Arap Baharı’nın (.!.) Öncüsü Suudi Arabistan’mış

108

 

Feleğin çarkı tersine dönüyor. Menteşesinden boşanmış dünya, en keskin çelişkilere ev sahipliği yapıyor. Ne garip! 21. Yüzyılın başında küresel demokrasinin öncüsü ABD, Ortadoğu’da demokrasi kuşağı oluşturma projesinin öncüsü Suudi Arabistan. Dünyanın Amerikanlaşmasının en munis, en sadık ve en bağımlı yandaşı Suudi Arabistan’ın “Ortadoğu’yu diktatörlerden kurtarma” adına iş birliği yapması zihin denetiminin derinliğini göstermesi açısından çok çarpıcı. Tam bu noktada sormamız gerekiyor: Savaş ve işgal üzerine kurulan bir emperyalist politikanın önünü açan Suudi Vehhabiliği hangi İslâm’ın sözcüsü, ya da temsilcisidir?

Eğer can sıkıntınızı gidermek için bir mizaha ihtiyacınız varsa Suudi Arabistan ile demokrasi kavramını aynı kâğıda yazın ve bakın. Şüphem yok ki kahkahanız duvarları aşacak. Diktatörlüğün kitabını yazmış bu devlet, Suriye devletine hâkim olan diktatör Beşşar Esed’i yıkmak için muhaliflere silah yardımında bulunuyor. Batılı ülkelerin bir an önce Suriye’ye müdahale etmesi için çağrı yapıyor. Bu nasıl bir komedidir? Demek ki bu devlet, İslâm’ın değil emperyalist güçlerin yaraladığı ve bağımlı kıldığı bir çocuktur. Yaralı ve şaşkın çocuk. Elindeki petrole ve paraya ilgi duyan ABD’nin telkinlerini demokrasi zannediyor.

Bu toprakların kaderi İslâm adına ya hınç insanı olmak ya da emperyalizmin uşağı olmak, başka seçenek yoktur. Ya kin ve nefret kusmak ya da işgalci güçlerin eylemlerinin bir parçası olmak nasıl bir zihniyetin eseridir. Böyle bir tutumda İslâm’ın zerresini bulmak mümkün değildir.

Suudi Arabistan şark despotizminin en çarpık biçimidir. Kelimenin tam anlamıyla entegrizmin şeceresini temsil eder. İnsan hakları ve demokrasi bu entegrist devletin meçhulüdür. Durum bu olduğu halde diktatörleri yıkma, Suriye’deki muhalifleri destekleme girişimi ne anlama gelmektedir?

Her şeyi ile ortaya çıkan gerçek şudur: Arap Baharı (!) uydurması altında Ortadoğu iç savaşa çekilmektedir. İç savaş, müdahaleye gerekçe yapılmaktadır. Suudi Arabistan ve Türkiye ise bu sürecin gönüllü iki merkezi olarak emperyal gücün tetikçiliğine soyunmuş durumdadır. Demek ki pazara çıkarılan demokrasi bir yabancı halkı kendi vatandaşı yapmadan ona hükmetme ve onu hem demokratik devletin uzağında tutup hem de demokratik devletlere bağımlı kılmaktır. Şu anda pazarlanan, işletilen ve yutturulan demokrasi budur.

İç savaşa zemin oluşturan, işgalci güçlere öncülük yapan aktörler esareti hürriyet diye pazarlayan meczuplardır. Her türlü farklılığı ortadan kaldıran ve uzun süredir başkalarını tanımlayan ve her türlü şiddeti din adına icra eden bu devlet, totalitarizmin kataloguna Vahhabî püritenliği eklemiştirBir fikri geleneği ve insanın dünyaya açılma ve dünya kurma yeteneğini inkâr eden bu anlayışın ABD merkezli Protestan köktenci hareketlerle örtüşmesi bir özel duruma göndermede bulunuyor mu, bilemem. Fakat ülkemiz siyasetinde söz sahibi olan aktörlerin bir şekilde Suudi Arabistan tezgâhından geçmiş olmaları ve ülkemizde neo-selefilik adı altında giderek yayılan ve desteklenen din anlayışı sözünü ettiğimiz ittifakın arka-planını anlamamıza katkı sağlayabilir.

Bir taraftan Batı ittifakı içinde yer almak, diğer taraftan saf İslâm savunuculuğu yaparak İslâm dünyasının bütünlüğünü tehdit eden iç savaşı beslemek “ancak küresel bir rolle” açıklanabilir. Böyle bir tablo içinde İslâm’dan bahsetmek, yalanı din mertebesine çıkartmaktan başka bir şey değildir. İslâm medeniyeti üzerine zifiri duman gibi çöken Suudi mahlaslı “kaba ideolojinin” mensupları ve bu ideolojinin içinde yer alan siyasî aktörleri Püriten Amerikan’ın aynı vaftiz kabından geçmiş oldukları izlenimi veriyorlar.

Müstevlilerle girişilen bu ortaklık İslâm’ın ve İslâm mekânlarının bağımsız olmadığını gösterir. Açık bir şekilde ifade etmemiz gerekir ki Ortadoğu bir Haçlı tasallutunun altındadır. Bu topraklar güvenliğini yitirmiştir. Hatta Hac ibadetini yapmak için gerekli olan yol güvenliği ortadan kalkmıştır. Ortadoğu coğrafyası “demokrasi oyunu” üzerinden iç savaşa çekilmiştir. Suriye basının verdiği sınırlı bilgiler, toplumun “herç” denilen ortama sürüklendiğini göstermektedir. İnsanlar kitleler halinde göç etmekte ve komşu devletlere sığınmaktadırlar. Bu can pazarını “demokrasi ve özgürlük arayışı” olarak takdim edenler işgalci güçlerin ayartıp bağımlı kıldığı aktörlerdir.

Herkesi zulüm ve zalimlikle suçlayanların böyle bir zulme alet olmaları “imtihan dünyasının garip bir cilvesidir.” Her gün demokrasi ayini yaparak başkalarını tanımlayanlar, bu akan kanı hayatları boyunca temizleyemezler. İslâm bilginlerinin tavsiye ettikleri “korku-ümit” dengesi gerçekliğini bir kez daha ortaya koymaktadır. Haksızlık yapmaktan korkmayan ve ümidini yitiren insanların güzel kelimeleri telaffuz etmeleri hiçbir anlam taşımıyor. Ortadoğu sınırlarında akan kan, gerçeğin ne olduğunu “duyan, gören” her vicdana yeterince anlatmaktadır.