Mustafa Necati Sepetçioğlu‘nun eserinden uzun yıllar önce okuduğum bir Anadolu menkıbesini aklımda kaldığı kadarıyla aktarmaya çalışacağım:
Anadolu’nun bir muhafazakâr köyünde, köylülerin yaşantısından farklı bir hayat yaşayan, içki içen, namaz kılmayan, oruç tutmayan, bazı görünür şahsi günahları olan biri vardır. Bu adam ölünce köylü ve köyün imamı cenaze namazını kılmak istemezler. Bunun üzerine merhumun karısı, kocasını bir çuvala koyarak köyün dışında bir yere gömmek için yer aramaya başlar.
Oralarda bir çoban yıllardan beri koyunlarını otlatmakta, hayatının büyük bölümünü bu çayırlık alanda kurduğu çadırda geçirmektedir. Çoban kadının derdini sorup, durumu öğrenince “sen git bacım, ben mezar kazar, gömerim cenazenizi” der.
Fakat bir süre sonra başta imam olmak üzere birçok köylü birbirine benzer rüyalar görmeye başlarlar. Bu rüyalarda cenaze namazı kılınmayan merhum cennettedir. Halinden de son derece memnun görünmektedir. Bu rüyalar üzerine istişare eden köylüler, imamın başkanlığında merhumun karısına giderler.
“Biz galiba yanlış bir iş yaptık. Senin kocanın herhalde bizim bilmediğimiz bazı iyilikleri ve amelleri vardı ki Allah O’nu cenneti ile mükâfatlandırdı. Bunun sırrı nedir?” diye sorarlar.
Kadıncağız “benim kocam aynı sizin bildiğiniz gibi günahkâr bir adamdı. Başkasına zararı yoktu ama kendisine zarar verecek günahlar işlerdi” cevabını vermiş.
Bunun üzerine cenazeyi kimin defnettiği öğrenilir ve köylüler çobana giderler. “Bu adamı gömerken ne okudun?” diye sorarlar. Çoban “ben cahil bir adamım, dua bilmem. Çukuru kazdım ve cenazeyi gömdüm” der.
Köylülerin ısrarlı soruları üzerine hatırlayarak devam eder. “Gömerken Allah’a şöyle seslendim: Allah’ım, yıllardan beri ben buradan gelip geçenlere ‘Tanrı misafiridir deyip, elimden geldiğince ikramda bulundum. Şimdi de ben sana bir misafir gönderiyorum. Şanınca ağırlayıver dedim.”
*****
Bu menkıbe Türk milletinin İslam’ı anlama tarzını oluşturan tasavvuf anlayışının güzel bir örneğidir. Bu menkıbeden bazı sonuçlar çıkarmaya çalışalım:
1- Günahkâr da olsa, kul hakkı olmayan her Müslüman’ın Allah tarafından affedilmesi mümkündür.
2- Kulu yargılama hakkı yalnızca Yaratan’a aittir. İnkârcı olduğunu açıkça söylemeyen her Müslüman’a hüsnü zan ile bakmak gerekir. İnsanlara Cennet’e giriş bileti satma hakkı ve Cehennem’e gönderme yetkisi verilmemiştir.
3- İbadet ve duanın kabul edilme ihtimali edilen dua ve ibadetin sayısı, şekli ile değil, samimiyeti (ihlâslı oluşu) ile doğru orantılıdır.
4- Allah sevdiği kulların hatırına başka kullarının da günahlarını affedebilir.
Bu sonuçları kabul eden Müslümanların bazı yönlerden kendisine benzemeyen Müslümanları ve hatta gayrimüslimleri hakir görmesi ve aşağılaması mümkün değildir.
Bu Müslümanların gücü eline geçirdiği zaman başkalarını kendisi gibi yaşamaya zorlaması da söz konusu olamaz.
Oysaki İslami rejimle idare edildiği söylenen birçok ülkede, “rejim” insanların kılık kıyafetine, ibadet etme / etmeme hürriyetine, günah işleme / işlememe özgürlüğüne müdahaleye kendini yetkili saymaktadır.
Buna karşılık bu anlayışın Türk devletlerinde yer bulmadığı görülmekte. Türk devletlerinde Müslümanlar, başka dinden olanlar ve inançsızlar bir arada barış içinde yaşamışlar.
Bazı İslam ülkelerindeki “ahlak polisi“, Hıristiyanlık tarihindeki engizisyon mahkemeleri ve giyotin uygulamaları bizim tarihimizde uygulama şansı bulmamıştır. Dini yorumlama açısından farklı anlayışlara sahip topluluklar tarikatlar, cemaatler, mezhepler arası çatışmalar pek olmamıştır.
Bunun en önemli istisnası Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail döneminde yaşananlardır. Bu olaylar devletlerin, siyasi gaye ile de olsa, insanların inançlarındaki benzerliklerinin yerine farklılıklarını vurgulamasının yarattığı derin bir travma örneğidir. İki Türk Devleti arasında yaşanan talihsiz savaşın yarattığı bu travmanın izleri tarihten günümüze devam edegelmektedir.
Yukarıda alıntı yaptığım menkıbe ve benzerleri üzerinden verilen bir eğitim sayesinde, Türk insanının İslam’ı anlama biçimini oluşturulmuş; bazı yazarların “Anadolu İslam’ı” adını verdiği anlayışın, büyük Osmanlı coğrafyasında yerleşmesine zemin hazırlanmıştır.
Bu sayededir ki, halkın çoğunluğu farklılıklardan düşmanlık üretmemiştir. Sünni kesimde Ali, Hasan, Hüseyin, Fat(ı)ma isimlerine rağbet edilirken, Muaviye ve Yezit isimlerinin hiç kullanılmaması bunun bir göstergesi sayılabilir.
Alevilik derslerinin de müfredata girdiği yeni eğitim sistemimizde bu türlü menkıbelerin yeri ve ağırlığının ne kadar olduğunu merak ediyorum.