İngiliz askerî istihbarat elemanı ve yazar Harold Courtenay Armstrong’un 1932 yılında yazdığı ‘Bozkurt / Kemal Atatürk‘ isimli kitapta, Atatürk aleyhinde bâzı kısımlar olduğu gerekçesiyle, dönemin hükümeti, adı geçen kitabın Türkiye’ye girişini yasaklamıştı.
Atatürk, merak etti, kitabı getirtti. Bir gece sofrada, geç vakte kadar tercüme ederek okuttu, dinledi.
Armstrong, Atatürk’ün herkesçe bilinen malum içkisinden bahsediyor ve bunlara, dostça olmayan kendi düşüncelerini de ilave ediyordu. Fakat bunları sayıp dökerken de memleketin herhangi bir felaketi veyahut memleketini ve milletini alakadar edecek mühim bir hâdise olduğu zaman O’nun, içkisini de eğlencesini de bir tarafa bırakıp pençesini olayın üzerine atarak, arslanlar gibi kükrediğini de belirtmeyi ihmal etmiyordu.
Ayrıca Atatürk’ün; çok kaabiliyetli, inatçı bir enerjiye sahip; ancak insafsız, itici tavırları olan, serkeş mizaçlı, gem vurulmamış zevkleri, ahlak dışı ihtirasları olan, dahası, dostluğu tanımayan bir adam olduğunu yazıyordu.
Atatürk, kitabın tercüme edilmiş metnini sonuna kadar dinledikten sonra; ‘Bu kitabın Türkiye’ye girişini yasak etmekle hükümet hataya düşmüştür. Adamcağız yaptığımız sefahati eksik yazmış. Bu eksikliklerini ben tamamlayayım da kitabın ithaline izin verilsin ve memlekete getirilsin.’ Dedi.
Emir aynı yıl yerine getirildi.
Söz konusu kitap, 2005 yılında Gül Çağalı Güven’in tercümesiyle Arba Yayınları tarafından basıldı. Ancak, sansürlenerek basıldı. Kitap, daha önce; 1932, 1955 ve yıllarında da, değişik kişilerin tercümeleriyle farklı yayınevleri tarafından basılmıştı. Hepsinde bazı bölümler sansürlenmiştir.
Armstrong’un kitabından sansürlenmemiş bölümler:
Ülke, askerî bir bunalımın eşiğindeydi ve o, hayatının en önemli kararını almak mecburiyetindeydi. Yenilmiş olmakla birlikte, Yunan ordusu İzmir’den deniz yoluyla savuşmayı başarmıştı. Atina’dan gönderilen taze kuvvetlerle İstanbul’un az ötesinde, Trakya’da yeni bir ordu kuruluyordu.
Mustafa Kemal’in donanması yoktu. Düşmanla karadan temasa geçmeliydi. Birliklerini onları yakalamak ve yeniden biçimlendirilmelerine fırsat vermeden ezmek üzere acilen kuzeye göndermişti. Yol, Çanakkale Boğazı’ndan geçiyordu. Çanakkale’de birliklerini Avrupa yakasına bırakmayan ve Yunanlılarla aralarında bir engel olarak duran bir İngiliz kuvvetiyle karşı karşıya gelmişti. Problem belliydi: Yunan ordusu Trakya’da tahkimat yapıyordu; İngiliz işgal ordusu yolu tutuyor ve aralarında bir duvar gibi dikiliyordu.
Ankara’ya dönen Mustafa Kemal her zaman yaptığı gibi, kararını vermeden önce bütün ihtimalleri tartarak durumu gözden geçirdi. Artık bekleyemezdi. Zamanın hayatî önemi vardı. Yunanlılar birliklerini düzene koymadan ve siperlerini kazmadan evvel, onları ezmesi gerekiyordu.
Yunanlılar! Onları dövüp hamura dönüştürebilirdi; ama İngilizler! Bu bir başka meseleydi.
Zafer sarhoşluğu ve guruyla dolu olmalarına rağmen, Türk birlikleri yorgun, paçavraya dönmüş elbiseleriyle ve cephane sıkıntısı içinde, büyük silahlardan ve mekanize savaş imkânlarından mahrum durumdaydı.
İngiliz birlikleri ülkeye alışmıştı, subayları deneyimli, mevzileriyse güçlü ve iyi tahkim edilmiş durumdaydı. Arkalarında büyük toplarla donanmış savaş gemilerinden oluşan muazzam bir armada ve uçaklar, onların da arkasında bütün kudreti ve ihtişamıyla Britanya İmparatorluğu duruyordu.
İngilizler savaşmaya niyetlenecek olurlarsa, Türklerin mağlubiyeti kesindi. Fakat acaba savaşmak niyetinde miydiler? Yoksa blöf mü yapıyorlardı. Bütün mesele bunun anlaşılamamasındaydı.
Anadolu dağlarındaki Türk, tam bir diktatördü; elinde kazandığı zaferden çılgına dönmüş, vatanı ve varlığını devam ettirmek için savaşan bir millet vardı. İstanbul’daki İrlandalı ise, durumundan pek emin değildi; ismen bir müttefik ordusunun kumandanıydı; kumandası altındaki İngiliz bildikleri de iyiydi, ancak, Fransız ve İtalyanlar onu desteklemeyeceklerdi.
Ayrıca İngiltere’nin de O’nu destekleyeceğinden emin değildi. Hiçbir büyük ülkü uğruna savaşmıyordu; tek maksadı, kendisini ve askerini mümkün olan en az adam ve prestij kaybıyla içinde bulundukları korkunç ve hatalı çıkmazdan çıkarabilmekti.
İki kumandanın karakteri de, oynamak mecburiyetinde oldukları rollere son derece uygun düşüyordu. Türk çelik iradeli ve azimliydi. Bu savaşta Türkiye ya kendisini kurtaracak veya yok olacaktı. Atatürk, rakibini incelemişti. Londra’ya gönderirken Türk istihbaratının yakalayabildiği çok sayıda telgrafını okumuştu; İstanbul’daki Türk gözlemcilerden, gönderdiği mektupları ve hakkındaki raporları almıştı. İngiliz komutanın bir askerden çok, bir diplomat olduğunu anlamıştı.
Mustafa Kemal şu kanaate varmıştı: İngiliz komutan Harrington, Birliklerini savaşa razı edebilirdi. Ancak onların cesaretini pekiştiremezdi. İyi bir kurmay subaydı; zeki, sağlam görüşlü ve nazikti. Fakat bir kumarbaz, bir bunalım dönemi önderi olamazdı. Hiçbir zaman büyük risk gerektiren o büyük kararı alması mümkün değildi.
Mustafa Kemal kararını verdi: Savaşmak…
Bu durumda, istediği şartları elde etmesi kesinlikle mümkün değildi. Şartları görüşmek değil, onları kabul ettirmek istiyordu. Yunanlıları şimdi yakalayacaktı. Harrington’ın son dakikada metanetinin tükeneceğine ve O’nun geçmesine izin vereceğine inanıyordu.
Bir ‘yetenek testi’ uygulamaya karar verdi. İki bin kişilik bir süvari birliğinin İngiliz hatlarına doğru ilerlemesini emretti. Süvariler sert bir şekilde durduruldular; durum ciddi görünüyordu. Bunun üzerine bir savaş hilesi uygulamayı denedi.
Piyadesinin silahları ters çevrilmiş halde ve dostça, barışçıl davranarak İngiliz mevzilerine doğru ilerlemelerini; eğer mümkün olursa yürüyüp geçerek İngiliz müstahkem mevkilerini işlevsiz bırakmalarını emretti.
Tehlike büyüktü. Her iki tarafta da birliklerde sinirler gergindi. Bir kurşun, bir yanlış anlama, verilecek fevri bir emir savaşı başlatacak ve Türkiye İngiltere’yle savaşa girmiş olacaktı.
Ancak, bir tek kurşun bile atılmadı. Siperdeki İngiliz askerleri ne yapacağını bilmez bir halde şaşkın, kalakalmıştı: Aldıkları emirler oldukça müphemdi: Ateş etmeksizin ve güç kullanmaksızın Türkleri durdurmaları istenmişti. Türklerse ne duruyor ne de savaşıyorlar; sadece ilerleyişlerine devam ediyorlardı.
Durum oldukça kritik bir noktaya gelmişti: Türkler dikenli tele yaklaşmışlardı; İngiliz kumandana ‘Dur’ emri geldiği zaman, teli aşmaya başlamışlardı bile.
Müttefikler; savaştan değil, savaş tehdidinden bile kaçınabilmek için her şeyi, Mustafa Kemal’in bütün isteklerini yapmaya hazırdılar. Ve Mustafa Kemal lütfen, onunla bir anlaşma yaptı. Gerçekte, bütün istediklerini elde etmişti. Bu tam bir zaferdi.
Mudanya Mütarekesi (*) böyle imzalandı. Mustafa Kemal galip gelmişti.
13,5 X 19,5 santim ölçülerinde 248 sayfalık kitap 2005 yılında yeniden yayınlandı.
NOKTA KİTAP:
Perpa Alışveriş Merkezi B Blok 11. Kat Nu: 1559 Okmeydanı, İstanbul. Telefon: 0.212-221 73 96 Belgegeçer: 0.212-220 07 96 www.noktakitap.com.tr / e-posta: info@noktakitap.com.tr
(*) 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Mütarekesi’nin önemli maddeleri şöyledir:
1-Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki silahlı çatışma sona erecektir.
2- Yunanlılar Doğu Trakya’yı 15 gün içerisinde boşaltacaklar ve bölge, İtilaf Devletleri aracılığıyla 30 gün içerisinde Türk yönetimine devredilecektir.
3- Barış antlaşması imzalanıncaya kadar Türk ordusu Trakya’ya geçemeyecektir. Buna karşılık iç güvenlikle ilgili olarak sayısı 8.000’i aşmayacak bir jandarma kuvveti gönderilebilecektir.
HAROLD COURTENAY ARMSTRONG:
1892 yılında doğup, 1943 yılında 61 yaşında ölen İngiliz askerî istihbaratçısı ve yazar Harold Courtenay Armstrong, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Hindistan Ordusu’nda Askerî Ateşe olarak görev yaptı. Savaş sırasında istihbarat subayı olarak Arap yarımadasına gönderildi. Birleşik Krallık ordusunda Yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı Devleti’ne karşı çarpışıyordu. 1916’da Kut’ül Ammare Kuşatması sonunda Tümgeneral Townshend komutasındaki İngiliz 6. Poona Tümeni (Hint Tümeni)’yle birlikte Türklere esir düştü. Bağdat, Musul, Halep, Mersin, Ankara üzerinden Kastamonu’ya, oradan da İstanbul’a getirildi. Nihâi olarak da merkezî esir kampı olan Afyonkarahisar’a nakledildi. Savaş esiriyken kaçma teşebbüsü ve yakalandıktan sonra Enver Paşa’ya hakaret etmesi sebebiyle hücreye atıldı. Hücreden çıktıktan sonra esir kampında imtiyazlı muamele gördü ve kendisine bütün esir subayların ve erlerin sorumluluğu verilerek onların genel komutanı yapıldı. Esir İngiliz askerler kampta işledikleri suçlardan Türk askerî mahkemelerinde yargılandıklarında hem onların tercümanlığını yaptı hem de dâvâ vekilliklerini üstlendi. Savaş sona ermeden önce Türkiye’den kaçmayı başardı. Türkler hakkında pek de olumlu düşünceler beslemeyen Armstrong bu kaçışını bile rüşvet vererek gerçekleştirdiğini söylemiştir.
Mütareke yıllarında ise İngiliz Yüksek Komiserliği’nde Askerî Ateşe Yardımcısı olarak bu defa işgal altındaki İstanbul’a gönderildi. Müttefikler adına çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 1923 yılında İstanbul’dan ayrıldı. Türkiye’de kaldığı bu birkaç yıllık dönemdeincelemeler yaptı. Aralarında Mustafa Kemal’in de olduğu birçok şahsiyetle görüşen Armstrong bu müddet zarfında küllerinden yeniden yükselen bu ülkenin gelişimini tetkik etti, Türkiye ve yakın çevresiyle ilgili beş kitap yazdı: 1-Türkiye Nasıl Doğdu, 2-Türkiye ve Suriye Yeniden Doğuyor, 3-Bitmeyen Savaş, 4-Bozkurt 5-Abdülaziz bin Suud.
DERKENAR:
Bozkurt Kemal Atatürk ve Hüseyin Rauf Orbay
‘Hamidiye Kahramanı‘ olarak da anılan Hüseyin Rauf Orbay, Osmanlı Devleti’nin son Harbiye Nâzırı idi. Askerlikten Albay rütbesinde iken ayrıldı. Anadolu’ya geçip Millî Mücâdele’ye katıldı. Yeni Türkiye Devleti’nde milletvekilliği, başbakanlık, Büyük Millet Meclisi Başkanlığı yaptı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucuları arasında yer aldı. İzmir suikastı sebebiyle tevkif edilip muhakemesi sonunda 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yurt dışına gittiğinden ‘firârî Rauf‘ olarak anıldı.
Atatürk’ü anlatan ‘Bozkurt‘ isimli kitap, 1930’lu yılların başlarında, Türkiye’yi yönetenleri meşgul etmiştir. İngiliz İstihbaratının, Türkiye Masası’nda yetişmiş, mühim ajanlarından H. C. Armstrong’un kaleme aldığı, ‘Grey Wolf‘ / ‘Bozkurt‘ isimli kitapta, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan ve Rauf Bey’den bahseden bölümler vardı. Kendileriyle ilgili yapılan yanlış değerlendirmeleri düzeltmek maksadıyla, Rauf Bey ve Londra’da bulunan Adnan (Hâlide Edib’in eşi Adıvar) Bey ile birlikte Near East Gazetesi’ne bir mektup gönderdi. Bu mektup, ilgili gazetede yayınlanmış ve Londra’daki, Türk Büyükelçiliği tarafından da tercüme edilip, Hâriciye Vekâleti’ne gönderilmiştir. Mektupta şöyle deniliyordu:
Mr. H.C.Armstrong’a, Türk Cumhuriyetperverlerinin cevabı;
‘Efendim; Geçen, 30 Teşrin-i evvel tarihli nüshanızda Mister H. C. Armstrong tarafından yazılmış olan, ‘Bozkurt’ makalesini okuduk. Bu makalede, kendimize ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı teşkil etmiş olan dostlarımıza dâir, bazı hâtâları göstermek lüzumunu hssediyoruz. Müellif, bu fırkayı kitabında muhalefetle tavsif ediyor. 244’üncü sahifede, Türkiye’de dini bir irticadan bahsederken, Mister Armstrong, hakkımızda şunları yazıyor: ‘Bunlar, İstanbul’da Halife Abdülmecid’in etrafında toplanmışlardı.’ Kezalik 245’inci sahifede, mumaileyh şöyle diyor: ‘En nihayet, Mustafa Kemal Paşa’nın muarızları olarak Rauf, Adnan, Refet, Kâzım Karabekir gelir. Bunlar, Abdülmecid’i Türkiye’nin meşruti bir hükümdârı yapmak ve kendileri de nazır olmak tasavvurunda bulunmuşlardı.’ Aynı sözler, 261’inci sâhifede tekerrür ediyor.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Türkiye’de saltanat ve hilafet devirlerinin artık geçtiğine ve yalnız cumhuriyetin payidar olabileceğine kani olan zevat tarafından teşkil edilmiştir. Bu zevatın hepsi, diktatörlüğün aleyhindeydiler. Cumhuriyet maskesi altında gizlenerek, hükümdarlığı tekrar tesise teşebbüs ettiklerine dair zâhiri ve bâtinî hiç bir delil yoktur. Bu zevattan hiç biri, Türkiye efkâr-ı umumiyesince entrika ve iki yüzlülük ile itham edilemez ve edilmemiştir. Kanaatimizce, Türkiye, bir hükümdar idaresine ricat edemez. Hükümdarlığın, medar-ı bekası olan bütün kuvvetler, son yirmi sene zarfında tamamen yıkılmıştır.
268’inci sahifede Mister Armstrong, bizim hakkımızda, ‘bunlar kaçtılar‘ diyor. Biz, tedhiş siyâseti takarrür etmezden bir müddet evvel, Türkiye’den serbest olarak çıktık. Hayat-ı maziye ve mesaimiz, memleketimize karşı vicdanî vazifelerimizi mükemmelen îfa ettiğimizi ve şahsî muhataralardan kaçınmadığımızı isbata kâfidir.
301’inci sâhifede Mister Armstrong, Türk Milleti hakkında evsaf-ı mümeyyize olarak; ‘zalim, haşin, sefih, aile hayatına bigâne‘ sıfatlarını zikretmekte ve bu evsafın, Türklerde millî bir noksaniyet olduğunu söylemektedir. Kanaatimizce, Türk Milletinde, mânâ-yı mutlakıyla şu veya bu gibi millî mesavi veya fezail yoktur. Gerek Garp’ta ve gerek Şark’ta fasit veya faziletkâr fertler bulunabilir. Mister Armstrong, Türkiye’de de bu gibi fertlere veya gruplara tesadüf etmiş olabilir. İngilizler de dâhil olduğu halde, bütün Avrupa tarihçilerinin Türk Milleti hakkındaki intibaları, Mister Armstrong’un Türkler hakkındaki isnadatının aksinedir.
Sâbık Başvekil H. Rauf ve Sâbık BMM. Reis-i sanisi Adnan.’
Armstrong, aynı gazetede bu eleştirilere cevap vermiştir. ‘Türk Cumhuriyetçileri‘ başlıklı yazısında Armstrong diyordu ki;
Efendim; Rauf ve Adnan Beyler tarafından, imza edilmiş mektuba cevap vermek için, bana müsaade buyrulduğundan dolayı teşekkür ederim. Der-hatır buyrulacağı veçhile, yeni Türkiye’nin tesisi emrinde çalışmış olan diğer Türkler gibi, Rauf Bey ve Adnan Bey de bugün Paris’te menfada yaşıyorlar. Bunlar, Türkiye için büyük hizmetler îfa etmişlerdir. Ben ‘Bozkurt’da bunlardan mufassalan bahsettim.
268’inci sâhifedeki, ‘firar etmişlerdir‘ cümlesi, cesaretin noksaniyetini tazammun ederse, ben, bu sözü geri almağa müsaraat ederim. Rauf Bey, suret-i mahsusada, müteaddit defalar, Türklerin mütehalli oldukları fazileti, (maddî cesâreti) isbat etmiştir. Bozkurt’un ikinci tabı neşredilmek üzeredir. Ben, üçüncü tabında ve memalik-i ecnebiyeye mahsus olan tabılarında, bu cümlenin tashih olduğunu görmek isterim.
Terakkiperver Cumhuriyetçiler ve Hilafetçiler (sâhife 244) hakkında, şimdiki zimemdarlar ile Paris’teki menfilerin, nokta-i nazarları mütebayindir. Karilerimiz, Mustafa Kemal’in 6 günlük nutkunu (Laipzig’de tabedilen, mütercem nüshasının, bilhassa 615-629ncu sâhifeleri) Türk matbuatını ve Cavit ve Canbolat Beylerin idama mahkûm edildiği dâvânın, resmî zabıtnâmelerini tetkik etmeli ve bu babda, Paris’li menfilerin, sözlerine istinad etmekten başka bir hatâ yapmış olup olmadığıma karar vermelidirler.’
Türk Hükümeti, uzun süre bu kitapla meşgul olmuş, kitabın Türkiye’ye girişi yasaklanmıştır. Türk gazeteciler matuat vasıtasıyla Armstrong’a cevap vermişlerdir. Bu esnada, bilhassa Hâlide Edib’e ciddî saldırılar olmuştur. Akşam Gazetesi başyazarı Necmettin Sadak, bu kitaba cevap mâhiyetinde yazılar kaleme almıştır.
Sadak’a göre kitabın maksadı; hiç kimsenin, inkâr edemeyeceği büyük işleri gören, Gazi Mustafa Kemal’i hususî hayatında küçük düşürmekti. Tertip, kitabın kapağından başlıyordu. Sadak, kitabın kapağındaki Gazi resminin, hiçbir acemi veya garezkâr ressam elinde, bu derece tahrif edilmediğini söylüyordu. Kitabın hazırlanışında, Hâlide Edib’in eserlerinden çokça yararlanıldığı anlaşılıyordu. Kitabın Hâlide Edib’e ilişkin bölümleri, Sadak tarafından şu sözlerle eleştirilmişti. ‘Türkiye’de herkesin bildiği ve bizzat yazarın da dediği gibi Mustafa Kemal, Yahudi bir babanın kızı olan Hâlide Hanım’dan asla hoşlanmamıştır. O’nu hiçbir ciddî işe karıştırmamıştır.’
Türkiye’de, Bozkurt adlı kitaba cevap yetiştirilmeye çalışıldığı sıralarda, Oglander tarafından kaleme alınan, ‘İngilizlerin Gelibolu Seferinin Resmî Tarihi‘ adlı kitap, Ankara’daki İngiliz elçisi tarafından, İngiltere Devleti adına, Gazi Mustafa Kemal’e takdim edilmiştir. Takdim yazısı şöyledir:
‘Büyük bir kumandan, asil bir düşman ve âli-cenap bir dost şerefine, Türkiye Cumhur Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’ne, haşmetli İngiltere Kralı’nın hükümeti tarafından takdim kılınmıştır.’
(Mustafa Balcıoğlu. Muhalif: Erguvanî Yayınevi, Ankara 2014, s: 260-264)