftarları maça nasıl büyük bir hınçla, büyük bir öfkeyle geliyorlar. Bazılarının ellerinde döner bıçakları bile var. Birbirlerine âdetâ düşman iki grup. Belki karşı tarafta akrabalarından olanlar da oturuyor. Bu önemli değil; kendi takımı, kendi taraftarları önemli. Onun için karşı takımın taraftarlarına sövüp sayıyorlar. Mamak’ta da çok düşündüm. Bu ordu bizim ordumuz. Ordusuz millet, ordusuz devlet olur mu? Olmaz. Ama bu Harp Okuluna girenleri âdetâ futbol takımının taraftarları gibi yetiştiriyorlar. Onlar vatansever; devleti, milleti onlar koruyorlar. Onlar devrimci, ilerici, Atatürkçü, biz başıbozuk takımındanız. Her şeyi en iyi onlar biliyorlar. Biz hiçbir şey bilmiyoruz. Biz onlar kadar vatanı sevmiyoruz (!) Biz Atatürk’ü anlamıyoruz, sevmiyoruz! Biz başıbozuk takımıyız. O bakımdan adamların ellerine fırsat geçti mi vurup kırmaya, anamızdan emdiğimizi burnumuzdan getirmeye başlıyorlar. Böyle safsata olur mu? Yâni onlar Fenerbahçeli ise bizlere Galatasaraylıymışız gibi bakıyorlar. Ben biliyorum ki, Mamak’ta bizi dövdükleri zaman, ‘vatan hainlerini‘ dövdüklerini sanıyorlardı.
Bizler Harp Okulunda okuyan çocuklarımıza öğretmeliyiz ki, vatan hainlerine bile tekme tokat girişmemeliyiz. Suçlular, suçlarını çeksinler; fakat zulüm neden? Sövüp saymak, vurup kırmak neden?
O gün, Sorgun’da, kendisine sütlaç ısmarladığım komutanım, o sütlacı yemeden, yiyemeden savuştu gitti. Ona verdiğim bu dersi ölünceye kadar unutamayacaktır!
Yavuz Bülent Bâkiler: Muhsin Başkan. Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları. Üçüncü Baskı, İstanbul 2010
14,5 X 22 santim ölçülerinde sert kapaklı iplik dikişli Iwory kâğıda bısılı 907 sayfalık eser, 2023 yılında yayınlandı.
ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş. İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50 Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr www.otuken.com.tr
RAŞİT DEMİRTAŞ: 1960 yılında Konya’nın Hadim ilçesinde doğdu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinden mezun oldu. Yüksek Lisansını, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema – Televizyon bölümünde yaptı. 1987 yılından itibaren TRT’de prodüktör olarak çalışmakta ve belgesel film yapmaktadır. Yaptığı belgeseller Sedat Simavi Vakfı, Altın Safran Belgesel Film Yarışmaları, Türkiye Yazarlar Birliği, Birleşik Sanatçılar Derneği, Azerbaycan Lider Kadınlar Cemiyeti, Azerbaycan Üniversite Mezunu Kadınlar Birliği, Azerbaycan Muharebe Gazisi Kadınlar Cemiyeti tarafından ödüllendirilmiş, birçok festivalde gösterilmiştir. Festival ve yarışmalarda jüri, seçici kurul üyelikleri de bulunan Demirtaş hâlen çalışmaya devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır. |
MÂHİR DURAKOĞLU: 1952 yılında Gümüşhane’de doğdu. Ankara’da Atatürk İlkokulu, Atatürk Ortaokulu ve Gazi Lisesi’ni bitirdikten sonra 1973’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Uzun süre yurdun çeşitli yerlerinde Cumhuriyet Savcılığı ve Cumhuriyet Başsavcılığı görevlerinde bulundu, Yargıtay Cumhuriyet Savcılığından emekli. Evli ve iki evlat sâhibi. |