Biz

15

Şirket, spor kulübü, arkadaş grubu, dernek, siyasi parti, köy, devlet… İnsanların oluşturduğu bütün gruplaşmalarda “biz” duygusu yakalanmaya çalışılır. Buna mensubiyet şuuru, ait olma bilinci de diyebilirsiniz. İsterseniz “kimlik” deyiniz. Bu toplulukların yöneticilerinin birinci işi “biz”i yaratmak, bunu yaratırken de topluluğun daha küçük “biz”lere bölünmesini önlemektir.

Aslında “biz” olmak, insanların fıtratında var. Genler keşfedildikten sonra toplum içinde yaşamak insanın genlerinde var diyoruz: İnsan bir toplum yaratığı. Genlerimize kazınmış, çünkü en eski çağlardan beri insanın hayatta kalabilmesi için toplum gerekmiş. Derek Bickerton’un Adem’in Dili kitabında bu gereklilik pek güzel anlatılır. Tek insan veya sadece birkaç insan, mesela bir aile, yırtıcılara karşı savunmasızdır. Ne aslan veya kaplan gibi pençeleri ne de dişleri vardır. Bir veya birkaç insan böyledir ama sahaya bir insan toplumu çıkınca dengeler değişir. Yazar, baltalar fırlatıp bağırarak hep birlikte kaplanın veya aslanın üzerine koşan onlarca insan karşısında yırtıcının kaçmak zorunda kaldığını anlatır. Bickerton, en eskilerde, avlarda önce yırtıcıların pençe ve diş izlerinin, onların üstünde insanların balta izlerinin görüldüğünü fakat geçmişi on binlerce yıl ileri sardığımızda sıranın değiştiğini anlatır. Başlangıçta insanlar yırtıcılardan kalanla beslenirken daha sonraki devirlerde, yırtıcılar insanların artıklarıyla yetinmek zorunda kalıyor. Değişen ne? Değişen dil ve dil sayesinde toplumun mümkün hâle gelmesi.

Milyon yıllık ziyafet

Bu en eski “biz”in bir yararı da büyük avların paylaşılmasında. Taş devrinde buzdolabı, derin dondurucu yok. Fakat “biz” var. Ben büyük bir av avlarsam toplulukla paylaşıyorum, yarın başkası avını benimle ve ailemle paylaşıyor. Hâlâ en sık yaptığımız sosyal faaliyetin birlikte yemek yemek olması yüzbinlerce, belki milyonlarca yıl eskilerden gelen bir alışkanlık!

Bickerton insanın “biz”i sağlayabilmek için lisanı icat ettiğini söylüyor. Kitabın tam ismi şöyle: Adem’in Dili- İnsan Dili Nasıl Yarattı ve Dil İnsanı Nasıl Yarattı. (Hill and Wang, 2009; Türkçesi 2017’de Boğaziçi Yayınları’ndan çıkmış.)

Biz ve edebiyat

Akla hemen Robin Dunbar’ın “arkadaşlık bağları” geliyor. Dunbar’a göre insan beyni, fiziki özellikleri elde etmek için gelişmedi; toplum için, “biz” duygusu için gelişti. Dunbar’ın bu varsayımını ispat ederken kullandığı bir grafik var. Primatların beyin hacmi ile topluluklarının, arkadaş gruplarının sayısını karşılaştırıyor ve her birinin grafiğin tam da bulunması gereken yerine düştüğünü gösteriyor. Ne kadar beyin, o kadar arkadaş… Bu grafikte insanın mensup olabileceği en büyük grup 150 kişilik. Dunbar’ın beyin-arkadaş sayısı grafiğini çizmeden önce bulduğu ve buluşuyla meşhur olduğu sihirli Dunbar sayısı, isterseniz Dunbar tavanı deyin, işte bu 150 rakamı idi. Bu tavanı delip daha büyük gruplara ulaşabilmek için edebiyat gerekiyor. Hani post modernlerin “anlatı” dedikleri şey var ya, işte insanı primatlardan kökten ayıran şey de o anlatı. Anlatı olmasa insan olmayacak veya çok ilkel bir varlık olarak devam edecek.  Masallar, destanlar, hikâyeler, tarih… Bunların gelişmesini sağlayan, edebiyatı insanlara veren de lisan!

Bir not olarak söyleyip geçeyim: Sosyolojideki millet teorilerinde Ernest Gellner’in “ortak yüksek kültür”, Anthony Smith’in “etnosembolizm”, Benedict Anderson’un “basın kapitalizmi” dediği şeyler Dunbarın “edebiyat”ı ile birleşiveriyor. Bu sentez galiba bana ait. Başka yerde görmedim.

Bizi biz yapan

İnsana kimliğini veren de mensup olduğu toplum. Dunbar’ın ve az önce saydığım sosyologların, geçmişten geleceğe uzanan “arkadaşlık” bağları. Var Olmanın Tahammül Edilmez Hafifliği ile meşhur olan ve 2023’te vefat eden Milan Kundera’nın Kimlik (Harper Collins, 1997) eserinde, dostluğun insanı insan yaptığı pek güzel anlatılır:

İnsanın hafızasının düzgün çalışması için dostluk vazgeçilmezdir. Geçmişimizi hatırlamak, onu her zaman yanımızda taşımak, deyim yerindeyse, benliğimizin bütünlüğünü koruyabilmenin zorunlu şartıdır. Benliğin buruşup küçülmemesi, hacmini koruyabilmesi için anıların saksıdaki çiçekleri gibi sulanması, bu sulamanın da geçmişin tanıklarıyla, yani dostlarla düzenli temas halinde gerçekleşmesi gerekir. Dostlar bizim aynamızdır; hafızamızdır. Biz onlardan sadece ara sıra aynayı parlatmalarını istiyoruz ki o aynada kendimizi görebilelim. (Sayfa 45-46)

Kimlik üstünden devam edeceğim.

______________

Not: Kundera’nın kitabını, Var Olmanın “Dayanılmaz” Hafifliği diye çevirmeyi doğru bulmuyorum. İsmin aslında hafiflikle taşınılmazlık arasındaki çelişki sanatı var. Türkçede bunun karşılığı, “Tahammül Edilmez Hafifliği”dir. Tabii tahammül kelimesiyle hamil, hamal veya hamile- taşıyan, kelimelerinin kardeşliğini biliyorsanız. Kundera’nın bu pasajına dikkatimi çeken Prof. Yuli Tamir’in Why Nationalism? (Princeton University Press, 2019, s. 66-67) eseridir.

Biz