BOP Çerçevesinde Suriye Hadiseleri ve Türkiye’ye Yansımaları

44

BOP veya Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi ile Ilımlı İslam Projesi; tek kutuplu dünya arayışının, Avrasya ve Ortadoğu’yu terbiye etme ve dönüştürme projesidir. Aralarında Türkiye’nin de olduğu çok sayıda ülkenin sınırlarını değiştirmeyi amaçlayan bu projenin haritaları, Afrika’dan-Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır. Şimdiden; Kore-Rusya-Yugoslavya-Çekoslovakya-Endonezya- Gürcistan ve Azerbaycan bölünmüş, Lübnan ve Afganistan kan gölüne dönmüş, Güney Afrika-Filistin ve Irak işgal edilmiş, Somali-Vietnam-Küba-Litvanya-Pakistan ve Hindistan karıştırılmış, İran nükleer program bahanesiyle tehdit edilmiş, Libya-Suriye-Mısır-Fas-Tunus-Cezayir-Sudan-Moritanya-Arabistan-Bahreyn-Ürdün-Umman ve Yemen Arap Baharı ile iç harbe sürüklenmiş, 32 yıldır terörle mücadele eden Türkiye iç harbin eşiğine getirilmiş ve dünya kan ve gözyaşına boğulmuştur.

İslamofobi’yi yaymaya, İslam Âlemini Sünni- Şii olarak ayrıştırmaya ve etnik- mezhepsel temelli olarak çatıştırmaya çalışan Siyonist- Haçlı İttifak “Türkiye’yi Sünni İslam’ın Liderliğine iterek önce Suriye üzerinde kullanmak, sonra Şii İslam’ın Lideri gibi gözüken ve nüfusunun çoğunluğu Türk olan İran ile savaştırmak ve Türk Milleti’ni tehlikeli bir oyuna çekmek” istemektedir. Küresel Güçlerce; Irak’ın mezhep temelli ayrıştırılması, Suriye’nin iç harbe sürüklenmesi, Irak ve Suriye kuzeyinde Kürdistan kurulmaya çalışılması, Arap Baharı ile birçok Müslüman Ülkenin karıştırılması ve eşzamanlı olarak Türkiye’de PKK terörünün azdırılması; çok fazla provokasyon kokmaktadır. Sünni Hilali ile Şii Hilali’nin karşı karşıya gelmesi ve Müslüman Ülkelerde etnik- mezhepsel temelli çatışmalarının artması; İslam Alemi’nin birlik ve dirliği için çok tehlikelidir, bölgede hiçbir ülkeye fayda getirmez, tüm ulusları iç harbe sürükler, Müslüman kanı akmasına neden olur ve sadece Küresel Güçlerin ekmeğine yağ sürer.

Küresel Güçlerin müdahil olduğu iç harple yıpranan ve insanlarının çoğu mülteci olan Suriye’ye “Rusya, NATO, AB ve Batılı Devletler gibi uluslararası veya Türkiye ve İsrail gibi bölgesel güçlerle” yapılacak doğrudan bir dış müdahale; parçalanmaya ve Ortadoğu’yu karıştırarak 3. Dünya Harbine neden olabilir. Çünkü bölgede yalnız kalan Suriye; Rusya, Çin ve İran ile Hizbullah vb. dini grupların desteğini alarak çıkan isyanları kanlı bir şekilde bastırmaya çalışmaktadır. Bu süreçte önce “İsrail’in güvenliği ve Batı’nın menfaatleri için Özgür Suriye Ordusu ile Sünni Unsurları destekleyerek, demokrasi götürmek için yola çıktığı Suriye’nin şimdilik güneyinde hâkimiyet kurmaya uğraşan” ABD, sonra “Akdeniz’de ki tek üssünden olmak istemeyen ve Beşar Esad ile Şii unsurları destekleyerek Suriye’nin ortasında hâkimiyet kurmaya çalışan” Rusya; Akdeniz’e uçak gemisi göndermişler ve aktif olarak savaşmasalar da hasım saydıkları unsurları havadan bombalamışlar ve özel kuvvetleriyle çatışmalara fiilen katılmışlardır. Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt Devleti kurulmasını istemeyen ve PYD/ YPG’nin Türkmen Dağını ele geçirerek Akdeniz’e inmesini engellemeye çalışan Türkiye’de olaylara müdahil olmuş, ABD ve AB ile birlikte Özgür Suriye Ordusunu desteklemiş, Türkmenlere arka çıkmaya çalışmış, özellikle ülkesinde eylem yapan PKK, PYD ve DAEŞ’e yönelik haklı bombardımanlar yapmış ve bu hengâme içerisinde sınır ihlali yapan Rus Uçağı’nı düşürmüştür. Fakat “hem bölgeden Rusya’yı çıkarmak hem de Türkiye’yi kuşatmak, yani bir taşla iki kuş vurmak isteyen” ABD; kara ordusu olarak kullanmaya başladığı PYD’yi alenen destekleyip Suriye’nin kuzeyinde Akdeniz’e açılımı olan Kürdistan kurma senaryolarını alevlendirince; NATO ve AB çerçevesinde müttefik olduğu batıyla birlikte hareket etmeye çalışan ve her seferinde hayal kırıklığına uğrayan Türkiye oyuna geldiğini anlamış ve Rusya ile barışmaya ve Suriye’nin toprak bütünlüğü için uğraşmaya başlamıştır. Ancak Rusların hasmane davranması, ekonomik ilişkileri kesmesi, turizmi baltalaması, Bayırbucak Türkmenlerini bombalaması ve Türk Hava Kuvvetlerini Suriye semalarına sokmaması yüzünden, ilişkiler iyice gerilmiştir. Küresel Güçlerin tamamı sözde savaş açtığı halde “nasıl oluyorsa” varlığını sürdüren DAEŞ’in işgal ettiği yerlerin, daha sonra “tarihi süreçte bölgede nüfusu ve etkinliği olmayan” PYD tarafından ele geçirildiğini ve sınırlarının güneyinde bir koridor oluşturulduğunu geç anlayan Türkiye, başlangıçta Suriye hadislerine müdahil olduğuna ve Irak’ın kuzeyindeki Peşmergeleri kendi topraklarından Suriye’ye geçirerek YPG’yi desteklediğine bin pişman olmuş, ama bölgedeki tek dayanağı olan Türkmenlere yeterince sahip çıkamadığı için şimdilik kontrolü kaybetmiştir.

Suriye hadiselerine “güçlü orduları olan fakat bölgede çıkarları eskiden beri örtüşmeyen” ABD, Rusya ve Türkiye gibi üç büyük devlet ile AB Ülkeleri aktif olarak müdahil olunca ve adeta destekledikleri unsurlarca vekâlet savaşları yürüten küresel güçler bu ülkeyi havadan- karadan bombalayınca; bölgede sular iyice ısınmıştır. Örtülü bir dünya savaşına dönüşen Suriye krizinde, ABD’nin BM Güvenlik Konseyinde ki girişimleri her defasında Rusya ile Çin’in vetosuna takılmış ve taraflar arasında gerilim iyice artmıştır. En son yapılan barış görüşmeleri de fiyaskoyla sonuçlanmış ve geri adım atmayan taraflar arasında çatışmalar alevlenmiştir. Elbette tüm bu hengamede Suriye ile beraber en çok sıkıntıya giren taraf “karıştırdıkları bölgede sınırı olmayan ve hiçbir tarihsel bağı bulunmayan” ABD- AB- İngiltere ve Rusya gibi küresel güçler değil, her zaman ki gibi “3 Milyon Mülteciye bakmak zorunda kalarak maddi manevi olarak yıpranan, Suriye’de ki Türkmen nüfusunu neredeyse kaybeden, PKK- PYD- DAEŞ vb. terör örgütleri ile mücadele etmek zorunda kalan ve ABD-AB gibi sözde müttefikleri ile üyesi olduğu BM ve NATO’dan hiçbir yardım görmeyen” Türkiye olmuştur.

Asya, Avrupa ve Afrika Kıtalarının kesiştiği önemli bir kavşakta yer alan ve coğrafyasıyla büyük bir jeo-stratejik ve jeo-politik değere sahip olan Türkiye konumu itibariyle; Avrupa ve Asya’dan, Ortadoğu ve Afrika’ya kadar uzanan geniş bir bölgeyi kontrol altında tutmakta ve “Kuzey-Güney, Doğu-Batı, İslam-Hıristiyan, Totaliter-Demokratik, Laik-Anti Laik” düşünceler arasında köprü görevi görmektedir. Boğazları kontrol etmesi, kıtalararası yolların kesişim noktasında yer alması, petrol boru hatları geçiş güzergâhında bulunması, bor-toryum-uranyum-altın gibi önemli madenlere sahip olması, dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Ortadoğu ile stratejik hammadde kaynaklarına sahip Orta Asya’ya yakınlığı, üç kıtayla ticaret yapma imkanı, verimli toprakları, genç-dinamik ve eğitimli nüfusu, güçlü ekonomisi, kuvvetli ordusu ve tarihi derinliği; önemini daha da artırmaktadır.

Küresel Güçler, dünya hâkimiyet teorilerinin merkezinde olan bu coğrafyaya, Türkiye gibi güçlü bir ülkenin tek başına hâkim olmasını, yeni dünya düzeni için tehdit olarak görmektedirler. En büyük korkuları da “Selçuklu ve Osmanlı gibi iki büyük devlet kuran” Türk Milleti’nin, eninde sonunda bölgesel aktör olacağı ve Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Orta Asya’da yeni bir oluşuma gideceğidir. Bu yüzden “Şark meselesiyle başlayan, SEVR dayatmasıyla devam eden ve BOP ile şekillenen” planlarında; Türkiye’nin Güneydoğusu ve Irak’ın Kuzeyi ile Suriye ve İran topraklarının bir kısmında “Kürdistan” Doğu Anadolu’da “Büyük Ermenistan” Ege ile Marmara’da “Büyük Yunanistan” İstanbul’un göbeğinde “Patrikhane” Nil ile Fırat-Dicle Nehirleri arasındaki sözde vaat edilmiş topraklarda “Büyük İsrail” devletleri kurmak, Türk Dünyası ve İslam Alemi ile bağımızı kesmek ve bizi iyice zayıflatarak tarih sahnesinden silmek istemektedirler. Batının Truva Atları olan Yunanistan-Ermenistan ve İsrail ile, Asya’nın Kilidi olan Türkiye’nin önünü kesemeyen kürese güçler, güneyimizde birde Kürdistan kurarak; bizi kuşatmak, lider ülke olmamızı engellemek ve İran’a kadar olan bölgeyi Türk’ten ve Müslüman’dan arındırarak, bölgede kontrolü daha iyi sağlamak niyetindedirler. Artık gizli olmayan bu emellerini de haritalarda göstermekte ve çeşitli medya kuruluşlarında alenen açıklamaktadırlar.

İstiklal Harbinden sonra “Yurtta sulh, Cihanda sulh” diyen ve uzun süre “komşularla sıfır sorun” politikası güden Türkiye’nin, bünyesinde de yayılma tehlikesi olan etnik ve mezhepsel çatışmaları durdurarak işbirliği ve dayanışmayı arttırmak ve bölgesinde istikrar ve barış alanı yaratmak yerine; Batı ve NATO eksenine iyice kayması,  Afganistan-Lübnan ve Filistin’e Barış Gücü göndermesi, Irak ve Suriye’ye karşı İncirlik Üssünü kullandırması, Libya Harekâtına müdahil olması, sert açıklama ve eylemler ile Suriye’nin üstüne gitmesi, topraklarında NATO füze erken uyarı sistemi ile Patriot Füzeleri konuşlandırması ve Arap Baharı ile başlayan isyanlarda ABD-AB-İngiltere-İsrail ve Arap Birliği ile aynı cephede yer alması; hem İran-Irak ve Suriye gibi komşu ülkelerle ilişkileri germiş, hem de Çin ve Rusya’nın başını çektiği Şanghay İşbirliği Örgütü ile bizi karşı karşıya getirmiştir. Türk dış politikasındaki bu değişim; Türkiye’nin güvenirliğine ve bağımsız bir güç olduğu imajına, büyük zarar vermiştir. Türk Dünyası’na yoğunlaşması gereken ve son zamanlarda hedeflerinden sapan Türkiye “tarih bir tekerrürden ibarettir, hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi” sözlerinden ders almamış, 1000 yıldır sürdürdüğü “doğu-batı arasında tarafsız kalma ve denge unsuru olma” politikasını bırakmış, muhtemel bir 3. Dünya Harbinde safını çok erken belli ederek husumeti üzerine çekmiş ve iki gemi yüzünden 1. Dünya Harbine giren Osmanlı gibi, iki radar ve düşürdüğü bir Rus Savaş Uçağı yüzünden, bekasını tehlikeye atmıştır.

Elbette Türkiye ile Suriye arasında “tüm bu hadiselerin dışında” Hatay, PKK, Ortadoğu Politikalarından kaynaklanan liderlik, su vb. siyasi-ekonomik-sosyal sorunlar vardır. Diktatörlükle yönetilen ve Lübnan Başbakanı Refik Hariri’ye suikast düzenlediği iddia edilen Suriye “Hatay-Şanlı Urfa ve Gazi Antep İllerini kendi sınırlarında gösteren, Türkmenlere eziyet eden, bazı Arap kökenli vatandaşlarımıza ticari avantajlar ile ücretsiz eğitim hakkı sağlayan ve sınıra yakın yerlerde (özellikle halk oylamasında kaybettiği Hatay’da) arazi aldıran, 1. Dünya Harbinde İngiltere ile bir olup bizi arkamızdan vuran, Yunanistan ile aleyhimizde askeri antlaşma yapan, Apo’yu barındıran ve PKK’yı destekleyen” güvenilmez bir ülkedir. Apo ifadelerinde “Suriye’de ilk yerleşimin 1982‘de Filistin Kimliği ile ev tutularak başladığını, Şam’da Karargahı olduğunu ve örgütü oradan yönettiğini, Şam’da Kürtçe Okul açtıklarını, bu okulun yanındaki matbaada gazete-dergi bastıklarını, Cemil Esad ile görüştüklerini ve siyasi- askeri- finansal- sahte kimlik- sınır geçişi vb. destekler aldıklarını, El Muhaberat İstihbarat Teşkilatının kendilerinden Suriye’deki faaliyetlerine göz yumma karşılığı Türkiye’de yoğun eylem yapmalarını istediğini” beyan etmektedir.

Ancak Suriye “PKK yüzünden ilişkiler iyice gerilince” Türkiye ile olası bir savaşı göze alamadığından Apo’yu ülkesinden çıkarmış ve 1998 Adana Mutabakatı ile terör örgütünü desteklemeyeceğini taahhüt etmiştir. Soğuk savaşın bitmesi, Demirperde Blok’unun dağılması, Rusya’nın zayıflaması ve ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra; bölgesel işbirliğine yönelmiş, Türkiye’ye yakınlaşmış ve rol- model almaya başlamıştır. Türkiye’de olumlu adımlar atmış ve iki ülke arasında ortak bakanlar kurulu toplantısı ile gümrüklerin kaldırılmasına varan sıcak ilişkiler kurulmuştur. Fakat Türkiye’nin “ABD- AB- İsrail ve Arap Birliği ile aynı cephede yer alması, Özgür Suriye Ordusu’nu desteklemesi, kaçan rejim muhaliflerini barındırması, Suriye’de illegal sayılan Müslüman Kardeşler Örgütü’nün basın açıklamalarına göz yumması vb.” faaliyetleri ile “Haftaya Cuma Namazını Şam’da kılacağız, Suriye bizim iç işlerimizdir, 3 saatte Şam’dayız, Sen o koltukta oturamazsın vb.” açıklamaları nedeniyle” ilişkiler çıkmaza girmiştir. Beşar Esad, Ahmet DAVUTOĞLU’na “Suriye’ye nasihat ve tavsiye verebilirisiniz, ama başkalarının buyruklarını tebliğ edemezseniz” demiş ve iki ülke neredeyse savaşın eşiğine gelmiştir. Elbette körü körüne Beşar Esad’tan yana olmak, Suriye’de binlerce insanın ölümüne yol açan insan hakları ihlallerini yok saymak ve yönetimi ele geçiren Şii-Nusayri grubun, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünnilere yaptığı baskı ve zulümleri görmezden gelmek; doğru değildir. Ancak iç harbin parçalanmayla neticelenmesiyle ortaya çıkacak tehditler, Türkiye’nin de bekasını tehlikeye atmakta ve bizi hem Rusya ile iyi geçinmeye hem de Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana olmaya zorlamaktadır.

Yıllardır mücadele ettiğimiz PKK/ PYD ve DAEŞ gibi terör örgütleri, Irak ve Suriye’de ki otorite boşluğu yüzünden varlıklarını sürdürmekte, yani biz ne yaparsak yapalım bataklık sivrisinek üretmektedir. Uluslararası işbirliği ile bataklık kurutulamazsa, yani Irak ve Suriye’de devlet otoritesi tesis edilemezse, hem Türkiye hem de bölge ülkeleri ile tüm uluslar terörün hedefi olmaya devam edecek ve uzun vadede dünya barışı bu hadiselerden olumsuz yönde etkilenecektir. Dolayısıyla Türk- İslam Dünyası ve 3. Dünya Ülkelerinde vahşice cinayetler işleyen terör ve suç örgütlerini yüzyıllardır görmezden gelen, hatta kendi çıkarları için kullanan ve Türkiye’yi hedef alan PKK ve ASALA gibi terör örgütlerini alenen destekleyen Batı Dünyası “kendi canının da yanmaya başladığı bu günlerde” çifte standardı bırakmalı ve BM’de tüm uluslarla işbirliği içine girip güvenlik konseyinin adil olmayan yapısını da değiştirerek; terör meselesinin küresel bazda çözümü için samimi katkı sağlamalıdır. Aksi insanlık için felaket olacaktır.

Türkiye uluslararası ilişkilerde dostluklar değil menfaatler olduğunu unutmamalı,  Suriye de dahil tüm ülkeler ile ilişkilerinde ihtiyatlı olmalı ve mütekabiliyet esasına göre hareket etmelidir. Komşularıyla bölgesel işbirliği çerçevesinde yakınlaşmalı, iyi ilişkiler ve ittifaklar kurmaya gayret etmeli ve Küresel Güçler istiyor diye savaş ilan ederek; Ortadoğu’da kin ve nefret tohumları atılmasına vesile olmamalıdır. Önümüzdeki süreçte; Batılıların baskısıyla İslam Alemine nizam vermeye kalkmamalı, Arap Ülkeleri’nin etnik ve mezhepsel kavgalarına karışmamalı, Müslüman bir devlete yapılacak olası bir askeri müdahaleye taraf olmamalı, sorunun İKÖ ve BM nezdinde barışçıl yöntemlerle çözümü için uğraşmalı, çatışan tarafları barıştırmak ve dökülen Müslüman kanını durdurmak için çabalamalı, bölgesinde istikrar ve barış adası yaratmaya çalışmalı ve “bölgede meydana gelen ve masum insanların ölümüne sebep olan hadiselerden büyük üzüntü duymaktayız ve meselenin uluslararası işbirliği çerçevecinde çözümü için elimizden gelen gayreti göstermeye hazırız” diyerek; askeri değil, siyasi ve insani bir tavır ortaya koymalıdır.