Tuna’dan Bir Tarih Akar
Belgrad 400 yıl Osmanlı hakimiyeti altında kaldı. Belgrad Kanuni’nin yadigarıdır. Kanuni birtakım oyunlarla saraya tıkalı kalan, farklı bir Padişah gibi gösterilmeye çalışılsa da “Güneş Balçıkla kapatılamaz” bizler bu oyunlara gelmeyeceğiz. Bizzat Avrupalılar tarafından adlandırılan Muhteşem Süleyman’ın fethettiği topraklarda Osmanlı medeniyetinin izlerini araştıracağız.
Osmanlı topraklarından gitmediğim Belgrad kalmıştı.Şimdi de buraya giderek özel bilgilerle dönmeyi umuyorum.Kanuni’nin Osmanlı coğrafyasına kattığı Belgrad’a gidiyoruz. Belgrad’da araştırma yapıp, belgesel çekerken sizleri daha önce gittiğimiz, Macaristan, Bratislava ve Avusturya’nın başkenti Viyana bölgeleri ile ilgili hazırladığımız belgesel metninin senaryo metni ile baş başa bırakıyoruz
Macaristan’ın başkenti Budapeşte eski adıyla Buda ve Peşte… Tuna’nın ikiye ayırdığı iki nazlı şehir… 160 yıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde huzur ve barış içinde yaşamış bir başkent. Kanuni’nin hayallerini süsleyen Budin kalesi… Estergon, Kanije ve Zigetvar kaleleri… Süzüle süzüle akan Tuna Nehri, Galiçya Türk Şehitliği, Kızılelma Kulesi, Gül Baba Türbesi ve nice Osmanlı Eserleriyle Macar toprakları… Türk Şehitlikleri, kalesi ve Viyana kuşatmasında kilit görevi görmüş, Slovakya’nın başkenti Bratislava… Ve iki kez kuşatıp, on binlerce şehit verdiğimiz, dillere destan savaşların arenası, Viyana… Budapeşte’den Viyana’ya Tuna boyları…
Uçağımız İstanbul’dan Budapeşte’ye doğru havalanıyor. Gökyüzünün mavi derinliğine bakarken içimizdeki heyecanın yerini hüzün alıyor. Biz Gökkube’de rahat koltuklarda yolculuk yaparken, o Gökkube’nin altında fetihten fetihe koşan at sırtındaki ecdat geliyor aklımıza. 2.5 saatlik yolculuğun ardından Budapeşte havalimanına iniş yapıyoruz. Ve işte Budapeşte’deyiz.
Kültür ve medeniyetimizin önemli bir kenti Budapeşte’deyiz. Budapeşte’de tarihi bir yolculuğa çıkıyoruz.
BUDAPEŞTE
Burası Macaristan, burası Macaristan’ın başkenti Budapeşte. Macaristan, Orta Avrupa’da, Tuna nehri havzası üzerinde yer alan önemli bir ülke. Macar kavimlerinden ilk söz eden yazılı tarihi kaynak, 9. yüzyılda Arapça kaleme alınmış. İbn Rüşd ve Gerdizi, Buharalı bir alimden naklederek Macarları, orta Volga boylarında yasayan bir “Türk kabilesi” olarak tanımlıyor. Orta Avrupa’nın ve dolayısıyla Macaristan’ın Islâmiyet’le teması, İslâm’ın batıda Endülüs ve Sicilya’daki varlığının devam ettiği dönemde gerçeklesmeye baslamıstır. 10. ve 12. yüzyıllarda kuzeyden gelen son Türk kavimleri göçü sonucu Tuna nehri boylarında bazı müslüman topluluklar oluştu. Bunlar genelde Türk göçebelerdi. İslâmiyet’i Arap tüccar, alim ve seyyahlardan öğrenmis bu kavimler, Eflak, Boğdan, Sırbistan, Bosna ve Macaristan’a yerleştiler.
10. ve 11. yüzyıllarda müslümanların özellikle askeri alandaki becerileri Macar krallarının dikkatini çekmiş ve onlara Macar ordusunda görev verilmesini sağlamıştır.
Endülüs’ten Macaristan’a göç etmiş ve yüksek düzeyde görev yapmış olan Ebu Hamid el-Girnatî (öl.1170), Tuhfetü’l-Elbab ve Nuhbetü’l-A’cab adli eserinde Macar krallığı sınırları içerisindeki müslümanlardan söz ederken, onları Magribîler ve Harizmîler diye ikiye ayırmıştır. Ona göre, devrin Macar kralı “müslümanları seven hükümdardi.”
Kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla Gırnatî, müslümanca bir merakla bu kimselerin İslâm’ı ve Arapça’yı ne kadar bildiklerini tespit etmeye çalısmıştır. Tespitlerini, kıvançla “Bugün itibariyle böyle bir ülkede 10 binden fazla yerde Cuma namazı kılınıyor olması muazzam bir olaydır.” diye tescil eder.
Osmanlılar Rumeli’ye geçtikleri dönemde hep bu Türk Kabilesi ile mücadele etti. 1364 yılında başlayan Osmanlı-Macar savaşları, 150 yıllık büyük mücadelenin sonunda Mohaç Meydanında Macarların ağır yenilgisiyle noktalandı. Bundan sonra Osmanlı bölgede 150 yıl sürecek bir hakimiyet kuracaktır.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında İmparatorluk dağılmış ve gerek bu esnada gerek savaş boyunca Macaristan, topraklarının üçte ikisini kaybetmiş ve sonuçta denizden yalıtılmış, 93,000 km2 genişliğinde bir yüzölçümüyle sınırlanmıştır.
Macar topraklarında gezimize başlarken 150 yıllık Osmanlı hakimiyetini hatırlıyor ve kendimizi Budapeşte caddelerine bırakıyoruz. Budapeşte’de nereye giderseniz gidin bir Osmanlı eseri sizi karşılar. Gürz İlyas tepesinden göz alabildiğine uzanan şehri izlerken bir taraftan tarihi yapıları görüyor diğer taraftan yüzyıllardan beri durmadan nazlı nazlı akan Tuna’yı temaşa ediyoruz. Buda’yı Peşte’den ayıran Tuna bambaşka güzel. Ardından şehri dolaşmaya başlıyoruz. Tarihi yapılar görkemli binaların arasından geçiyoruz.
Avrupa’nın kalbinde 1100 yıllık geçmişin izlerini görüyoruz Macararistan’da. Bozulmamış mimari yapı bize tarihte yolculuk yaptırıyor adeta. Macaristan Etrafı tamamen karalarla çevrili bir ülke. En büyük gölü Balaton. Tarihi bir bina olan Macaristan Parlamentosu Budapeşte’de ilk göze çarpan mimari yapılardan. Avrupa’nın en büyük parlamentolarından birisi. Sovyetlerin yıkılmasından sonra 1990 yılında Macarlar seçim yaparlar. Ve çok partili sisteme geçerler. Aynı zamanda serbest piyasa ekonomisini benimserler. Bu parlamento binası ise Macaristan’ın en çok turist çeken yapılarından birisi.
1 yılda tam 35 milyon turist geliyor bu 10 milyon’luk ülkeye.
Bu hareketli ve canlı şehir bizi ilk başta farklı bir yöne çekiyor. Şehir içinde bir şehir çıkıyor karşımıza. Bu şehir ölülerin şehridir. Burası bir mezarlıktır. Alışageldiğimiz mezarlıkların dışında bir mezarlık. Macaristan’da insanlar isteğe bağlı olarak yakılıp külleri bu şekilde mezarlara konuluyor. Bu raf mezarlarda yakılan ölülerin külleri 30 yıl saklanıyor. 30 yıl sonra ölünün varisleri belli bir ücret verip bu süreyi arttırabiliyor. İlginç raf mezarların arasından geçerek yolumuza devam ederken birden sıcak huşu dolu bir atmosfere giriyoruz. Bir şehitlik burası. Galiçya şehitliği önünde bulurken kendimizi kefensiz yatan binlerce şehidimizi hatırlıyor ve Mehmet Akif’in mısralarını duyar gibi oluyoruz.
“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı.
Düşün altında yatan binlerce kefensiz yatanı!”
Akif’in dizeleri dile gelirken duygulanıyoruz. Galiçya’da, Dimetoka’da Şipka’da ve dünya coğrafyasının her bölgesinde din için vatan çarpışan şehitlerimiz.. Yıl 1914 Birinci Cihan Harbi… Savaş virüs gibi tüm dünyaya yayılırken, milletler birbirine asırların getirdiği kin ve nefretle vurmaya başlıyor. Osmanlının son dönemleri. Yurdun her köşesini düşman sarmış. Savaşın çığlıkları gökkubede yankılanıyor. Sanki mahşeri günleri yaşanıyor. Filistin, Kafkasya, Galiçya, Çanakkale. Cephelerde yiğitler var gücüyle çarpışıyor. Her bir cephede Ecdad destanlar yazıyor. Bir yanda destanlar yazılırken diğer yanda ağıtlar yakılıyor. Çanakkale’de 250 bin şehit rabbine kavuşuyor. Galiçya direniyor. Düşmanın sınırlarımızdan ilk gireceği kapılardan biri olan Galiçya göğsünü düşmana siper ediyor. Ve Mehmetçik Galiçya’da ay yıldızlı bayrağa rengini veriyor. İşte Galiçya şehitliğinde şehit Mehmetçiğin Allah Allah nidalarını duyar gibi oluyoruz.
Bosna, Arnavutluk, Makedonya ve Anadolu’nun her köşesinden Mehmetçikler var bu şehitlikte. 1914’te savaş başlayınca Ruslar Galiçya’yı işgal ettiler. Birinci dünya savaşında Galiçya cephesinde 1916-1917 yılları arasında Alman güney ordusuna bağlı olarak görev yapan 15. Türk kolordusu 15 binin üzerinde şehit ve gazi verir. Bu savaşta Türk kolordusu Alman Macar ve Avusturya kuvvetleriyle birlikte Ruslara karşı savaşmıştı. Galiçya ve Macaristan’ın muhtelif yerlerinde şehit düşen kolordu mensuplarından 480 şehidimiz 1926 yılında kurulan Budapeşte Türk şehitliğine nakledildi. Yusuf oğlu Ahmet, Halil oğlu İbrahim ve isimsiz meçhul askerler bugün Galiçya’da. Vatan için çarpışmanın savaşmanın gereğini hakkıyla yerine getirdiler ve şahadet şerbetini içtiler…
Sen ne güzelsin Galiçya. Ecdadın kanıyla sulanmış toprakların, şereflenmiş bağrı yanık çehren Galiçya! Fatihalarla Galiçya’ya veda ederken gözlerimiz buğulanıyor. Yollara koyuluyoruz tekrar. Tuna’ya anlatıyoruz derdimizi Tuna anlatıyor bize derdini. Çünkü Tuna kadim ve vefalı bir dost bir sevgili… Osmanlı coğrafyasının sınır çizgilerinden ve kilometre taşlarından birisi Tuna…
TUNA
Yahya Kemal’in sesine kulak veriyoruz. “Türk’ün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır” diyor. Acaba gerçekten öyle mi? Şimdi her şeyi bir kenara bırakarak, sadece şöyle bir Tuna’ya göz atıyoruz. Bizim gönlümüzde neyi var, neyi yok hele bir ağırlığını tartalım, sonra yola revan olup aheste aheste kültür coğrafyamızda bir dolaşalım, Tuna’yı arayalım.
Tuna kimindir, nedendir ona beslenen bu sevgi! Osman paşa’yla anılsa da Tuna bizimdir ve bizim gönlümüzde hep öyle kalacak… Almanya’dan doğan ve denize dökülene kadar Almanya, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna olmak üzere toplam 10 ülkeden geçen bu nehir aynı zamanda 4 başkente de hayat verir can verir. Tuna kıyıları misali cennettir. Tazelenip akan suları abı hayattır adeta. Tuna akarken bir tarih akıp gider önümüzden. Tarihi bilmeyen Tuna’yı ne bilsin. Tuna denince Viyana, Mohaç, Estergon, Kanije, Budin gelir aklımıza. Kanuni Sultan Süleyman gelir.. Tuna demek Eflak ve Boğdan demek.. Kanuni demektir. Tuna’yı seyrederken Kanuni Sultan Süleyman’ın adaletiyle dünyayı yönettiği dönem akla gelir. Ebedi âleme göç ettiği Zigetvar hatırlanır ve hüzünlenilir. Koca Balkan Dağları’nın Deliorman, oradan da Eflak diyarlarına doğru uzandığı cenahlarında Tuna, Osmanlı’nın kimi zaman destansı kimi zaman hüzünlü hikâyelerini anlatır durur. Tuna üzerine yazılmış binlerce maznun şiir var. Şair ne güzel söyler:
Tuna boylarında sıra selviler,
Tan yeri estikçe sessiz ağlarmış
Gül bahçelerinde baykuşlar öter,
Şu viranelikler eski bağlarmış…
Bir başka şair Âşık Çelebi de Tuna’ya ruh katarak şöyle yazar onun için:
“kişver-i kafirden iman ehline akup gelür
kıbleye yüz tutmuş yüzünü, bir müselmandır Tuna.”
Evet, Tuna Müslümandır. Tuna bizim Tuna’dır. Tuna demek Osman Paşa demek, tarihe şahitlik eden kalem kaşlı nazlı yar demek… Yeri geldiğinde akmayan, etrafını yıkmayan Tuna; bir nehirden çok ama çok ötesi bizim için. Kenarında dinlenirken tefekkür etmeyi bize bahşeden Tuna Osmanlı’nın bağrından akar, bu tarihi neresinden dinlerseniz onun çağıltısını duyarsınız. Bir nehir üzerinde kurulan bir medeniyetin ihtişamını görürsünüz.
Tuna’yı görür görmez nedense bir hüzün kaplar yüreğimizi. Adına yanık türküler, Marşlar bestelendiğinden midir, yoksa nice kalem oynatıldığından mıdır diyeceksiniz. Hepsi var lakin en çok da yitirdiğimiz coğrafyaya karşı duyduğumuz hüzünden… Bir yabancılaşma derdinden. Sadece Tuna denince mi hüzün duyarız? Elbette ki hayır! Nil’den Tuna’ya kadar uzanan tüm coğrafya yaramızı yeniden kanatır.
Yüreğimizin bir kısmı buralarda kaldı. Buradaki kardeşlerimizde zira… Bir bedenin azalarıyız her birimiz. Başka nasıl olabilir ki? Duyarlı hangi yürek kayıtsız kalabilir ki bu duruma. Nil’den Tuna’ya Osmanlı coğrafyasını gezdiğimizde bir başka atmosferde buluruz kendimizi. Kara bahtlı kıta Afrika’dan doğan Nil bizim medeniyetimizin kilometre çizgisidir. Ve onun kardeşi Tuna ise Avrupa’da bir yetim çocuk. Tuna’nın menbaından abdest alıp su içmek Nil kenarında dolaşmak insana ayrı bir duygu verir.
Nil’den Tuna’ya hangi kaybımıza yansak bilmem ki… Bilenlerin yüreği sızlıyor bu hudutlardan… Bilmeyen yeni nesillerse yabancı ülke addediyor oraları… Önce kendimize yabancılaştık sonra da coğrafyamıza… Zira sevmek tanımakla başlar o coğrafyayı. Beden coğrafyamızda, beden ülkemizde bir sızı olsa tüm vücudumuz aynı sızıyı duymaz mı? Evet, duymaz diyorsak o halde o uzuv yitiktir. Buda ve Peşte’yi birbirinden ayıran Tuna Nehri’nin üzerinde bir köprü görüyoruz. Bu köprüye Macarlar Arslanlı köprü diyorlar. Köprünün giriş ve çıkışında bulunan aslanlardan ismini almış. Aslanlı Köprü Tuna’ya yukardan mağrur bir edayla bakar. Tuna ezilir. Güneş batarken Aslanlı Köprü üzerine bir hüzün çöker. Hele hele akşam karanlığı yeni bastırmışsa ve gökte bir mavilik ortaya çıkmışsa insan bambaşka dünyalara yelken açar Tuna Nehri üzerinde..
Macaristan’da dolaşırken bize yabancı gelmeyen bir Tuna’dır bir de ayakta durmayı başaran Osmanlı yapıları. Bir yabancı turist gibi dolaşıyoruz Macaristan’ı.. Macaristan belki de Avrupa’nın en çok kilisesi olan ülkelerinden birisi. Son bir yılda ülkenin değişik yerlerinde tam 4000 kilise inşa edilmiş. Eskiden cami, medrese külliyeleriyle donatılmış olan bu ülkede bugün kiliseler yükseliyor şehrin dört bir yanında. Tuna bu mağrur şehrin arasından akıp giderken kim bilir eski günlerini özlüyor.
SUNUŞ
GÜLBABA TÜRBESİ
Tuna nazlı nazlı akıyor. O anlatıyor biz dinliyoruz. Biz anlatıyoruz o dinliyor. Yollar uzayıp giderken bir hak dostu ortak oluyor sohbetimize.. Gül babadır bu.. Güller kokan atmosferinde Efendimizi hatırlatan Gül Baba türbesidir bu. Buraya manevi atmosferini veren büyük bir şahsiyet Gül Baba.. Gül Baba Türbesi Budapeşte’de Osmanlı izlerinin en belirgin olanı. Kimilerine göre o dervişliğinin yanında bir akıncı. 15. Yy sonlarıyla 16 yy başlarında yaşamış şair bir Bektaşi dervişi. Asıl adı Cafer olan derviş, sarığında daima bir gül taşıdığından Gül Baba lakabıyla tanınmış bu topraklarda. Peygamber efendimize duyduğu derin saygı ve sevgiden ötürüdür ki gül baba sarığından gülü hiçbir zaman eksik etmezmiş. Ve baş tacı edermiş kendisine.. 1531 yılında Kanuni’nin daveti üzerine Budin’e gönderilmiş ve örnek hayatıyla kısa sürede Budin yani Budapeşte halkının çok sevdiği bir insan haline gelmiş.1541 yılının Eylül ayında Budin’in fethi sırasında şehit düşen Gül Baba, bu mekâna defnedilmiş. Türk İslam kültür ve medeniyetimizin manevi mimarlarından birisi. Buraya manevi atmosferini veren ruhi derinlik kazandıran hak dostlarından. Türbeye girdiğimiz zaman içimiz huzurla doluyor. Bu gönül insanının huzuruna çıkmak bambaşka bir duygu veriyor insana. Gül Baba’nın bulunduğu bu tepeye Macarlar gül tepesi diyor. Osmanlı döneminde ordu sefere çıktığında askerin moralini güçlendirmek için dervişler gönül erleri ve şairler de sefere katılırmış. Mola zamanlarında dualar okunup, destanlar söylenirmiş. Gül Baba da savaşlara katılan ve ordunun maneviyatını arttıran ruh mimarlarından. Kanunî Sultan Süleyman’ın, değer verdiği ve “Gül Baba, Budin gözcüsü olup himmetleri hazır ve nazır ola” ferman buyurduğu rivayet ediliyor. Gül Baba türbesinde bir Fatiha okuyarak yola koyulurken Deliorman ve Tuna sahillerindeki akıncı Türklerinin Gülbaba’ya ithaf ettikleri şu mısralar dile gelir: “Pir Abdal tutar senin yasını, Tuna’ya akseder garip sesini, Resul-ü Erhana sun hak nefesini, Gül nurum, imanım benim Gülbaba” Gül babaya Fatihalar okuyarak buradan ayrılırken onun gibi yüzlerce gönül sultanını rahmet ve minnetle yad ediyor ve Budin kalesine çıkıyoruz.
BUDİN KALESİ
Abdurahman Abdi paşanın mezarını ziyaret ediyoruz. “Kahraman düşmandı rahat uyusun” Macarlar son Budin Valisi Abdurrahman Abdi paşayı böyle tanımlıyor. Ve mezar taşına bunu yazmışlar. 1686 yılında 70 yaşında vefat eden bir kahraman… Sadece bizim için değil, düşmanı içinde bir kahraman. Budin Kalesi eteklerinde sadece Abdurahman Abdi Paşa değil, bir işaret fişeği gibi duran akıncı beylerinin mezar taşlarını görüyoruz. Fatihalar okuyoruz. Osmanlı Medeniyetinin güzelliklerini, nakışlarını temaşayla izliyoruz. Ecdat öyle bir Ecdad ki tarihe silinmez mührünü vurarak adeta nakş-ü bend eylemiş. Budin Kalesi bize çok şeyler söylüyor. Tarihe kulak verdiğimizde yüreğimiz ağlıyor. Tarih kitaplarında der ki; böyle bir kaleyi gözler görmüş değildi. Çarsı pazarı zengin ve ferahtı, evleri saray gibiydi, sokakları ise genişti ve mermer döşeliydi. Padişah yürüdü, kral sarayına girdi. Saatlerce seyrettikten sonra dedi ki: “Ah n’olaydı, bu saray İstanbulumuzda, Sarayburnu’nda olaydı! Ve ardından ekledi: “Allah ile ahdim olsun, bu gaza malı ile Kudüs’e ve Medine’ye birer kale yaptırayım ve İstanbul’a kemerlerle su getireyim.” Padişah gezintisine devam ederken şehir halkından biri yanına yaklaştı ve saray dışında bir kısım askerin halka zulmetmekte olduğunu bildirip yardım istedi. Bunun üzerine koca sultan sarayın duvarına kendi el yazısı ile bir beyit yazdı. Beyit, şehir 150 yıl sonra elden çıkana kadar o duvarda durdu. Şu dizeler yazıyordu. “Gâziler meskenidir, bunda bey’im gayrulmaz / Bunda zulmedenin âkibeti hayrolmaz.” Zira adalet karşısında bey de, pasa da birdi, hiç kimse kayrılmazdı ve zalimin sonu kendisi için asla hayırlı olmazdı. Aradan yıllar geçti. Ünlü seyyah Evliya Çelebi bu sarayı ziyaret etti. Hâlâ orada durmakta olan sultan gönlünden ve kaleminden çıkma o beytin altına “Bir saat adalet etmek, yetmiş sene (nafile) ibadetten efdaldir.” hadis-i şerifini yazdı. Kale kültür tarihimizin simgelerinden birisi olan Kızıl Elma Kulesiyle Budin Kalesi idi, padisah da Batılıların Muhteşem Süleyman dedikleri Kanuni Sultan Süleyman idi.
Temeşvarlı Aşık Hasan’ın dizelerinden Budin Türküsüyle veda ediyoruz Nazlı Budin’e…
Geldi düşman bağladı hep cümle rahım, der Budin
Gelmeyen imdadıma çeksin günahım, der Budin
Kalmışım küffar elinde yalnız zarü zebun
Ser çekp burc u bedenden çıktı ahım, der Budin
Olmuş idim bir zaman ben sedd-i İslam’a kilid
Nice canlar din yolunda uğruma oldu şehid
Ta kıyamet haşrolunca kesmezsem Hakk’tan ümid
Bir gün ola açıla baht-ı siyahım, der Budin…
Budin kalesinden ayrılırken gözlerimiz yaşlı Zigetvar’a doğru yol alıyoruz.
ZİGETVAR
Yol uzuyor… Her şehir kendi hikâyesini anlatıyor. Bizde bu hikâyelere kulak verirken birden ihtişamlı bir kale çıkıyor karşımıza. Bu kale dillere destan Zigetvar Kalesi’dir. Kanuni Sultan Süleyman’ın şahadet mertebesine yükselmeden önce son kuşatmasını yaptığı, boynu bükük, mahzun bir kale. Bir Cihan imparatorunun Sultanının şahadet mertebesine ulaştığı yer. Zigetvar aynı zamanda Macaristan’ın Baranya bölgesinde bulunan bir şehir. 39.51 km_’lik bir alana sahip olan Zigetvar, bir dönem Macar ve Sırpların beraber yaşadığı Baranya bölgesinde yer alıyor. Zigetvar, Trabzon’la kardeş şehir. Onları kardeş yapansa Kanuni Sultan Süleyman Han’ın Trabzon’da doğması ve Zigetvar’da vefat etmesi. Zigetvar Türklerin Balkanlardaki en uğrak yeri. Şanı yüce padişah Sultan Süleyman Han’ın naaşı burada omuzlara alınıyor. Sultan Süleyman, Budin’i fethedip Estergon’u muhasara edip, Viyana üzerine yürüyen muhteşem Süleyman’dır. Sadece cesaretliyle değil bir askeri deha ve stratejist olması itibariyle de bugün dünyanın hayran olduğu bir lider. Tarihin koridorlarında dolaşıyoruz. Zigetvar seferini hatırlıyoruz. Avusturya arşidükü Maksimilyan’ın İstanbul Antlaşması’nı bozması, vergisini ödememesi ve Erdel’e girmesi üzerine, Kanuni Sultan Süleyman’ın hasta olmasına rağmen son seferini yaptığı Zigetvar seferi. Asıl hedef Viyana olmasına rağmen, Zigetvar Kalesi zorlukla alınmıştır. Bu seferde Kanuni Sultan Süleyman vefat etmiş, dönemin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa orduyu yetersiz görüp, kaleyi aldıktan sonra İstanbul’a dönmüştür. Zigetvar, uzun süre Osmanlı hâkimiyetinde kaldıktan sonra 1788 yılında Osmanlı hâkimiyetinden çıktı. Sonraki dönemde, şehirde mimari ve toplumsal açıdan önemli dönüşümler yaşandı. Osmanlıyla birlikte burası bir kültür merkezi haline geldi. Büyük padişah Kanunî Sultan Süleyman’ın Hakkın rahmetine kavuştuğu bu mekân bugün turistik amaçlı kullanılıyor. Burası bugün Macar Türk dostluk parkı. Kanuni Sultan Süleyman’ın doğumunun 500. Yıl anısına bir anıt yapılmış.
Kanuni Sultan Süleyman Han’ın 13’üncü ve son seferiydi Zigetvar. Buralara kadar geldi ve geldiğinde tam 73 yaşındaydı. O muhteşem padişah Kanuni 13 kez gelmişti buralara ve her gelişinde ayrı bir muhteşemdi. Son gelişinde sadece ihtiyarlıkla değil aynı zamanda hastalıklarla da uğraşıyordu. Tanıdık topraklardı defalarca gelmişti buralara. Yeri geldi kendisini öldürmek için yemin etmiş üç şövalyeyi anında yere sermişti. Ordunun en önünde gidiyor beyaz atının üzerinde kefeni andıran beyaz elbisesiyle ölüme meydan okuyordu. Kimi zaman zırhına çarpan oklarla kıl payı ölümden kurtuluyordu. Ama bu sefer farklıydı. O hastaydı. Vücudu onu taşımıyordu. Ve Zigetvar’ın fethini göremedi. Trabzon’da doğan o ünlü padişahı ölüm 6 Eylül 1576’da yakaladı. Pek çoğumuz onun iç organlarının bu bölgede defnedildiğini bilmeyiz. Büyük sultanın temsili mezarının çevresi çok güzel düzenlenmiş. Bu park ise Türkiye Cumhuriyetinin girişimi ve maddi desteği ile Sultan Süleyman’ın 500. Ölüm yıldönümünde kurulmuş. Aslında Kanuni Sultan Süleyman’ın iç organlarının defnedildiği yere Osmanlılar döneminde bir Türbe inşa edilmiş. Bu türbe daha sonraları yıkılarak yerine kilise yapılmış. Bugün büyük sultanın iç organlarının defnedildiği yer biraz uzakta. Bu dostluk parkı ve Kanuni için yapılan temsili mezar ise büyük sultana yapılan vefasızlığı telafi etmek için yapılsa da insanın yüreği kan ağlıyor.
Zigetvar Kalesi’nin içerisinde minaresinin yarısı yıkılmış, boynu bükük, mahzun bir akıncı beyi gibi duran tarihi kale cami karşımıza çıkıyor. Her ne kadar Kanuni Sultan Süleyman buranın fethini göremese de onun adına kalenin göbeğine fetih sonrası 3 hafta içinde bir cami yapılmış. Bugün cami müze olarak kullanılıyor. Caminin 110 basamaklı minaresi yıkılmış üzerine teneke bir koruma konulmuş. Camiyi görünce hüzünleniyoruz. Caminin içine giriyoruz. Kanuni’nin Zigetvar fethi için kurduğu otağ temsili olarak caminin içine konulmuş. Burada otağı izlerken Kanuni’nin Zigetvar seferinde buluyoruz kendimizi. Ve hızımızı alamıyoruz. Vakit ikindi vakti. Bir ezanı Muhammedi okutuyoruz. Kim bilir belki Zigetvar kalesi elden çıktıktan sonra böyle bir ezan görmedi. Allah bize bir daha o günleri gösterir mi bilmeyiz ama biz yine de ümitle güzel günleri bekliyoruz. Ardından namazımızı kıldıktan sonra yola devam ediyoruz. Bir sonraki durağımız ise bir sınır kenti olan Peç şehri.
PEÇ
Zigetvar’dan sonraki durağımız Macaristan sınırları içinde yer alan Sırpça adıyla Peç şehri. Peç şehrinin Osmanlı’daki adı İpekti. Peç şehri yalnızca Osmanlı’dan kalma eserleriyle değil aynı zamanda 1219 yılında Kilisesi’nin patrikhanesinin kurulduğu yer olması bakımından da Sırp tarihinde özel bir önem taşır. Bu nedenle ki Peç, Almanya’nın Essen şehri ve İstanbul ile birlikte 2010 Avrupa Kültür başkenti olarak seçilen üç şehirden biri olma özelliğini taşıyor. Şehrin kalbine doğru girdiğinizde tarihî binalar ve parke döşeli dar sokaklarla karşılaşıyorsunuz. Şehrin hemen merkezinde bulunan bir cami ise, kiliseye çevrilmiş, Gazi Kasım Paşa Camisidir bu. Yeşil kubbeli bu cami bizi derinden etkiliyor. Daha da acısı Kubbenin tepesindeki hilâl üzerine bir haç oturtulmuş. İçeride yalnızca kutsal kitabımızdan bazı âyetler ve Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem’den hadisler duruyor. Şehrin en görkemli yapısı olarak yükselen camimiz şu anda kilise olarak hizmeti veriyor. Boynu bükük mihrapsa olup bitenleri sadece seyrediyor.
Şehirde bulunan diğer cami ise, Yakovalı Hasan Paşa Camii. Macaristan’ın en iyi camilerinden birisi. 23 metrelik minaresiyle Camii ibadete açık. Ancak bir zamanlar gökkubbeyi yankılandıran ezanları susmuş. Bakımsızlığı duvarlardaki aşınmalardan belli. Bir zamanlar onu tıklım tıklım dolduran cemaatinden ayrı kalması hüzünlendiriyor onu. Yad ellerde binalar arasına sıkışmış yaşama mücadelesi veriyor.
En zor bulduğumuz camii ise Ali Paşa Camii. Karşıdan bakılınca hiç camiden eser yok gibi görünüyor. Ama elimizdeki adres doğru adres. Acaba burası bir cami değil mi diye caminin çevresini dolaşınca ele veriyor kendini Ali Paşa Camii. Pencerelerinin minaresi kemer yapısı ben camiyim ben Osmanlıyım diyordu. Bu cami de diğer camiler gibi aynı kaderi paylaşıyor. Ama bu camide daha da aşırıya gidilmiş, binadaki tahribat fazla olmuş ve tam bir kilise görünümü verilmiş. 1589 yılında ecdadın yaptığı cami bugün bu halde..
Macaristan’da Türk hakimiyetine son veren Avusturya’nın Habsburg hanedanı idaresindeki Hıristiyan askerleri cami, mescit ve türbelerin çoğunu yıkıp yok etmişler. Sadece Budapeşte’de 29 cami, 52 mescit, 7 medrese, 16 okul vardı. Bugünse bunların yerlerinde yeller esiyor. Bütün Macaristan genelinde ise 300 camimiz vardı. Ayakta kalanlarsa ne acıdır bir elin parmak sayısını bile geçmiyor.
160 yıl Osmanlı hakimiyetinde huzur ve barış içinde yaşayan Macaristan’ın başkenti Budapeşte’yi, nazlı Tuna’yı, Kanuninin hayallerini süsleyen Budin Kalesini, Zigetvar’ı, muhteşem Süleyman’ı, muhteşem Galiçya şehitlerini ve nice Osmanlı eserlerini arkamızda bırakırken bir başka Osmanlı kültür ve medeniyet şehirlerinde buluşmak üzere yollara koyuluyoruz.