Büyük Kalem Üstadı Eşref Edib

58

 

15 Aralık 1971’de  -Hak bildiği yolda ömrü boyunca –  Hilâl’e karşı yurt içinde ve dışında sinsi ve alenî bir şekilde yapılan saldırıları, en dehşetli bozgun tufanlarının  -vatan sathında-  her tarafı kasıp kavurarak, yakıp yıkarak estiği yıllarda  -uhdesinde bulundurduğu Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad mecmualarıyla-  pervasız ve fütursuzca göğüsleyen büyük kalem üstad-ı edibimiz Eşref Edip (1882 – 1971), aramızdan ayrılarak ebedî âleme ufûl etmiştir.

Zaten o tarihe tekaddüm eden son dört beş yıl, Türk-İslâm Âlemi’nin  -âdeta-  yaprak dökümü mevsimi idi. Yeri doldurulmaz nice büyükler aramızdan birer ikişer aslî ikametgâhlarına rücû etmiştiler. İşte o zaman bunlardan biri ve yine yeri asla doldurulamıyacak olanı da merhûm Eşref Edîb beyefendi idi.

Kelimenin tam manâsıyla bir edîbdi. Asrımız Türk nesrinin en büyük ve ehil mümessiliydi. Türk nesrinde nev-i şahsına münhasır  bir mevkie sahipti. Hangi mevzuda kaleme sarılsa âdeta edebî bir eser kaleme alıyormuşcasına icale-i kalem eder, kelimeleri titizcesine seçerdi. Bu seçişte, asla kelimenin menşeini değil, cümle içinde muvafıklığını nazar-ı itibara alır, üslûbun akıcılığına ve okuyanda bir mûsikî nağmesi têsiri bırakmasına  âzamî gayret sarf ederdi.

Hiç unutmam, neşrettiklerinin yeni bir tab’ı bahis mevzuu olduğu zaman tekrar esere göz atar, âdeta icab eden ilavelerle birlikte gereken tashîhleri yapar, âdeta eseri yeni baştan yazardı. Yine böyle bir esnada , “Kara Kitab”ın yeni baskısı münasebetiyle tekrar eline aldığı mezkûr kitabında gereken tashîhatı yapıyordu ki, bu sırada yapılan düzeltmenin tenkîdini bana sormuş, nasıl bulduğumu benden sual etmişti. Tabiatıyla tashîhatını tenkîd etmemin haddimin fevkinde bir şey olduğunu belirtmiş, mâzur  görmesini istemiştim. Buna rağmen o tam bir mütevazilikle isteğinde ısrar etmiş tashîhatını beğenip beğenmediğimi bu abd-i âcizden istemiş ve: “Oğlum demişti, gözden göze farkeder. Benim görmediğim bir hususu sen fark etmiş olabilirsin.”

Bunu derhâtır etmemin sebebi, üstad-ı edîbimizin, fikre ve tenkîde verdiği kıymettir. Türk nesrinin şâhikasında olan Eşref Edîb’in o hâlini hiç unutmam. Ayrıca yazılarını çok işlek bir Osmanlıca ile kaleme alır ve bana tevdî ederdi. Osmanlıca’dan bugünkü yazıya aktardığım yazılarını zamanın  “Bugün”  gazetesinde neşrederdik.

Türk Edebiyat Tarihi’nde nasıl mümtaz bir mevkî işgal ettiğini şüphesiz Edebiyat tarihçilerimiz ortaya koyacaklardır. Ben sadece üstadı son demlerinde tanımış; “Sırat-ı Müstakim”e gönül bağlamış bir gençtim. Kıymetli sohbetlerine nâil olmuş biri olarak  -bizzat müşahede ettiğim-  bâzı hususları; onu gıyaben tanıyacak olan  okuyucu kardeşlerimin huzuruna sermek istiyorum. Evvelce de beyan ettiğim gibi, Eşref Edîb’imizi lâyık-ı veçhiyle tanıtmak haddimin fevkindedir.

Son demlerine kadar  Cağaloğlu’ndaki  “Sebilü’r-Reşad”  bürosuna, günün muayyen saatlerinde  -bilhassa öğleden sonraları-  gelmeyi itiyat edinmişti. Gelir ve çalışmasına başlardı. Âsâr-ı İlmiye Kütüphanesi sahibi olarak şahsî işleri meyanında, Kur’an ve İslâm’a yapılan taarruzları sönmek bilmeyen keskin kalemiyle bizzat karşılar, bu hususta yaşından umulmayan bir enerji gösterirdi.

Pir-i fani olmuş hâliyle Cumhuriyet savcılarının karşısına çıkmak için kaç defa Ankara

503

 

yollarına düştüğünü hiç unutmam. Velhasıl Cumhuriyet savcıları yakasını son ana kadar bırakmamışlardı. Bu arada zamanın İstiklal Mahkemesi’nden dönmüş olduğunu da unutmayalım.

Yazılarını hazırlar, gazete idarehanesine (Bugün gazetesi) bizzat getirir, bütün bu hizmetleri için asla bir karşılık beklemezdi. Bu satırların yazarı o zaman mezkûr gazetenin ikinci sahifesi yazılarını hazırlayan ve kendisi de bizzat yazan olarak üstad-ı edibimizin yazılarını zevkle neşrederdim.

Ömrü vefa etseydi, Sebilü’r-Reşad’ı tekrar neşriyat sahasına sokacaktı. Hiç unutmam, gazete idarehanesinde oturduğum bir esnada kapıdan içeri girdi. Merhum üstad-ı edibimizi karşımda görmüş olmanın ve bilhassa benim yanıma gelerek abd-i âciz şahsıma karşı gösterdiği hüsn-ü teveccühün tezahürü olan bu mütevaziliği karşısında hayretle karışık bir memnuniyet hâlesi yüzümde dalgalandı. Hemen yer gösterip oturttum. Kısa bir hoşbeşten   sonra kalkıp gitti.

Hemen her gün yanına uğruyor, kendisini yokluyor, sohbetinden feyizyâb oluyor, gittikçe artan teveccühlerine mazhariyetim arttıkça artıyordu. Uğrayamadığım günler sitemler ediyor, mutlaka uğramamı istiyordu. Çünkü Sebilü’r-Reşad’ı “Mektep” olarak mütalâa ediyor, burasının havasını teneffüs etmemi ısrarla tenbihliyordu. Nice şahısların buranın havasından müstefid olduklarını beyan ederdi. Hâlen neşriyat sahasında kıymetli birer şahsiyet sahibi olanların isimlerini zikretmekten kendini alamazdı.

Mutad ziyaretlerimden birinde, her zamanki mütebessim çehresiyle bana bakarak şunları söyledi: “Oğlum artık iyice ihtiyarladım. Sebilü’r-Reşad’ı sana devretmek istiyorum! Önce neşriyat müdürlüğünü uhdene alırsın. Daha sonra tedrîcen sana devretmiş olurum.” Bu arada kendisine heyetler gelerek Sebilü’r-Reşad’ı ihya etmek, hattâ vakıf hâline getirmek istediklerini beyanla: “Heyetle, cemiyetle bunun yaşıyamıyacağını, ancak bir kişinin uhdesinde olursa yürütülebileceğini, bunun için teklifleri, münasip bulmadığını” sözlerine ekledi.

Tabiatıyla böyle bir teklifle karşılaşacağımı hiç ummazdım. Şaşırıp kalmış ve heyecanlanmıştım. Zaman örfî idare / sıkı yönetim zamanıydı. Bir müddet beklememiz lâzım geldiğini, vaziyetler yatışınca, fiilen teşebbüse geçeceğini söyledi. İşte bu düşünce ve tasavvur içindeyken, âniden rahatsızlandı. Hastahaneye kaldırıldı. O geç yaşta ameliyat oldu. Ameliyat sonrası Aksaray’da kaldığı yere geçmiş olsuna gitmiştim. O hayat dolu, mütebessim çehre solmuş, canlılık ve kanlılığını kaybetmişti. Üzerinde uzun bir sefere çıkmanın hazırlık ve durgunluğu vardı. Çok çökmüştü. Hüzünlü bir şekilde yanından ayrıldım. Kısa bir müddet sonra Rahmet-i Rahman’a kavuştuğu haberiyle sarsıldım.

Bir Osmanlı Efendisi daha aramızdan göçüp gitmişti. Heybetli bir vücûdu, keskin ve zeki bakışları , büyük bir medenî cesareti vardı. Artık Cağaloğlu’ndan her geçişimde, bürosunun bulunduğu, kendisi gibi asır-dide Han’ın (Eski Yeşilay Binası) kapısı, gözüme takılır ve beni büyük hüzünlere gark ederdi.

Âdeta canlı bir tarihti. Şahsiyeti; İstiklâl Harbi’nin öncesini, safahatını ve sonrasını idrak etmişti. Zamanın en kıymetli şahsiyetleriyle musahabelerde bulunmuştu. Hattâ tarihî sohbetlerin bizzat hazırlayıcısıydı. Bilhassa Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Büyük İslâm Şairi Mehmet Âkif ve kendisi, devrin üç sacayağını teşkil ediyor ve bu şekliyle Sebilü’r-Reşad’ı tezyin ediyorlardı.

Sebilü’r-Reşad Neşriyat Bürosu’na gidenler, o eski havayı, muhakkak ki teneffüs etmişlerdir. Büronun mümtaz hususiyeti olarak ilk göze çarpanlar; eski bir iki koltuk ve bir

504

masa, raflarda Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad ciltleri ve Âsâr-ı İlmiye Kütüphanesi’nin neşrettiği eserler…Duvarda asılı hasır bir seccade, diğer tarafta Âkif merhumun renkli bir fotoğrafı yer alırdı.

Gönül ister ki, böyle, devrin büyük şahsiyetlerinin hatıralarını içlerine sindirmiş yerler müze olarak, son kaldığı hâliyle muhafaza edilsin. Almanların, Johann Wolfgang GOETHE (1749 – 1832) adlı meşhur yazarlarına karşı gösterdikleri büyük alâkanın onda birini, keşke bizler de kendi büyüklerimize gösterebilsek. Heyhat…

Ne hazindir ki, bizde büyük müesseseler şahıslarla kaimdir. Onlar hayattar olduğu müddetçe hayattar, fani oldukları zaman ise kendileriyle beraber ömürlerinin semere-i gayesi olan bir nevi “Mektepleri” söner gider. Bunda biraz da merhumların halef-selef mes’elesine ehemmiyet vermemeleri, âdeta kendilerinden sonrayı düşünmemelerinin ihmal ve dahli var kanaatindeyim.

Gönül isterdi ki, Sebilü’r-Reşad genç omuzlarda yükselsin. Müessese hayatiyetini muhafaza ederek daha da kökleşsin. “Mektep” oluş keyfiyeti sadece muayyen bir devreye münhasır kalmasın. Tabii ki, bunun için zamanında genç kabiliyetlerin tesbiti ve yetiştirilmesi şarttır.

Bu satırların nâciz muharriri, asrın en büyük âlimi Bediüzzaman’ın büyük şahsiyetini ve üzerinde estirilen şüphe bulutlarının evvelemirde  -ne menem şeyler olduğunu-  onun kaleme aldığı “Risale-i Nur Muarızlarına Cevap” adlı eseriyle öğrenmiştir.

Merhum Eşref Edip, canlı bir tarih olması hasebiyle, zaman zaman kendisine yakın tarihimizle alâkalı bazı sualler tevcih eder, pür-dikkat dinler, yakın tarihimizin henüz resmî kitaplarda yer almayan bazı safhalarından haberdar olurdum. (İnşallah bir vesile ile onları da yazmak müyesser olur.)

Aramızdan ayrılalı yıllar oldu. Merhum Eşref Edip Üstadımıza Allah’tan rahmetler diliyor ve aziz hatırasını saygıyla anıyorum. Rûhu şâd olsun.

 

 

Önceki İçerikİnanç Turizmi – 1
Sonraki İçerikBu Defa Akdeniz
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.