Asude Ayrılık

94

Ansızın gelen ayrılığı, yeğenim telefonda: “Dayı, annem öldü.”
cümlesiyle bildirdi. İnanamadım, telefon açtım beş dakika sonra: “Oğlum
şaka yapma.” dedim. Ölüm, uzaktı; yakıştıramadım ona ölümü; hayat
doluydu, hem “rind”di hem “zahid”di. Onun ölümüne inanmak için
yokluğunu kabul etmek gerekiyordu. Aile ortamımızda onsuz bir hayat,
gülsüz çiçek bahçesinden beterdi. Gönül zenginliğiyle, her sıkıntımızın
merhemi oldu. Bahçemiz gülsüz, yaramız merhemsiz kaldı.

“Allah’ım, sana en yakın olduğum zaman canımı al.” diye dua
edermiş. Ölümden korkmadığını, ölümü özlediğini; sohbet ve dost
meclislerinde bulunmak, bol ibadet yapmak, herkesten helallik almak ve
çokça yardımda bulunmak istediğini söylermiş son zamanlarda. Onu bizden
çok seven Yaratan, yanına almak için hazırlıyormuş meğer. Her zaman
gafil olan bizler bunu ya anlayamıyorduk ya kabullenemiyorduk. Ebedi
dünyanın yolcuymuş; o kurtuldu, biz öksüz kaldık.

Yatalak babamız, kötürüm annemiz, biz kardeşler, iki evladı ve
karşılıksız seven dostlarıyla kabullenemiyoruz onun birden kuş misali
uçuşunu. Bir ayrılık bu kadar güzel olabilir, sevenlerine bu kadar acı
verebilir. Rahmet ayı Ramazan’ın son on gününe girmiştik. Vakit,
ikindiyi biraz geçmiş. Her akşam her birine konuk olduğu bir dostunun
evine gecikerek gitmiş. Seccade istemiş ikindi namazını kılmak için.
Hiçbir rahatsızlık belirtisi yok, secde halinde Rabb’ine kavuşmuş. Her
şey orada bitmiş zaten, kaldırılan hastanenin doktorları “kalp krizi”
demişler. Ölüm gelmiş cihane, baş ağrısı bahane. Akrabalarına,
dostlarına tez ulaşmış kara haber. Hastaneye gittiğimde eğilmiş başlar,
fersiz gözlerle karşılaştım. Hıçkırık sesleri sarmıştı bahçeyi.
İnanamadım öldüğüne, görmek istedim. Gördüm, ablam ölmüştü. Yapacak şey
yoktu, gözyaşlarıyla yüreğimizi serinletmekten başka. O, kendini
dünyanın kirinden arındırarak; fakat anasının, babasının, evlatlarının,
yakınlarının, dostlarının yüreğini dağlayarak gidiyordu. Ne rahat
gidişti o. Tez zamanda terk etti dünyayı. Ertesi gün öğle vakti kabrine
teslim edildi. Hiçbir maddi sıkıntıya sebep olmadı ayrılırken. Kuş gibi
yaşadı, kuş gibi gitti Karacaahmet’in serin servileri altındaki
yuvasına.

Bir can değildi o, canlar canıydı. Yaşadığı hayatı önemsemez,
yaşayanlara hayat verirdi. Bezgin ruhları canlandırır, kötümserleri
iyimser yapardı. Bilgi dünyası dardı; ama gönül dünyası genişti. İlmi
yoktu, irfanı vardı. Azığı, sabır ve tevekküldü. İki kocasının da
kanserden ölümünü görmüştü; hiçbirinin ölümünde gözyaşlarını dışa
vurmamıştı. Yedirmek, içirmek, hediye vermek, insanları birbirleriyle
tanıştırmak, dostluklar kurup pekiştirmek en büyük zevkiydi. Günlük
yaşardı, yarın endişesi yoktu. Ona göre yarının sahibi vardı. Çözümsüz
sorun yoktu, her sorun mutlak bir sebeple çözülürdü. Dünya dertlerini
önemsemediği için rind, Hesap Günü’ne uygun yaşadığı için zahid sıfatı
pek uygundu kendisine. Hesabını veremeyeceği her türlü davranıştan,
sermayeden kaçınırdı, inancını aşırı yaşamaktan haz alırdı. Bir daha
söyleme fırsatı belki bulamam diye bildiği doğruları söylemekten
kaçınmazdı, dönüşü olmayan bir seyahatin yolcusu olduğunu bilirdi. En
zengin oydu; pek çok insanın emek vererek ulaşacağı makama, elde
edeceği itibara o sahipti. Fethettiği bütün gönüllerin dünyalıkları
onun sayılırdı. Dünyacı değildi; fakat dünyanın tadını çıkarmıştı.
Dünyadan alacağı bir şey kalmamıştı, inanıyorum ki şimdi o, öbür
dünyanın tadını çıkarıyor. Yahya Kemal dizelerinde sanki onu anlatıyor:
“Ölüm, asude bahar ülkesidir bir rinde; / Gönlü her yerde buhurdan gibi
yıllarca tüter. / Ve serin serviler altında kalan kabrinde, / Her seher
bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”

Ablamız, serin serviler altında şimdi bir gül, biz ise bülbül… Özenilecek bir hayat ve ölüm için kendimize dua edelim.