Benliğin İki Yönü

114

     Ene / benlik ince
bir elif, bir tel, farazî / hayalî, varsayım bir hattır. Fakat mahiyeti /
içyüzü   bilinmezse; tesettür / gizlilik
toprağı altında büyür gelişir, gittikçe kalınlaşır. Vücudun / bedenin her
tarafına yayılır, koca bir ejderha kesilir. Zamanla bedeni kaplar ve onu yutar.

     Artık o insan,
bütün lâtif / ince duygularıyla âdeta / sanki ene / ben ve benliğin ta kendisi
olur. Öyle ki, mesela: “Ben iyiyim, ben güzelim, ben şöyleyim, ben böyleyim.”
yerine:

     “Benden başka iyi
yok! Benden başka güzel yok! Sadece ben iyiyim! Sadece ben güzelim! Benden
başka, şöyle böyle kimse yok!” vb. gibi ifrat-tefrit / aşırıve tam bir
bencilliği ifade eden söylemlerde bulunur! Yere göğe kendini sığdıramaz olur!

     Şeytan’ın yaptığı
gibi, Allah’ın emirlerine karşı çıkar. Âdeta O’nunla çekişir! Herkesi hattâ her
şeyi kendine kıyas eder. Kendisiyle karşılaştırır, kendisine benzetir. Allahın
mülkünü onlara ve esbaba / sebeplere taksim eder / paylaştırır. Gayet azîm /
büyük bir şirke düşer. / Allaha eş koşar!       

“İnne’ş-şirke lezulmün azîm.” / “Muhakkak ki şirk, pek büyük
bir zulümdür.” (Lokman: 13) âyetinin meal ve anlamını gösterir.

     Evet nasıl ki,
devlet malından para çalan bir adam, oradaki tüm arkadaşlarına biraz vermekle,
onları yaptığına ortak etmekle hırsızlığını hazmedebilir, kendini rahatlatırsa;
“Kendime malikim!” diyen adam da, “Her şey kendine maliktir!” demeye ve öyle
inanmaya, kendini mecbur / zorunlu ve yükümlü hisseder.

     İşte ene / ben ve
benlik; şu haince vaziyet ve durumda iken, cehl-i mutlakta / tam ve gerçek
bir  cehalet ve bilmezlik içindedir.
Binler fünûnu / fen bilimlerini bilse de, cehl-i mürekkeple / katmerli bir
cehaletle, tam bir echel / koyu bir cahildir. Çünkü duyguları, efkârları /
fikirleri, kâinatın / evrenin envar-ı marifetini / marifet nurlarını getirdiği
zaman, nefsinde / kendisinde onu tasdik ve kabul edecek, ışıklandıracak ve
idame edecek / devam ettirecek bir madde bulmadığı için sönerler.

     Gelen her şey,
nefsindeki renklere boyanır. Mahz-ı hikmet gelse / gelen sırf hikmet de olsa,
nefsinde abesiyet-i mutlaka / tamamiyle lüzumsuzluk suretini alır. Çünkü, bu
durumdaki “ene”nin rengi; şirk / Allaha eş koşmak ve ta’tîl / Allahı inkârdır.

     Bütün kâinat /
evren parlak âyet / alâmet, delil ve kanıtlarla dolsa, o “ene”deki karanlık bir
nokta, onları nazardan / bakıştan saklar ve göstermez.

     İşte, bak: Âlem-i
insaniyette / insanlık âleminde, zaman-ı Âdem’den / Hz. Âdem zamanından şimdiye
kadar iki cereyan-ı azîm / iki büyük akım, iki fikir akımı her tarafta ve her
tabaka-i insaniyede / insan grup ve sınıflarında dal budak salmış.

     İki şecere-i azîme
/ iki büyük ağaç hükmünde olan din ve felsefe / hikmet; gelmiş, gidiyor.

     Her ne zaman o
ikisi imtizaç etmiş / kaynaşmış ve ittihat etmiş / birleşmiş ise, yani müspet
felsefe; dine dehalet edip / katılıp, tâbi olarak / ona uyarak, ona itaat
ederek / boyun eğerek dine hizmet etmişse; âlem-i insaniyet / insanlık âlemi
parlak bir surette / parlak bir şekilde, bir saadet / bir mutluluk, bir hayat-ı
içtimaiye / huzurlu bir toplum hayatı geçirmiş.

     Ne zaman din ve
felsefe ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, din etrafında toplanmış. Şer /
kötülükler ve dalâlet / doğru yoldan sapmalar; menfî felsefe etrafında cem
olmuş / bir araya gelmiş.

     Şimdi şu iki büyük
akımın menşe / kaynak, kök ve esaslarına bir bakalım:

     Dine itaat etmeyen
/ boyun eğmeyen menfî felsefe; bir şecere-i zakkum / cehennemdeki zakkum ağacı
suretini / şeklini alır. Şirk / Allaha eş koşma ve dalâlet / doğru yoldan çıkma
zulümatını / karanlıklarını etrafına dağıtır.

     Hattâ kuvve-i
akliye / akıl dalında; âlemin ezelî ve ebedî olduğunu iddia edip, âhireti inkâr
eden dalâlet fırkasını teşkil edenleri yani Dehriyyunu,

     Maddeye ezeliyet
veren maddeci materyalistleri yani Maddiyyunları,

     Tabiatçıları,
tabiatı yaratıcı kabul edenleri yani Tabiiyyunu; aklın eline vermiş.

     Kuvve-i gadabiye /
öfke dalında; Hz. İbrahim’i ateşe atan Babil’in zalim kralı Nemrut gibileri,

     Hz. Musa’yı
öldürmek isteyen Mısır kralı Firavun ve benzerlerini,

     Yemen’deki Âd
kavminin zalim hükümdarı Şeddat gibileri insanın başına atmış.

     Kuvve-i şeheviye-i
behimiye / hayvanî istek ve arzulara ait duygu dalında; âliheleri / ilah olarak
kabul edilen kadın tanrıçaları, sanemleri / putları ve ulûhiyet / ilahlık,
tanrılık dava edenleri semere vermiş / yetiştirmiş.

     Hakikaten
Nemrutları, Firavunları yetiştiren; eski Mısır ve Babil’in, ya sihir derecesine
çıkmış, ya da hususî olduğu için etrafında sihir telâkki edilen / zannedilen eski
menfî felsefeleri olduğu gibi;

    Âliheleri / ilah
olarak kabul edilen kadın tanrıçaları; eski Yunan kafasında yerleştiren ve
esnamı / sanem ve putları tevlit eden / doğuran; hep felsefe-i tabiiye /
tabiatçı felsefe bataklığı olmuştur.

    Gerçekten, tabiatın
perdesi ile Allah’ın nurunu göremeyen insan; her şeye bir ulûhiyet /
idarecilik, ilahlık ve tanrılık verip, kendi başına musallat ve tebelleş eder.

     İşte o şecere-i
zakkumun / cehennemdeki zakkum ağacının, çekirdek ve tohumu; enenin saksılık
ettiği menfî felsefe olduğu gibi,

     Şecere-i tubanın /
cennetteki saadet ağacının, çekirdek ve tohumu ene’nin saksılık yaptığı din ve
müsbet felsefedir. Nitekim, şecere-i tuba-i ubudiyetin / kulluğun tuba ağacının
tohum ve çekirdeği de ene’dir.

     Nitekim dinin:

     Kuvve-i akliye
dalında enbiya / peygamberlerin, mürselîn / Allahın insanlar için seçip
gönderdiği büyük zatların, evliyanın / Allah dostları ve sıddıkîn / doğrulukta
Allahın rızasına ulaşanların, 

     Kuvve-i dafia /
zararlı olanları reddetme duygusu dalında, âdil / adaletli hâkimlerin, melek
gibi melikler ve hükümdarların,

     Kuvve-i cazibe /
yararlı şeyleri çekme duygusu dalında; hüsnüsîret / manevi, ruhî güzellik ve
ismetlilerin / günahsızların, cemal-i suret / güzellik ve sahavet / cömertlik
ve kerem sahibi kişilerin kaynakları birdir.

     Evet, insanın
kâinatın / evrenin en mükemmel / olgun bir meyvesi / şecere-i tuba-i ubudiyet /
kulluğun tuba ağacı hükmünde bulunduğunu gösteren o ağacın menşei / kökü ile,

     O şecere-i zakkumun
/ o zakkum ağacının menşei / aslı birdir.

     Demek ki, ene ve
benlik denen çekirdek ve tohumun iki meyvesi, iki ciheti var.

Önceki İçerikHDP’ye Devlet Bakışı
Sonraki İçerikBenim Değil…
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.