Aydınlar, Salgınlardaki Resme Nasıl Bakıyor?

80

Yahya Kemal deyince aklınıza İstanbul ve Münevver Ayaşlı gelir. Fatih semti deyince de Mehmet Akif Ersoy gelir. Bu isimler şehirleriyle örtüşmüştür. Hele hele “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiri Yahya Kemal’i adeta Mimar  Sinanlaştırır. Yavuz Bülent Bakiler ismini duyunca Sivas’ı hatırlarız, Ahmet Hamdi Tanpınar Bursa ile özdeşleşmiştir. O kadar çok örnek var ki saymakla bitmez.

Batıda da öyle.. natüralizmin öncülerinden Emile Zola (1840-1902) Nana, Germinal ve Meyhane, yeryüzünce onca yoksulluk ve cehalet oldukça böylesi romanların yazılacağını anlatan Victor Hugo(1802-1885) Sefiller ile dönem Paris’ini o çok güzel anlatır. Notre Dame Katedralini meşhur eden de yine aynı adlı romanıdır. Tur operatörleri yazarların anlattığı mekanları programına alarak yabancılara gezdirirler. Avrupa’nın zindanları da öyledir. Artık hep turistik mekanlar olmuştur. Tiyatrocular da orada bulunur, söz konusu yılların tarihi giysileriyle ücreti karşılığında turistlerle resim çektirirler. Şahsen batıda çok zindan gezdim tur programları çerçevesinde.

Ama bizde Yedikule Zindanları tur programına alınmaz da sadece yılda birkaç kez konser verilir. Kadınlar hapishanesi olan Baba Cafer zindanları maalesef depo olarak kullanılır. Haliç’te Blokhermal Sarayı’nın bir parçası olan Anemos Zindanlarından orada oturanlar bile farkında değildir .

Dünya tarihinde başta veba ve kolera olmak üzere çok salgın hastalık vardır. Avrupa’ya Asyalı tacirlerin Çin’den aldığı vebalı kürklerin batıya pazarlanmasıyla yayılıyor. Londra’nın Liverpol Street Semtinde tren yolu inşaatı yapılırken veba(1665) salgınında  hayatını kaybeden ve kayıt tutulmadan gömülen 3500  kişinin cesedine rastlandı. Dünyaca meşhur ve hala okunan bir roman Robinson Crusoe yazarı Daniel Defoe’nin (1660-1731)  Veba Yılı Günlüğü olayı anlatır.

Veba salgınının(1679) Avrupa’yı kasıp kavurduğu günlerde Avusturya’nın Başkenti Viyana’nın Graben Semti’nde İmparator 1. Leopold korkup şehri terk ediyor. Ancak bir sözü vardı “Tanrı salgını bitirince vebadan ölen 76 bin kişinin anısına bir anıt yaptıracağım.” Yaptırdı da. Burası turistlerin uğradığı ve tur programlarında olan bir yer halen.

Dünya sadece Çin’den yayılarak bugün için merkezini Amerika’ya taşıyan, en fazla ölümün ise Avrupa’da olduğu koronavirüs salgını ile sarsılmadı. Daha önce de hatırlattığımız gibi veba, kolera, İspanya nezlesi tehlikesi ve frengi hastalığını yaşadı. Ardından AIDS, kuş gribi, tavuk gripleri geldi. Bu salgında Amerikalı oyuncu Rock Hudson gibi bir çok ünlü hayatını kaybederken, bazıları da bir sonraki nesle ders çıkarır diye  günlük tuttu, notlar çıkardı, sonra da yayınladı. Salgınlar Hollywood sinemasına da konu oldu. Türkiye’de bu filmler; Kolera Günlerinde Aşk ve Veba ismiyle gösterime girdi, kapalı gişe oynadı bu prodüksiyonlardan ikisi.

 

 Magarada Ölmesi Beklenilen Hastalar

Önemli bir asker olan Almanya Genelkurmay Başkanlarından Orgeneral Helmut Karl Bernherd Von Moltke(1800-1891) aynı zamanda Osmanlıya askeri uzman ve danışman olarak hizmet verdi. Alim olarak da bilinen bu asker Türkiye’de General Moltke veya Moltke Paşa olarak da tanınır. Osmanlı yurdunda epeyi süre kaldı ve hizmet verdi. “Türkiye Mektupları” adıyla da anılarını yayınladı(Remzi Kitapevi-2. Baskı 2017).

Halep, Gaziantep ve Kilis’te bulunduğu zaman diliminde Kavalalı İbrahim Paşa Mısır ordusunun başında Konya’ya yürüyordu. General Moltke, İbrahim Paşa ile Kilis Ovasında savaştı ve yenildi.

General Molkte hatıralarında, İbrahim Paşa’nın askerlerinden bölgeye trahom salgını başlatdığını ve hızla yayıldığını anlatır. Bulaşıcı bir hastalık olan trahomdan bölge halkının çocukları gözlerini kaybetmeye başlar. Kilis’in ve bölgenin yöneticileriyle ileri gelen maruf aydınları, trahom salgını dolayısıyla din adamlarının “caiz değil” veya tehaffuzhane (karantina)  tartışmalarının “kader” yahut “vacip” olduğu görüşünü değerlendirirken tedbiri de ihmal etmiyor. Özellikle çocuklar korunmaya alınıyor. Görme özürlü olanlar için önce hafızlık eğitimi veriliyor, motive ediliyor, hayatın devam ettiği anlatılıyor. Daha bir yetişkinler için ise Arasa’da “Körler Çarşısı” kuruluyor. Görme özürlüler sazlıklardaki ince kamışlarla hasır, zembil, kova örüyor, meslek sahibi olarak hayata tutunuyor, namerde değil merde bile muhtaç olmamak için çalışıyorlar. Tarihe meraklı olan ve kentlerinde bir mantık mektebi bulunan Kilis’in maruf ve arif insanları maziden de biliyorlar ki Sultan İkinci Mahmut’un (1785-1839) son zamanındaki kolera salgınında en iyi ilaç ve tedbir “sirke” olmuştu. Salgın büyümeden bitirilmişti. Avrupa’da ise aynı dönemde batıyı sarsan ve 4 yıl süren kolera tehlikesi(1835-1839) bölgeyi sarsmış, onlarca insan hayatını kaybetmişti.

General Moltke’nin hatıralarına göre; Kilis’teki Körler Çarşısı’na dikkat çekilerek; Avrupa’daki  kolera salgınında hastalar ise hepsi bir araya toplanarak bir mağaraya sıkıştırılmış ve ölmeleri beklenmiş.

 

Dünü Hatırlamak

Trahom ve verem hastalığı salgınını benim neslim çok iyi tanır. 1950’li yıllarda Kilis’te Trahom Merkezi kurulmuş ve neredeyse her mahallede bir Trahom Dispanseri faaliyete geçirilmişti. Ben dahil bütün çocuklar her gün mahallemizdeki dispansere varıp, gözlerimize ilaç damlattırırdık.  O günlerde yerel bir tabir mi bilmiyorum “gözlerimizi sıkılattırırdık, sıkıcıya gittik” diye anlatırdık. Benim neslim içinde görme özürlü arkadaşım olmadı. Alınan tedbirler başarılı oldu. Hafız Kamil Kıdeyş gibi ünlü görme özürlü hafızlar yetişti. Hafız Kamil aruz ile şiirler yazar, talebeleri bunu kağıda dökerdi. Şiirlerden bir Divan-ı Kamil oluşmuştu . Sebilürreşat, Büyükdoğu, Serdengeçti ve Hüradam gibi dergi ve gazetelere aboneydi. Tek gözü sağlam Nihat Ferah gibi Safahat hafızıydı aynı zamanda.

Körler Çarşısındaki görme özürlülerin hasırları, zembilleri ve kovaları dışarıya da satılır, Halep’e kadar pazar bulurdu. Kıymetli Dr. Mustafa Tekçe’nin anlattığı kadarıyla hasırların içine “dayramak” diye yerel tabirle mini boncuklar yerleştirilerek, onun dağılmaması ve uzun ömürlü olması sağlanırdı. Verem’in tedavisinde ise hastalar oksijenin bol olduğu, sürekli rüzgarın estiği Kilis’in Kalleş Tepesine de çıkarılarak temiz hava aldırılır, sağlıklı beslenmesi sağlanırdı.

 

Bir Anıt Münevverimiz Diyor ki;

İstikbalimizin şairi Mehmet Akif Ersoy İstanbul’daki kolera salgını dolayısıyla Habertürk’te Murat Bardakçı’nın sadeleştirdiği yazıda özetle şunları söylüyor; “Aldığımız mektuplardan birinde Bir zamanlar memlekette kolera gibi, veba gibi salgın bir hastalık çıkınca fedakarlık yapılarak para ile hafızlar tutulur ve memleketin etrafında dolaştırılırdı. Bugün İstanbul’da ve çevresindeki vilayetlerde koleradan epeyce kayıplar olduğu rivayet edilirken, böyle bir teşebbüste bulunmak kimsenin aklına gelmiyor. Hükumete “bu eski, fakat dindarca usulün  canlandırılması tavsiye edilse de büyük bir hayır işlemiş olacak” deniyor. Evet öyle bir usül vardı. Lakin hiç bir vakit dindarane değildi. Sabık hükümet, mevkiini güçlendirebilmek için millete bütün gücüyle saldıran felaketlerden bile istifade etmek isterdi, yoksa bulaşıcı hastalıklara karşı tedbir olamayacağını pek ala bilirdi…. İyice bilmeliyiz ki gerek şahsi, gerek bulaşıcı ne kadar hastalık varsa, ortadan kaldırılması için tıbbın tavsiye edeceği karantina ve tedavi tedbirlerinden başka yapılacak bir şey yoktur.

Esasen bir köylünün bile yakından bilmesi icap eden bu basit gerçek, bizi öteden beri aldattıkları için, hala olanca açıklığı ile gözümüze çarpmıyor. İslam şeriatının tıbba ne büyük yer mevki verdiğini hepimiz biliyoruz da, sonra iki üç riyakarın sözüyle yine şeriata dayanarak en açık hakikatlere karşı gözlerimizi kapatıyoruz. Hazreti Peygamber, “Cenab-ı Hak hiç bir hastalık vermemiştir ki, devasını da vermemiş olsun. O halde, o devayı aramalısınız” duyuruyor.

Tıbdan baka bir şeyi olmayan beden ilmi, din ilmini takdir buyuran Peygamberden o devanın dua kitaplarında aranması lazım geleceği gibi bir işaret yahut bir açıklama asla vaki olmamıştır…Geçmişteki büyük adamların hayat hikayelerini ve eserlerini okurken çoğunun tabip olduklarını, zamanlarındaki tıbbı gelişmeleri tamamıyla kavradıklarını görmüyor muyuz? Müslüman hekimlerden tıpla uğraşan sadece İbn-i Sina ile Ebubekir Razi değildir. Ümmetin pek çok büyüğü aklın, naklin bu büyük san’atta gösterdiği hürmeti hakkıyla takdir ederek fevkalade çalışmışlar, yaşadıkları asra göre fevkalade yararlıklar göstermişlerdir. Herkesçe bilinen bu gerçekleri tekrardan maksadımız okumakla, üflemekle hastalık tedavisine kalkışmanın zannedildiği gibi dindarane bir usül olmadığını, bizim dinimize asla böyle bir şey sığmayacağını söylemektir. Kur’an-ı Kerim, hastalara ve ölülere okunmak için inmemiştir. Kur’an’daki şifa, cahillerin anladığı gibi değildir.. Meşhur fıkradır.. Arap’ın biri uyuza tutulmuş develeri için Hazret-i Ali’den dua istemiş! Hazreti Ali de uyuza karşı en etkili duaların, katran kadar tesirli olamayacağını söylemiştir.

İşinin ehli tabiplerimiz “koleraya karşı en faydalı şahsi tedbir, yemeye-içmeye dikkatten ibarettir” diye bağırıp dururken, hala bir çoğumuz Allah’a tevekkül ederek pis boğazlıktan geri durmuyor. Allah aşkına olsun dinin esası ile riyayı birbirinden ayıralım; hayatın gerçeği olan İslam Şeriatının cehaletimize, tembelliğimize, aptallığımıza delil gibi gösterip durmayalım. Şeriatın aslını Allah’ın kitabından; peygamberin davranışlarını ve ahlakını hadisten alamayacaksak; Kur’an’ı, peygamberin sünnetini uygulayan gerçek Müslümanları önder kabul edelim. Yoksa, din ile aralarındaki mesafe çok çok uzak olan cemaatlerin cahillerine yahut ümmetin rezillerine uyacak olursak koleralar, vebalar hakkımızda rahmetin ta kendisidir. 17 Kasım 1910-Sırat-ı Müstakim”

 

Günümüze Bakınca

Küresel bir tehlike olarak büyüyen Koronavirus salgını hatırlattı bana bütün bunları. O günün şartları düşünülürse tek iletişim aracı telgraftı. Telefon yok denecek kadar azdı. Doktor ve sağlık personeli sayısı yeterli değildi. Yollar toz topraktı. Bir başka şehre vasıta bulmak pahalı ve çok güçtü. Ama her şey organikti, çevre bakımlıydı, insanlar dayanışma içinde ve yönetimler toplumu için vardı. Yöneticiler galiba en iyisiydi.

Bugün koronavirüs salgını tedbirin dışında bize çok şeyi düşündürüyor. Artık refah, zenginlik, lüks hayat, konfor, ulaşım ve iletişim en üst seviyede. Maddi imkanlarımız arttı ama buna paralel olarak vefa, dostluk, arkadaşlık, komşuluk azaldı, kin, nefret, ahlaksızlık, inançsızlık, hasetlik, merhametsizlik, aç gözlülük, kanaatsizlik, fuhuş, alkol, uyuşturucu, insani ve ailevi değerler, boşanmalar, psikolojik  hastalıklar arttı. Makul olmayan hırs çoğaldı.

Bu salgın, temizliğin ne kadar önemli, tedbirin ne kadar gerekli, dünyanın ne kadar fani, bizi yaratan Yüce Rabbimizin ne kadar büyük olduğunu yeniden fark ettirdi. Acaba yeniden İslami, ilmi, bilimi önde tutan, insani, medeni ve ahlaki değerlerimize dönebilecek miyiz?

 

İbret ve Ders İçin

Tedbiri tatil olarak gören cehaleti yenmek gerçekten zor bir iş. Bir zamanlar Kilis’teki trahom salgınına kader diyerek savunanlara, bir başka grup alim karantina(tehaffuzhane)  “vacip” diye fetva veriyor. Salgın için karantina “vacip” diye fetva verenler sayesinde kontrol altına alınıyor, üstelik hastalar durağan olmayan hayata kazandırılıyor. Galiba günümüzde hatırlanması gereken, yerine getirilmesi zorunlu olan “vacip” ekolünün alimlerini, yöneticilerini, temsilcilerini yetiştirmekte çok geç kaldığımız anlaşılıyor. Ata dedelerimiz ne güzel söylemiş ve kelam-ı kibar olarak günümüze kadar gelmiş; Bu Da Geçer Ya Hu. Zaten birinin ülkesini ve toplumunu sevmesi eylemleriyle ve tasarruflarıyla ölçülüyor.

Ders ve ibret alınması için Soma’daki maden ocağı kazasında(2014) şehit olan 301 insanımız için bir anıt yapamadık ama, hiç olmazsa bu defa koronavirüsten hayatını kaybedenler için bunu bir düşünelim.