Bir gün iki polis memuru evinize gelerek eşinize, size hitaben yazılmış, içinde “… günü … saate duruşmanız olduğundan Adliye binasında giriş katında Pol. Mem. MEHMET’i bulunuz. Gelmediğiniz takdirde hakkınızda gerekli yasal işlem yapılıp zorla getirileceğiniz ihtar olunur. Gerekli bilgi için telefon: …” yazısı bıraksa eşiniz ne yapar? Tabi ki sizi arar. Aynen öyle oldu.
Bu daveti aldığımızda vakit, cuma akşamıydı. Eşim telaşlanmıştı. Gelen pusulada verilen telefondan cevap alamıyordum. Pusulaya göre ortada bir duruşma vardı, ben bu duruşmaya gelmek zorundaydım, gelmezsem kolluk kuvvetleri marifetiyle getirilecektim. Avukatımı aradım. O da bu sırlı davetten bir şey anlayamadı. Bana göre, duruşma gerektiren bir olay yoktu, ben kolluk kuvvetleri marifetiyle getirilecek bir vatandaş değildim. Araya hafta sonu girdiği için iki gün düşündük, davetin nedenini. Senaryolar ürettik, tezler geliştirdik, acabalara cevaplar aradık. Bizim ne polisle ne adliyeyle ne mahkemeyle bir işimiz olurdu. Davet pusulasındaki aleladelik, nezaketsizlik, gayr-i ciddilik, tam bir kara mizah konusu. Alaturka denen şey bu olsa gerek. Öyle ya biz bize benzeriz.
Neyle karşılaşacağını bilmemenin bende yarattığı biraz heyecan, biraz tedirginlikle pazartesi günü belirlenen saatte, belirlenen yere gittim. Polis memurunun elime tutuşturduğu kâğıtta kimlik bilgilerinden başka hiçbir bilgi yok. Niye geldiğimi hala bilmiyordum. Az sonra yoksa tutuklanacak mıydım? Avukatıma haber versem nasıl olurdu? Kâğıdın üzerinde bir de “Zorla Getirilme Müzekkeresi” yazmasın mı?
Üçüncü kattaki ilgili mahkemeye yönlendirildim. Kalem bölümüne girip selam verdikten sonra “Ben zorla getirilmişim.”dedim. Memur, “Yoo, siz kendi isteğinizle geldiniz.” dedi. Cümleme ya laf olsun diye karşılık verdi ya da cümlemdeki dokundurmayı belki anlamıştı. Ben, kendime göre yasalara saygılı, hak hukuk bilen, devletle bir sorunu olmayan, sadık vatandaş nitelikleriyle donanmış biriydim. Kâğıtlarda yazılı ifadeler benim için yaralayıcıydı. Devlet, vatandaşına niçin ön yargılı davranıyor, onu niçin suçlu görüyordu? Şimdi düşünüyorum: Devletin ve onun adalet müessesi adliyenin gözünde hepimiz birer potansiyel suçluyuz. Benim, gardiyan devlete değil; vatandaşına güvenen, değer veren, onu her şeyiyle öncelikleyen “müşfik” devlete, garson devlete ihtiyacım var. Siz ne dersiniz?
Kalem’in önüne birtakım insanlar toplanmıştı. Belli ki onlar da kendilerince meçhul olan bir davetin konuklarıydı. Farklı sosyal kategoriden bu insanlar, uzaklardan gelmiş gibiydiler. Aralarında birerli ikişerli konuşuyorlar, içeriye girip orada birilerine bir şeyler soruyorlardı. Beklemem gerektiğini, sıram gelince çağıracaklarını söyledi Kalem’deki bayan. İki saat geçmişti, tanık olarak gelenlerin sanık olarak çıktığını, bana daha önce bir kâtip hatıralarında aktarmıştı. Acaba ben de mi sanık olacaktım? Bu süre içinde tutuklanmadım; ama bir taraftan da söyleniyor, mahkeme salonunu gözlemliyordum. Salonda yargıçların bulunduğu taraftaki duvarda bulunan “Adalet, devletin temelidir.” yazısı dikkatimi çekti.
Bize, adı konmuş tam bir saat verilemez miydi? Gelen bu kadar insan, bu kadar beklemek zorunda mıydı? Kaybedilen zamanın, gerilen sinirlerin hesabını kime soracaktık? “Az zamanda çok ve büyük işler yapmak.” prensibi bunu mu gerektiriyordu? Tam bir iş bilmezlik, tam bir sistemsizlik örneği. Nihayet, Kalem’e davet edildim; ifadem alınacaktı. Bilgisayar önüne konan dava dosyasını görünce biraz rahatladım. İki yıl önce bankadaki hesabımdan internet aracılığı ile yapılan hırsızlıktan dolayı yakalanan kişilerden davacı olup olmadığım soruluyordu. İki gün ve iki saat yaşadıklarım geldi gözümün önüne. “Davacı değilim, hırsızlara özgürlük” demek istedim. Olmadı, davacı olsam da uğraşamazdım. Hırsızlarla uğraşmak devletin göreviydi. Devlet, bu görevi benim adıma yapmalıydı; ama vatandaş olarak beni üzmeden. Davacı olduğumu; ancak takipçi olmadığımı kayıtlara geçirttim.
Adliyeler hak arama, hakkına kavuşma kurumu; adaletin tecelli ettiği yer. Millet adına milletin hukukunu korumakla görevli. Adliyelerin, bu görevini yerine getirmede, kişi haklarını gözetmede, kişi onurunu önemsemede gerekli hassasiyeti göstermediğini, insanımıza karşı saygılı bir dil kullanmadığını söylemek zorundayım. Köklü bir yapılanmaya ihtiyaç var. Çalışan personel eğitilmeli, sistem yeniden kurulmalı, vatandaşa bakış değiştirilmeli, çalışanların iş yükü azaltılmalı, şikâyetçi vatandaşlar kısa zamanda haklarına kavuşturulmalı. Tersi durum, vatandaşı hakkını aramaktan alıkoyar, hırsızı, suçluyu cesaretlendirir.
Adalet, kişilerin, kurumların birbirlerine tahakküm aracı değil, uyum aracı olmalı. Eskiden, mahkemelerde “Adalet, mülkün temeli.” yazardı, şimdi adalet, niçin devletin temeli oldu?