“17 Ekim 2008 tarihinde Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ…çarpıcı bir tespit yaptı ve PKK’nın esas olarak ‘bir köylü hareketi’ olduğunu söyledi. Gücünü kırsal alandan ve oradaki eylemlerinden almıştı. Bu tespiti bana, Hakkarili arkadaşım, Kürt kültürünün Türkiye’deki önemli temsilcilerinden Muhsin Kızılkaya’nın bir yıl önce söylediklerini hatırlattı. Muhsin, bacanağı olan dostum Mehmet Uzun’un ölümünden sonra onu anmak için bir araya geldiğimiz bir vesilede, yıldızının hiçbir vakit barışmadığı PKK için: ‘Muazzam bir enerjisi var. Bu enerji, PKK’nın Kürt köylülerinin kendilerini ezmiş olan mirlerine, ağalarına, beylerine olan yüz yıllardır birikmiş öfkesini harekete geçirmiş olmasından geliyor. PKK’nın temsil ettiği bu muazzam köylü enerjisi, Türk devletinden ziyade kendi kırsal egemenlerine karşı yüz yıllar içinde birikmişti.’
“Gerçekten de PKK’nın ilk silahlı eylemleri Siverek’te Bucak aşiretinin reislerine yönelik olarak başlamıştı. PKK, Kürt toplumunun temel direği olan aşiret bağımlılıklarını da kırmayı hedef almış, bu yönüyle ‘modernist’ sayılması gereken bir hareketti. Ama Genelkurmay Başkanı’nın PKK’yı ‘esas olarak köylü hareketi’ olarak nitelemesi doğruydu.
“Başbuğ…istatistik verdi: ‘Yirmi beş yıla yakın süredir, kırk bin civarında insan öldü. Ortalama beş bini asker, polis, korucu şehit. Beş bini vatandaş, otuz bin civarında karşı taraftan. Öldürüldü, yakalandı, teslim oldu veya saf değiştirdi. Yani karşı taraftan otuz bin kişi saf dışı bırakıldı. Bu ne demektir? Yılda binin üzerinde kişiyi saf dışı bırakıyorsunuz. Bu tür bir çatışmada konvansiyonel savaşa göre örgütlenmiş bir ordu için müthiş bir başarı bu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başarısı dünyada her harp akademisinde ders olarak okutulacak cinsten. Örgütün zirve yaptığı dönemde dağdaki silahlı gücü 6500 civarındaydı. Şimdi yine o kadar. Bu askerî başarıya rağmen, -içeride, dışarıda- aşağı yukarı silahlı gücünü koruyor…’
“İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrılmasına iki aydan az bir süre kaldığı bir sırada bir televizyon kanalında ‘Niçin Türkiye yirmi altı yıldır terör örgütünü yok edemedi?’ sorusuna ise şu karşılığı verdi:
“Güvenlik alanında, 1984’ten 2010’a kadar yirmi altı yıl geçti. Ne oldu? Bazen rakamlara, istatistikî bilgilere de ihtiyacımız var. Yirmi altı yılda, otuz bin teröristi etkisiz hale getiriyorsunuz, on bin de yaralı, teslim olan var. Toplam kırk bin. Örgütün dağ kadrosu yıllara göre değişiyor, ortalama altı bin diyoruz, en fazla on bine çıktı. Şu anda dört binler civarında. Ortalama altı bin dersek, 30.000’i 6’ya bölerseniz, 5000 çıkıyor. Matematiksel olarak baktığımızda yirmi altı yılda, güvenlik kuvvetleri beş defa bu PKK terör örgütünü bitirmiş. Bu bir tespittir.” (Cengiz Çandar, Mezopotamya Ekspresi, 2. Baskı 2012, İstanbul, s. 39-42)
X
Evet, Türk ordusu başarmıştır. Her zaman terörün belini kırmasını bilmiştir. Peki ama niye sonunu getirememiştir, derseniz: Çünkü Batılı sözde dostlarımızın desteği hep arkalarında olmuş. Oradan üfleyerek burada oynatmaları hiç kesintiye uğramamıştır. Batı’nın bu arkalayışı devam ettiği müddetçe, PKK terörü ölüp ölüp dirilecektir. Elbette Türkiye’yi teslim alamayacaktır. Ama maddî-manevî zarar verişi devam edecek.Böylece Türkiye’nin hiç olmazsa kalkınması sekteye uğratılmış, en azında gelişmesi geciktirilmiş olacaktır. Nitekim olmaktadır. Bu ne zamana kadar böyle sürüp gidecek, derseniz: Ta ki Batı’lı şer güçlerin nefesi kesilene kadar. İşte bu günlerin arifesindeyiz. İçinde boğulmaya başladıkları ekonomik kriz; terör ateşini tekrar tekrar tutuşturan nefeslerinin de kesilmesini sağlayacaktır.
3611
X
“Bugün Doğu kalkınmasına en büyük engeli, feodal (derebeylikle ilgili) ya da yarı-feodal toplumsal ilişkiler teşkil etmektedir. Bu feodal ya da yarı-feodal ilişkilerden yararlanan aşiret reisleri, ağalar ve şeyhler, feodal ve yarı-feodal ilişkileri sürdürmektedirler…Gerçek bir kalkınma için Doğu halkı, her şeyden önce bu bağımlılık ilişkilerinden kurtarılmalıdır.
“Aşiret bağları, gittikçe zayıflamakla birlikte, hâlâ yaşamaktadır. Aşiret reisliği ile arazi sahipliğini ve hatta bazen dinsel liderliği birleştiren egemen aileler, emekçi kitleyi tam bir baskı altında tutabilmektedir.” (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, İkinci Kitap, İstanbul-2003, s. 1166-1167)
X
Doğu’yu ahtapotun kolları gibi saran ve yöre halkını hegemonyası altında tutan ağaların etkinliğine, bizzat şahit olduğum bir örnek: Van şehrinde, bir seçim arifesinde taksiyle bir yere gidiyordum. Şoför hoş sohbet biriydi. Konuşmamız döne dolaşa partilere gelip çattı. Bir ara sormadan edemedim: ‘Hangi partiye oy vereceksin?’ Hiç düşünmeden: ‘Tabii ki, ağamız hangisine verin derse, oyumu ona vereceğim!’ dedi. ‘Sen şehirde yaşıyorsun. Ağa’n ne bilecek kime oy verdiğini? Neden oyunu uygun gördüğün bir partiye atmıyorsun?’ diye sorunca yine beni şaşırtan bir cevapta bulundu: ‘Ağamın sözünden çıkamam ağa’m!’
Şehirli böyle davranırsa, yani aklını ağanın cebinde görürse, ya köylünün, kırsal kesimdeki insanımızın kendi başına hareket edebilmesi nasıl mümkün olur? Hele bir de PKK’nın köylümüze yaptığı oy baskısı varken. Sonra da: ‘Bizler halkın iradesini temsil ediyoruz!’ diye tafra satanlar mevcutken, nasıl bir çıkmazın içinde bulunduğumuzu varın siz düşünün.
Fakat yine de asla ümitsiz değiliz. Çünkü: ‘Yeis’in mâni-i her kemâl’ olduğunu biliyoruz.