Asude Ayrılık 2

103

Ölümden kaçış yok, kurtulan yok; öyleyse nasıl, nerede, ne zaman
ölmek istersiniz? Şehitlik, dünya hayatı için güzel bir sondur. İnançlı
insan açısından Arafat’ta, Kabe’de ölmek de güzeldir. Bunun dışında
ortalama insan ömrünü fazlasıyla yaşamış biri olarak yumuşacık
yatağında, başında sevenlerin olduğu halde, Kuran-ı Kerim okunarak ve
ağzına su verilerek ölmek ister insan. Babam, kişinin idealize ettiği
bu ölüm şeklini yaşadı Kurban Bayramı’nın dördüncü günü.

Ablamızı kaybetmiştik Ramazan’ın son on günü içersinde. Henüz acısı
silinmemişti yüreğimizden onun. Ölüm sonrasındaki hayata göre bir
yaşantısı olduğu için “Asude Ayrılık” isimli bir yazı yazmıştım onun
hakkında. Ayrılığı, onun için güzeldi, bizi eleme boğdu; varlığını
değil hatıralarını solumak zorundayız şimdi.

Yaşlılık, hastalıktır. Üzerine felç ya da parkinson gibi hastalıklar
da binerse zor geçer günler. Doğan her gün, yeni bir sıkıntının
başlangıcıdır. Milim milim, saniye saniye bittiğini görürsünüz
bedeninizin ve zamanınızın. Günler geçmez ıstırabınızdan dolayı.
Ölümden korkarsanız, çabuk tükenir yıllar. Babam, hiç korkmadı ölümden.
Bedeninin tükendiğini görüyor, sayılı günlerinin azaldığını biliyordu.
Tamahkâr değildi; dünyalık hedefler koymamıştı kendisine. İbadetlerinde
ruhsatlarla yetinmezdi. Kulluk bilinci yüksekti, kul hakkından
korkardı. Bana son öğüdü “Sakın oğlum kimseye haksızlık yapma.”
olmuştu.

Bayram’ın ikinci günü bayramlaştım kendisiyle. “Kurbanını kestim,
bayramın mübarek olsun.” dedim. Bir gözü kapalıydı, diğer gözünü açtı,
bir sağa bir sola çevirdi. Beni anladığından emin değilim. Son iki günü
hiç yemek yemedi, sadece su içti. Sekerat dönemine girmişti ölümünden
beş saat önce. Birkaç gün önceki hırçınlığı yok olmuştu. Teslimiyet
halindeydi. Nefes alış verişi bazen düzenli, bazen bozuktu. Kardeşim ve
ben başucunda Kuran-ı Kerim okumaya başladık. Bir yandan okuyor, bir
yandan ağzına pamukla su veriyorduk. Suyu içemiyordu, sadece dudakları
ıslanmış oluyordu. İkindi vakti gireli yarım saat olmuştu ki hırıltısı
kesildi, nabzı düştü. Beşinci kez okuduğum Yasin suresinin ikinci
sayfasının ortalarındaydım. Komşumuz Yaşar Teyze: “Oğlum Kadir, baban
gidiyor.” dedi. Elimde ıslak pamuk olduğu halde bir gözümle ayetleri
okuyor, bir gözümle babama bakıyordum. Hafif bir nefes aldı ve o nefesi
ciğerlerinde bıraktı. Bir daha nefes alamadı. Kardeşim ağlamaya
başladı, ona sarıldım. Annem yan odadaydı. Yaşar Teyze’ye: “Sakın
anneme bir şey söyleme!” dedim. Gittim, anneme sarıldım. Annem ne
olduğunu anladı, ağlamaya başladı. Ağzımdan çıkan, “Anne, artık babam
yok; sen ve biz varız, ilahi takdir böyleymiş, babam Allah’a kavuştu.”
cümleleriydi.

Ölümüyle, babamın, bizde manevi boşluk bıraktığı inkâr edilemez; ama
onun ölümüne hiç üzülmedim. İnsanı ürküten ölüm realitesinden başka
onun ölümüne üzülmeyi de anlamsız buluyorum. İnsan, ıstırap çeken
birine acıyabilir, üzülebilir. Üzüntünüz, ölenin ıstırap çekeceği
inancına dayanıyorsa, saygıya değerdir. Bunun dışındaki üzüntünüz,
sizin kendinizi düşünmenizle yani bencilliğinizle ilgilidir. Ben,
babamın, yeni hayatında ıstırap çekeceğini sanmadığım için, ölümüne hiç
üzülmüyorum. Sonsuz olduğuna inandığımız ahiret hayatına elinden
geldiğince hazırlık yapmıştı. Ölüm, ruhun beden kafesindeki askerlik
sürecini tamamlayıp terhis olmasına benzetilirse, babamın ölümü, bir
terhisti. Ruh, artık özgürdü. Bedenin ne kıymeti vardı? O, et ve
kemikti. Dünya insanı, ruhun ete ve kemiğe bürünmesini değil midir?
Ruhun, bedeni terk etmesi, askerin üniformasını çıkarması gibidir.
Askerlik görevini bitiren biri bu kıyafetini çıkarmaktan şikâyetçi olur
mu? Artık onu özgür bir yaşam bekliyor. Babam, inanıyorum ki, şimdi
özgürlüğü doyasıya yaşadığı dünyasından bizi seyrediyor. Belki de o
bizim için üzülüyor. Biz mutlaka üzüleceksek, üzülenecek obje ölen
değil, kendimiz olmalıyız.

Ölüm gecesine “Şeb-i arus” (düğün gecesi) diyen Mevlana gibi
yaklaşırsak korkulacak bir tarafı yok ölümün. Bu gecede sevgililer
birbirlerine kavuşurlar. Ruhun bedendeki esareti bitmiş, birbirini
sevenler ayrılık çilelerini doldurmuşlardır. Bedendeki parça ruh,
bütünle buluşmuştur. Öyleyse niçin istenmesin ölüm? Ölümü bize korkunç
kılan, ölüm sonrasının bilinmez olmasıdır. İnanan biri için bu korku da
yersizdir. Çünkü o, kendine, ölümden sonraki yaşamın dünyadaki
yasalarına uygun bir yaşam kurmuştur. Şu halde ölümden korkmanın
mantığı yoktur. Babam, bu algılamanın modeliydi.

Ölümüyle “asude bahar ülkesi”nde yaşamaya başlayan babama, rahmet,
geride kalan bizlerin de ölüm gerçeğinden ibret almasını diliyorum.