Oğuz Çetinoğlu: Efendim! Bu gün zat-ı
âlinizle, bilinen mesleğiniz dışında kalan gizli kalmış yönleriniz,
meraklarınız, hobileriniz hakkında sorular soracağım. Röportaj teklifimi kabul
buyurduğunuz için şükranlarımı arz ediyorum.
İlk sorum
şöyle: Genleri değiştirilmiş tarım ürünleri ile kısırlaştırılmış tohumlardan
elde edilen gıda maddelerinin insan sağlığına etkileri konusunda
okuyucularımızı bilgilendirir misiniz?
Prof. Dr. Bingür Sönmez: Felâketler birdenbire veya bir kaç yılda
gelmiyor. 50 yılda, 100 yılda, 1000 yılda geliyor.
Yerleşik tarım Sümerlerle
başlamış. Bir Sümer kalıntısına bakacak olursanız. Bir buğday başağında iki
tane tomurcuk var, bilemedin üç tane tomurcuk var. Bugün bir buğday başağında,
aynı sayıda tomurcuk olursa dünya aç kalır. Demek ki bir takım genetik
düzenlemelerle dünyanın beslenmesi gerekir. Tarım arazileri devamlı olarak küçülüyor,
insanların sayısı artıyor. Dolayısıyla olayı kendi hâline bırakırlarsa insanlar
aç kalacak. Genleri Değiştirilmiş Organizmalarla (GDO) bir meyvenin daha büyük
olmasını, daha lezzetli olmasını, raf ömrünün daha uzun olmasını sağlıyoruz.
Benim çocukluğumda Çengelköy salatalıkları vardı… Küçük küçük. Onları ve akşam
masada bıraktığınızda sabah bozulmuş olduğunu görürdünüz. Yiyemezdiniz. Tel
dolap olduğu dönemden söz ediyorum. Şimdi karnabaharın genlerinden o salatalığa
aşılıyorlar, ortaya bir salatalık çıkıyor. Kabuğu biraz daha kalın ve masanın
üzerine on gün bırakın bozulmuyor.
Ben organik tarımla uğraşıyorum.
Küçükçekmece gölünün yanında küçük bir bahçem var. Pembe domateslerim var ve
incecik zarı var. Eğer koparıp o akşam yerseniz yersiniz. Ertesi güne yumuşar, sonraki
gün de bozulur. Bir çiftçi tarlasını bu domatesle ekse ne yapabilir? Perişan
olur, satamaz. Bugün Adana’da domates üretiliyor, 10 saatte İstanbul’a geliyor,
24 saat halde bekliyor, manavda 5-10 gün bekliyor ve sonra satılıyor. Bu ne
sâyesine? Bu genetiği düzenlemiş olmanın sâyesinde yapılabilen şeyler. Peki,
sağlığımızı ne kadar etkiliyor? Mısırlar üzerinde yapılan bir çalışma var.
GDO’lu mısırla beslenen farede kanser illeti görülmeye başlamış. Bir yandan
açlıkla mücâdele ediyoruz, bir yandan sağlıklı insan yetiştirmeye çalışıyoruz.
Bu yaptıklarımız sağlığı olumsuz etkiliyor mu? Maalesef biraz bekleyip bunları
göreceğiz. GDO’lu ürünlerden sağlığımıza zarar verenler var ama hangileri ne
kadar zarar veriyor? Bunlar araştırılıyor. Aksaklıkların giderilmesine de
çalışılıyor. Bilim adamları bu konuda çok uğraşıyorlar. Ya açlıktan ölecek
insanlar veya GDO’lu ürünlerin yan etkilerinden ölecekler. İkisi de olmasın,
ikisinin de olmaması için insanların daha çok çalışması lazım.
GDO olayında bekleyen bir başka
felaket de şu: Bir buğday başağı ektiğin zaman, bir başak çıkarsa olmaz. Bir
buğdaydan sekiz, on, otuz başak çıkmalı ki üretim çok fazla olsun. Böyle bir
tohum elde ediyorsunuz ama ondan çıkan buğdayları aldığınız zaman tohum
yeşillenmiyor, üremiyor. Bunlarla hibrit tohum deniyor, kısır tohumlar. Yani
siz aldınız ektiniz, ürün aldınız, bitti. O üründen yenilerini
üretemiyorsunuz. Soğan, alıyorsunuz,
soğanın tohumunu, ekiyorsunuz ve patates büyüklüğüne soğanlar çıkıyor. Onun
tohumunu alıp ektiğiniz zaman hiç bir şey çıkmıyor. Ve bu tohumun dünya tekeli
İsrail’in elindedir. Bütün dünyaya tohum satıyorlar ve bir gün kızıp ‘satmıyorum’ dedikleri zaman, büyük
sıkıntılar yaşanır. Atom bombası gücünde bir güç var ellerinde. Onun için bir
takım tabiat bilimciler, tabîi tarıma yönelmeye çok gayret ediyorlar. Özel
kasalara, özel muhafazalarda tutup onunla muhafaza etmeye çalışıyorlar. Hatta
tarım bakanlığının bir müzesinde elli yıl öncesinden saklanmış bir tohum
bulundu da hazine bulunmuş gibi değerlendirmeye alındı.
Gelin bakın size göstereyim.
Benim burada şöyle bir domates tohumlarım var meselâ. Bunları bir doktor
getirdi. Bakın bunlar tabiatta yetişen çok özel domates tohumları. Ben bunları
bu sene bahçeme ekeceğim. Minik bir domates ama inanılmaz lezzetli. Bu domatesi
satıcı teyzem üretse satamaz. Bunun tohumlarını Sabancı, 15-20 sene önce
Hollanda’dan getirtti. Küçücük domatesler üzüm salkımı gibi ve profesyonelce
üretiyorlar şimdi. Hâlbuki Ege’de bu domates tabîi olarak yetişen bir domates.
Bunun tohumlarını aldım, kuruttum. Aynı şekilde şöyle bir biberim var. Bunları
güneşte kurusunlar diye buraya koydum.
Meselâ bunlar inanılmaz lezzetli
bir biber. Fakat şimdi bunu profesyonel olarak satma şansın yok. Çünkü
dayanıksız oluyor. Bir yandan da bunları muhafaza etmeli, gizli kasalarda,
gizli mahzenlerde muhafaza etmeli. Yarının geleceği bu hibrit üretimlerde. Burada
böyle kırmızıbiber tohumlarım var. Kurumuş gelmişti bu. İnanılmaz lezzetli bir
kırmızıbiber bu. Piyasada yok. Bunlar hep benim organik tarım ürünlerim.
İnsanlar bunlardan getiriyorlar bana. Bunlar güzelce kurusunlar ki şişelerine
koyalım.
Çetinoğlu: Hepsi çok mükemmel çok
alâka çekici… Peki Efendim! Şöhreti Türkiye
sınırları dışına taşmış olan tanınmış Kalp Cerrahı Prof. Dr. Bingür Sönmez’in
mesleğini icra ettiği günlük programları ve ilgi alanındaki konularla meşgul
olmak için 24 saat yetmiyor olmalı. Bingür Sönmez’in illüzyon ile ilgilendiği
de biliniyor. O, aynı zamanda bir zaman sihirbazı mı? Zamanını nasıl bereketlendiriyor?
Prof. Sönmez: Her güne, ertesi günden birkaç saat alıp ekliyorum.
Her haftaya, bir sonraki haftadan bir gün ödünç alıyorum. Her ay için de
sonraki ayın bir haftasını zimmetime geçiriyorum. Böylece zamanı
bereketlendirmiş oluyorum.
Benim günüm 24 saat değil. Haftam
7 gün değil. Bir ayım 30 gün değil. Hep artıları var. Bir insan haftaya
pazartesi sabahı başlar. Ben Pazar günü akşam başlıyorum. Pazar günü akşam
hastaneme geliyorum, ertesi gün ameliyat edeceğim hastalarımı görüyorum.
Servisleri dolaşıyorum. Yoğun bakımları dolaşıyorum. Gece 12’ye kadar
çalışıyorum. Normal mesai gibi… Ertesi sabah eve geliyorum. Hiçbir gün
hastaneye geldiğim gün eve dönemedim. Eğer Pazartesi hastaneye geldiysem Salı
günleri evime döndüm. Salı günü gelsem Çarşamba günü evime döndüm. Gün
içerisinde 3-4 ameliyat arka arkaya yapıyorum. Aksam 7’ye kadar ameliyathanede
bulunuyorum. 7 ile 12 arası odama geliyorum. İnsanları kabul ediyorum. Sosyal
ziyaretlerimi yapıyorum. Gece 12’den sonra servise çıkıyorum, hastalarımı görüyorum.
Gece 2 ile 4 arası bilgisayar başına oturuyorum kendim için çalışıyorum.
Genellikle bu odayı saat 4’te terk ediyorum. Saat 5’te yatıyorum. Saat 9 ile 10
arasında kalkıyorum. 10’da hastanede olmam lâzım çünkü 1. ameliyat başlamış
oluyor.
Çok iyi bir ekibim var. Onlar
hastalarımı hazırlıyorlar. Ben geliyorum, ameliyata bir yandan başlıyorum.
Bütün gün ameliyat yapıyorum. Gün içerisinde yüzlerce telefona cevap veriyorum,
yüzlerce telefon ediyorum. Bir o kadar konsültasyonlar yapıyorum; insanların
dertlerine çâre bulabilmek için… Bakın bir Cumartesi günündeyiz, herkes şu anda
evinde. Çoluk çocuğunun yanında… Ben sizinle muhabbet ediyorum. Biraz sonra
hastalarımı göreceğim ve akşama kadar burada olacağım. Cumartesi akşam eşim ve
kızımla beraber -oğlum büyüdü artık evlendi, o eşiyle berâber- Biz dışarı
çıkacağız. Mutlaka dışarıda bir yemek yiyeceğiz. Oradan sinemaya gideceğiz veya
bir tiyatroya gideceğiz veya bir konsere gideceğiz. Her cumartesi programımız
böyle. Gece 12’ye 1’e kadar birlikte olacağız. Onları eve bırakacağım, ben
hastaneye geleceğim, hastalarımı göreceğim, diğer işlerimi halledeceğim ve
tekrar evime döneceğim. Pazar günü öğlene kadar çok iyi dinleniyorum. Öğleden
sonra ya bahçeme gidiyoruz bahçemdeki domateslerimi alıp üstüme silerek
yiyorum. Veya salatalıklarımı veya çileklerimi topluyorum. Her çeşit meyve
ağacım var bahçemde. Yâni beyaz kiraz dâhil diyeyim… Bir muşmula ağacım yok,
onu da bulursam ekeceğim. Çok güzel ağaçlarım var. Tabiat hâlâ canlı… Börtü
böcek var. Yılanlar var, kirpiler var bahçemde. O kadar canlı bir tabiat…
Kuşlarım var bıcır bıcır ötüyor onlar. Bir ceviz ağacım var. Onun altında
yatmak dünyanın en büyük keyfi. Bir saat uyuyorum. Evdeki yatağım ortopedik.
Vücudumun şeklini alıyor yattığım zaman. Ama o ceviz ağacının altında incecik
bir çarşaf serip yattığım zaman uyandığımda hiçbir yerim ağrımıyor. Bir otele
gittiğim zaman sabah kalkınca belim ağrıyor, sırtım ağrıyor her tarafım ağrıyor
yabancı bir yatak olduğu için. Ama toprakta yattığım zaman hiçbir yerim
ağrımıyor. Bütün elektriğimi boşalttığımı hissediyorum. Pazar günü öğleden
sonram böyle geçiyor. Akşam gene ailece buluşuyoruz. Güzel bir yemek yiyoruz,
sohbetli bir yemek yiyoruz. Onları eve bırakıyorum. Ben gene hastaneye geri
dönüyorum ve hastane mesaisi başlıyor. Farkındaysanız gün 24 saat değil. Gün
25-26-27 saat. Hafta 7 gün değil 8 gün 9
gün… Sonraki günden saat, sonraki haftadan gün alınıyor. Sonraki aydan da gün
alıyoruz. Ancak böyle yetişebiliyorum.
Çetinoğlu: Sosyal yönününüz de
var…
Prof. Sönmez: Evet! Ciddî bir mesleğin içerisinde olmama rağmen çok
ciddî sosyal hizmetlerim var. Onlara da çok büyük zaman ayırıyorum. O da bana
büyük keyif veriyor. Onlar hep böyle insert şeklinde oluyor. Yâni bu cumartesi
şu konferans vereceğim. Bu hafta sonu gideceğim şunu yapacağım. Onu oraya
koyuyorum önünü ve arkasını mesleğimin gerektirdikleriyle dolduruyorum.
Çetinoğlu: Sarıkamış ile
ilgileniyorsunuz… Allah kolaylık versin… Çok fantastik bir soru: Bir kibrit
çöpü olsaydınız kendinizi ne için yakmak isterdiniz?
Sönmez: Eyvah eyvah… Yakmasam olmaz mı?
Cevap veriyorum: Işık vermek
için… İnsanlığı aydınlatacak meş’aleyi yakmak için yakardım.
Çetinoğlu: Eskilerin tâbiriyle
müşahhas ve mücerret… Yenilerin anlatımı ile… Soyut ve somut alanlarda,
kaybetmekten korktuğunuz değerler ve duygular nelerdir?
Prof. Sönmez: Sağlığımı
kaybetmekten korkarım. Sevdiğim insanları kaybetmekten korkarım. En büyük
korkum, tabîi ki mesleğimi yapamamaktan korkarım.
Mesleğim benim çocukluğumla birlikte gelen bir
şey. İnsanlar 25 yaşında doktor olabilirler belki. Ben ortaokul 2. sınıfta
doktor olmaya karar verdim ve hayallerim hep öyle oldu. Yani şimdiki çocuklar
gibi değildi. Şimdiki çocuklara soruyorsun, üniversite sınavına girmek üzere,
öyle beş meslek söylüyor ki beşi de birbirinden ilgisiz. Ben ortaokul 2.
sınıftan beri hep doktor olacağım dedim. Tıp fakültesine girdiğim gün cerrah
olacağım dedim. Tıp fakültesini bitirdiğim gün kalp cerrahı olacağım dedim.
Kalp cerrahı olduğum gün, erişik kalp cerrahı olacağım dedim. Mesleğimi
kaybetmekten çok korkarım. Mesleğimdeki becerimi yeteneğimi kaybetmekten çok
korkarım. Şu anda 35 yıllık kalp cerrahıyım. Hep diyorum ki mesleği yeni
öğrendim. Emeklilik de geldi çattı.
Çetinoğlu: İnşallah hiçbir
şeyinizi kaybetmezsiniz.
Prof. Sönmez: İnşallah.
Çetinoğlu: ‘Sizden içeru’ bir
Bingür Sönmez var mı? O’nu anlatabilir misiniz? O’nu, bilinen Bingür Sönmez’in
tasvip etmediği uçarılıklara teşebbüs ederken yakaladığınız oluyor mu? Mesela
neler?
Prof. Sönmez: Bazen Ağrı Dağı’na çıkmak, -28 derecede sabaha kadar
nöbet tutmak gibi çok uç aktiviteler yapıyorum. O zamanlar korktuğum da oluyor.
Fakat bakıyorum ki onu yapan kimse yok. Bunu ben yapmalıyım. Bu benim kendime
verdiğim bir özel görev… Gerekli cesâretle üstüne gidiyorum. İçimde tabii ki
hâlâ o çocuk Bingür var. Şöyle söyleyeyim: Ben çocukken bir müzik âleti çalmayı
çok isterdim. Babam her öğretmenin bir müzik âletini çalabildiği Hasan Âli
Yücel öğretmenlerinden biriydi ve çok güzel keman çalardı. Lise 2. sınıfta
keman öğrenmeye çalıştım. Bir yıl sonra babam dedi ki oğlum boş ver sen. Ama
çok iyi nota öğrendim. 58 yaşıma geldiğim gün çoban kavalı çalmak istedim.
Çocukluğumdan gelen bir yetenek… Ben çok güzel çoban kavalı çalıyorum. Ders
aldım kurs aldım. Dilsiz kaval… Böyle zengin bir koleksiyonum var. Çobanların
elinden alınma, ustaların özel yaptığı. Bu sanat kaybolmaya yüz tutan bir
sanat. İnanın sanat var burada. Çünkü koca bir ağacı alıyorsunuz, koca bir
kütük aslında. Onu yuvarlatıyorsunuz. Bunun kalınlığı 1.5 milimetre…
Kırılmıyor, çatlamıyor, delikleri akorduna göre ayarlanıyor. Deliği açıyorsunuz
ve bu dümdüz borudan inanılmaz ilahî sesler çıkıyor. Çocukluk hevesimi yerine
getirdim.
Mesela çocukken sihirbaz olmak
istiyordum. 55 yaşımda karar verdim, illüzyonist oldum. Ben profesyonel bir
illüzyonistim. Yâni sertifikalı bir illüzyonistim. Çocukluk hayalimdi. O
dönemde fırsatım olmadı imkânım olmadı. ‘Mandrake’ olarak bilinen sihirbazı
ameliyat ettim. Çok değerli bir illüzyonist idi. Üniversiteden mühendis
diploması almış bir insandı. Onunla dostluk kurdum. Şu anda içeride bir dolabım
var. Dolap inanılmaz pahalı. Bir kısmı el yapımı orijinal illüzyon
malzemeleriyle dolu.
İçimdeki hâlâ çocuk yaşta olan Bingür bunlarla
da meşgul oluyor. Hâlâ karşımdaki bir insana mendili kurbağa yaptığım zaman,
bir şey kaybettiğim zaman çok hoşuma gidiyor. Çok keyif alıyorum.
Çetinoğlu: Baston koleksiyonunuz
var… Devrek üretimi mi?
Sönmez: Devrek üretimi olan da var. Burada en kıymetli baston bu…
Çetinoğlu: Çok alelâde bir görünümü var.
Prof. Sönmez: Kendisi de alelâde… Bu bir derviş bastonudur. Bunu
Erzurum’da bir dükkânın önünde buldum. Yaşlı bir amca satıyordu. Derviş
kullanmış bunu. Dükkâna girdim. ‘Amca bu
kaç lira’ dedim. ‘Üç lira’ dedi.
Üç lira nedir? 50 lira çıkardım, verdim.
‘Bozuğum yok’ dedi. Amca üstü kalsın
dedim. Amca bunun değerinin farkında değil. Bu bir dervişin kullandığı eski bir
baston.
Çetinoğlu: Ali Emiri’ Efendi’nin
Divan-ı Lügat-it Türk’ü bulması gibi bir şey.
Sönmez: Aynen öyle. Bakın bunun üzeri gümüş işlemeli. İran’dan
gelen abanoz ağacından bir baston… Bu paha biçilmez bir şey. Ama benim için
paha biçilmez olan bu derviş bastonu.
İran bastonunda muazzam bir işçilik
var. O teknolojiyi ifâde ediyor. Derviş bastonu da tabîiliği ifâde ediyor.
Bir insana baston neden hediye
edilir biliyor musunuz? Uzun ömür dilemekmiş o. Yâni o kadar yaşlan ki bu
bastonu kullan demekmiş.
Çetinoğlu: Albaylara da baston
hediye ediyorlar. ‘Paşa olasın…’
anlamında dileğin ifâdesi olarak…
Sönmez: Baston bir yandan da güç ifâdesi, otorite ifâdesidir.
Hatırlarsanız Mustafa Kemal’in de eşiyle beraber bastonlu resimleri var. Onlar
çok özel. Bu, 1934 Sarıkamış yapımı. Bu bir emekli paşanın bastonu. Üzerinde
tavşanlar var geyikler var. Bu çok özel, bu da paha biçilemez bir şey. Benim
torunum getirdi, armağan etti bana. Sarıkamış müzesine koyabilmemiz için.
Burada Sarıkamış 1934 yazıyor. Bir bu kadar da evde var. Bunlar çok
sevdiklerim. 1934, demek 88 yıl. Kullanıcıların hepsi Allah’ın rahmetine
kavuşmuşlar. Meselâ bu bir dervişin. Dervişler köy köy dolaşırken… Bu biraz
işlem görmüş galiba. Pişirmişler etmişler süs yapmışlar. Kullanılmış değil bu.
Derviş bastonu. Bakın çok sağlam. Köpeklerden kendini korumak için.
Çetinoğlu: Kaval koleksiyonunuz
da çok zengin.
Sönmez: Bu gördüğünüz balaban. Balaban çalıyorum. Böyle 20-25 tane
var. Çok özel sanatçıların çaldığı özel balabanlar. O sanatçıların çok hoşuna
gidiyor bu. Bu çok özel bir kaval. Bulgaristan’da yapılan, üzeri sedef amber,
gümüş, çok özel bir Afrika ağacından… Bunu Bulgaristan’da yaptılar. Bunu altı
ay bekledim. Kültürümüze yabancı gibi duruyor. Aslında kaval Türk kültürü… Bu
usta dünyada bir tane, patentli bir usta.
Çetinoğlu: Hepsi çok özel, çok
güzel. Efendim, ‘Size 1 saat ayırabilirim’ buyurmuştunuz. Şu davardaki saat 55
dakika ileri alınmadıysa, vaktimiz doldu. Hastalarınız bekliyor olmalı.
Efendim, doyumsuz bir sohbet oldu. Şükranlarımı sunarım. Minnettarım.
Prof. Dr. BİNGÜR SÖNMEZ
1952 yılında Sarıkamış’ta doğdu. İlk ve 1988 yılında doçent, 1997 yılında 1990 yılı sonunda vatanına dönerek 2001 yılından beri Memorial Hastanesinde Evli, iki çocuğu var. Yayınlanmış Kitapları: Radial Arter Yurt içinde ve dışında yayınlanmış 119 Sarıkamış ile ilgili sinema, kitap gibi 13.000 üzerinde açık kalp ameliyatı İlgilendiği ve meraklı olduğu konular: Sonu ölümle biten operasyonları Yurt içi ve dışında yüzden fazla yayını, Bilgisayar merakı var, iyi kayak kayar, Bahçesinde organik tarım yapar. Amatör illüzyonistdir. Çoban kavalı (dilsiz kaval) çalar. Boş vakitlerinde ameliyat yapar. Hasta kaybetmeyi hiç sevmez. Sonu ölümle biten operasyonları Yurt içi ve yurt dışında bulunan 24 |