11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, artan terör saldırılarına ilişkin geçen hafta (19 Şubatta) yaptığı değerlendirmede “Cumhuriyet tarihinin en zor günlerinden geçiyoruz” dedi.
Aynı Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olarak görev yapmakta iken Mart 2009’da “yakında çok güzel şeyler olacak” diyerek “müjdeler” vermişti.
Bu müjde ile “çözüm süreci” başlatıldı. Bu müjde ABD’nin Irak’tan çekilme kararı sonrası Türkiye’nin önünde açılan aydınlık geleceğin işareti olarak değerlendirildi.
Fakat Gül’ün bu iki sözü arasındaki zaman diliminde “çok güzel şeyler” bir türlü olmadı. Tam aksine “Cumhuriyet tarihinin en zor günlerini” yaşamaktayız.
Bu süreç herhalde devleti yönetenlerin bilgi ve iradesi dışında, doğal bir afet sebebiyle falan olmadı.
Öyleyse sorumluların hadi harakiri yapmak, istifa etmek gibi “onurlu” (haysiyetli) eylemler yapmayı, bir özür dilemeleri, hiç olmazsa bir özeleştiri yapmaları gerekmez mi?
Ne gezer…
Dışarıda savaş kapımıza dayamışken, içeride kalkışma/ isyan provaları yapılırken, her gün 7-8 şehit verirken, Ankara’nın kalbinde askeri servis araçları bombalanırken… Sorumlu devlet erkânının ve “sorumsuz Cumhurbaşkanının” birinci meselesi “Başkanlık sistemi ve Yeni Anayasa.”
21 Martta geniş bir coğrafyaya yayılacağı söylenen PKK kalkışması riski ve her an savaşa girme potansiyeli olan Türkiye’de, sistem değiştirmek ve Başkanlık tartışması yapmak hangi aklın veya hangi hırsın eseri olabilir?
**************************************
Süreç Buzdolabından Çıkarsa Endişesi
Ülke yangın yeri gibi. Teröre kurban verdiğimiz şehitlerimiz, vatandaşlarımız, yaralanan gazilerimiz, anaların gözyaşları yüreğimizi dağlamakta.
Bu kadar fazla şehit ve kurban vermemizde “çözüm süreci” politikası yürütülürken, “çatışmasızlık ortamı bozulmasın” diye terör örgütünün bu kadar silahlanması ve bölgeye hâkim olmasına izin verilmesinin payı büyük.
Diyelim ki, AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan hatalarını anladı ve “teröristle müzakere” yerine “mücadeleye” devam etmek istiyor.
Sorumluların geçmişteki hataları sebebiyle bırakın yargılanmasını, istifa etmesini de lüzumlu görmeyelim. Olmuş bir defa, ne yapalım çok iyi niyetli yöneticilerimizi bu defa da terör örgütü aldatmış. “Yanlıştan dönmek erdemdir” diye katlanalım.
Ah bir emin olabilsek… Yarın da, istikrarlı bir şekilde, terörün kökünü kurutana kadar “mücadeleye” devam edeceklerine…
Terör örgütü “al Başkanlığı ver özerkliği” pazarlığı ile gelirse “süreç” yeniden başlar mı?
Emin değiliz.
Oslo ve İmralı tutanaklarından ve Dolmabahçe açıklamasından öğrendiğimiz “mutabakatlar” çerçevesinde terör örgütü ile yeniden “müzakereye” başlanırsa bunca şehit kanları boşa dökülmüş olur.
Dahası da var. “Türk tipi Başkanlık” denilen ve diktatörlüğe zemin hazırlayan bir rejime geçebiliriz… Artı, ülkemizin bir bölümü PKK hâkimiyetine devredilerek, “özerk Kürdistan” hayali hayata geçebilir.
İçeride bunlar olurken Suriye sınırımızda PKK’nın uzantısı olan PYD kanton sayısını artırır, “Kürt koridoru” gerçekleşir. PKK/PYD devleti ile komşu oluveririz.
Benim merakım şu:
R. Tayyip Erdoğan Başkan olursa, “Başkan ve adamları” bu gelişmelerden rahatsız olur mu?
*********************************************
Dostlarımız Azaldı, Düşmanlarımız Çoğaldı
Savaşın eşiğine geldiğimiz şu sıralarda, her an “acaba Suriye bataklığına dalar mıyız?” endişesi içindeyiz.
Dış politikada hemen herkesle kavgalıyız. Suriye’de Esad yönetimi, Rusya, ABD, İran, IŞİD, PYD/PKK aklımıza gelen bütün aktörlerle düşman olduk.
Eyy Obama, Eyy Putin, Eyy PKK/PYD vb ifadeler içeride belki prim yapabilir. Ama dış politika alanında etkili olmak akıllı bir diplomasi ile olur. Mitinglerde, muhtar toplantılarında (üstelik bu üslupla) konuşmak hiçbir işe yaramaz.
Dış politikanın başarısı “düşmanları azaltıp, dostlarınızı artırmanızla” ölçülebilir.
Bakın çok haklı olduğumuz halde, Fırtına obüsleriyle PYD/ YPG’yi bombalamamıza herkes karşı.
“Bombalamayı durdurun” diyenlerin arasında Cumhurbaşkanının yeni ziyaret ettiği Japonya, Senegal, Başbakanın yeni ziyaret ettiği Ukrayna, dost bildiğimiz ABD, AB, Venezuela, Müslüman ülkeler Malezya, Mısır da var.
Gelişmeler gösteriyor ki, Türkiye’nin dış politikasında bir “stratejik derinlik” maalesef yok. Süleyman Şah türbesinin taşınmasıyla tespit edilen ufuksuzluk, Rus uçağını düşürdükten sonra yaşadığımız kararsız ve çelişkili tavırlar strateji eksiğimizin birer göstergesi.
25 Ocak 2015’de Başbakanın “Kobani’ye buradan selam ediyorum. Kobani’deki kardeşlerimizin muhabbetle gözlerinden öpüyorum” dediği insanları bir yıl sonra top atışıyla vurmamız da benzer bir çelişki.
Olaylara göre şekillenen anlık tavır almalarla veya ideolojik saplantılarla yürütülen dış politikadan olumlu bir netice almak imkânsız.
Bu bakımdan “Ankara’nın kalbinde” PYD imzalı bombalama katliamı, anlık reflekslerle yönetilen bir ülke görünümü veren, Türkiye’yi Suriye bataklığına çekme maksadıyla yaptırılmış olabilir.
PYD’ye veya PKK’nın başka bir koluna bu bombalamayı yaptıran devletin amacı Türkiye’nin kara birlikleriyle Suriye’ye girmesi için tahrik etmek olabilir.
Belki de, Türkiye Hava Kuvvetleriyle müdahale etmeye zorlayarak, uçağını düşürdüğümüz Rusya’ya intikam almak için bir fırsat yaratmak planlanmıştır.
Stratejik bir plandan mahrum görünen Türkiye tepkisel davranırsa bu tuzağa düşebilir.
Dilerim ki, soğukkanlı ve ince ayarlı bir diplomasi ile bu badireleri atlatırız.
*********************************************
Seçimler Farklı Sonuçlansaydı…
Dış ve iç politikamızı belirleyen en önemli kişi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ikinci kişi ise Başbakan Ahmet Davutoğlu. Bu ikili daha önce de Erdoğan’ın Başbakan, Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu dönemde dış politikamızı belirleyen en etkili kişiler olmuştu.
Dış politika konusunda durumuz içler acısı. Bırakın eski düşmanlarımızla düşmanlıkları azaltmak, dostlarımızla ve düşmanlarımızın düşmanları ile bile düşman olmayı başardık!
“Çözüm sürecinin” PKK’yı ne kadar güçlendirdiği ortaya çıktı.
Bu sebeple hem bir savaşa girmemize ramak kalmış durumdayız ve hem de iç güvenliğimiz son derece sıkıntılı.
Şimdi bir muhasebe yapalım.
a- Türkiye 10 Ağustos 2014’de Cumhurbaşkanlığı seçiminde R. Tayyip Erdoğan’ın yerine Ekmeleddin İhsanoğlu’nu seçseydi…
b- 7 Haziran Milletvekili seçimleri sonucunda bir koalisyon çıksaydı… (Bu koalisyon AKP + CHP, AKP + MHP veya CHP + MHP seçeneklerinden biri olabilir.)
- Dış politikada içinde bulunduğumuz yalnızlık ve savaş riskini yaşar mıydık?
- İç güvenliğimiz bu kadar riskli bir boyutta olur muydu?
- Toplumda bugün ki gibi bir gerilim ve kutuplaşma olur muydu?
- Savaş riski, Rusya krizi, iç güvenlik ve kutuplaşma kaynaklanan mevcut ekonomik kırılganlık olur muydu?
Bu soruların cevabı ne olursa olsun bilmenin yaşadıklarımıza artık bir faydası yok.
Ancak meselenin esasını anlamak ve gelecek için doğru kararlar vermek açısından cevaplar önemli ve değerli olacaktır.