Amerika’nın İspanik Meselesi

117

İspanik’de nerden çıktı diyebilirsiniz, haklısınız da. Bende ne alaka demiştim okuduğumda öyle olmadığını gördüm. Sizlerle paylaşayım istedim. Türkiye Cumhuriyetinin yetiştrdiği ender insanlardan birisi olarak gördüğüm Durmuş HOCAOĞLU’beyin Yeniçağ Gazetesinde 07 Mayıs-28 Mayıs 2006 tarihleri arasında neşredilen dokuz bölümde   kaleme aldığı “Küresel Etnik Problemlere Bir Örnek Olmak Üzere Amerika’nın İspanik Mes’elesi” isimli makalelerinden oluşan yazılarından alıntılar yapacağım. Bu yazı yazıldıktan sonra 3,5 yıl geçmiş bu ve buna benzer bilimsel tespit ve çözümleri olan bilim adamlarımızdan faydalanmayıp ülkenin etnik meselelerini kangren haline gelmesine göz yumanlara ve gelinen durumdan istifade etmek isteyen ve istifade eden kim olursa olsun yazıklar olsun diyorum. Bu yazının tamamını herkesin okumasını tavsiye ederim ayrıca Durmuş Hocaoğlu’nun bütün makalelerini içine alan güzel bir sitesi var . İsteyenler tüm yazılarına ulaşıp fikirlerinden istifade edebilirler. Türkiye’de onun kadar bilimsel makale yayımlayabilen bir fikir adamı görmedim dersem yalan olmaz. www.durmushocaoglu.com

“Türkiye’nin çeyrek yüzyıla yakın bir zamandan beri ateşten bir gömlek gibi bedenini yakan ve her çözüm denemesinin akîm kaldığı “Kürt Meselesi” üzerine yapılan analizlerin ekseriyetindeki en başta gelen metodolojik hatâlardan birisinin, bu problemin mâhiyet îtibâriyle adetâ bütün dünyada türünün tek örneği şeklinde ele alınmakta olmasıdır diyebiliriz. Tabiatiyle Kürt Meselesi’nin de hemen her sosyal meselede olduğu gibi, gerek menşei, gerek mâhiyet ve gerekse de başvurduğu metodlar ve benzeri hususlar açısından diğer etnik meselelerden farklı nitelikleri bulunduğu muhakkak olmakla berâber, bir etnisite meselesi veya diğer bir ifâdeyle, bir etnik mesele olarak, esas îtibâriyle, küresel etnik problemlerin büyük ölçüde nevi şahsına münhasır (sui generis) bir örneğidir ve bu açıdan bakıldıkta etnik problemi olan diğer ülkelerle çok fazla ortak noktalar, benzerlikler ve andırışmalara sâhip bulunmaktadır. Buna binâen, Kürt Meselesi’nin daha etraflıca kavranabilmesi için, dünyadaki genel etnik meselelerin ve başka örneklerinin incelenmesi kesin bir gereklilik arzetmektedir.”

diye başlıyor. Ve etnik meseleyi şu şekilde tanımlıyor. “İşte, kısaca “Etnik Mesele” olarak anılan bu problem, Anthony Smith’in, “ulusların içinde kendi kader anlarını bekleyen başka uluslar mı vardır veya uyanan azınlık uluslar eskiden oluşturulmuş siyasal ulusların çözülmesini mi beklemektedir” diye sorduğu tarihî kırılma noktasında ortaya çıkan bir meseledir.” Diye devam ediyor.

Etnisiteyi ikiye ayırıyor. Yerli (Otantik) Etnisite, İrâdî Muhâcir Etnisite ve Mecbûrî Muhâcir Etnisite

Yerli, adından da anlaşılacağı üzere, bir ülkede kıdemi olan bir etnisiteyi ifâde ediyor: Amerika ve Avustralya yerlileri ve Türkiye’de Kürtler gibi. Göçmen etnisiteler ise o ülkenin “fi’l-asl” unsûrundan olmayıp sonradan gelen bir eklentidir; ancak, zaman çok şeyi değiştirdiği gibi onu da değiştirebilir ve hattâ Amerikan milletinin hikâyesinde olduğu gibi göçmenler yerlileri yok edip azınlığa düşürerek kendileri yerli olabilirler.

Muhâcirlerin bir kısmı kendi irâdelerinden ziyâde şartların zorlamasıyla bir ülkeden bir başka ülkeye sığınanlardır, bâzan hattâ can pazarında canlarını zor atanlardır: Pakistan’daki Pencaplılar, Gujeratlılar v.b. ve Türkiye’deki bâzı Kafkas ve Balkan kökenli etnisiteler gibi.  Şimdi de Avrupa Birliği’ne muhtelif yollardan, önce geçici işçi olarak çalışmak üzere gelen, sonra yerleşen ve kök salan muhâcirler gibi, kendi irâdeleri ile zenginliklere akan insan topluluklarıdır.

İşte, Amerika’daki İspanikler bu son gruba girmektedirler: İspanyol menşe’li bu insanların hemen tamâmı, önce iş ve aş için sınırın bu tarafına geçmeye başlayan, sonraları bu geçici yerleşmeyi kalıcılığa dönüştüren irâdî muhâcirlerdir. Ne var ki, sayı belirli bir çizgiyi aşınca, mes’ele iş ve aş olmaktan çıkmakta, başka mecrâlara dökülmeye başlamaktadır; dökülecektir de. Bu, kaçınılmazdır; dün ne ise bugün de aynısı veya benzeri olacaktır, çünkü Güneş aynı güneştir, İnsan da aynı insan.

Tarihten Bir İbret: Roma’nın Göçmen Travması

Roma, mâlûm olduğu veçhiyle, Mîlad’dan önce takrîben VII. asırda bir site devleti olarak ortaya çıktıktan sonra aşağı-yukarı sekiz asır müddetince mütemâdiyen yayıldı, büyüdü, sonra II. asırda duraksama başladıysa da dördüncü asır sonlarına kadar azametini  en azından zâhiren  büyük ölçüde muhâfaza etti; ancak, bu tarihten sonra bir yüz seneye yakın müddet zarfında adetâ bir travma ile çöküverdi. Bu, öylesine bir çöküş idi ki sonradan Helenleşen Doğu Roma’yı saymazasak külliyen yok oldu, bir daha tarih sahnesine çıkamadı, hattâ Romalılar dillerini bile unuttular. Bu, gerçek bir travmadır.

Niçin? Niçin bu kadar ânî ve sarsıcı bir yıkılış olmuştur? Bir çok sebepten birisi Hristiyanlık’tır; ama tek başına değil, mühim bir başka sebep daha var: “Göçmenler”.

Barbar akınlarından bunalan Roma, bu “Barbar Meselesi”ni “yumuşak güç metodu” ile halledebilmek için, onlara dostluk elini uzatarak, Roma’dan zorla almak istediklerini kan dökmeden elde etmeleri için, Roma vatandaşlığına geçmelerini teklif etti; teklif kabul gördü, ama asıl felâket de bundan sonra başladı: Roma’ya yerleşen Barbarlar Roma’nın onları asimile edemeyeceği kadar kalabalık idiler, bu yüzden onlar barbarlıktan uzaklaştılar uzaklaşmasına, ama Romalı da olmadılar; sonuçta, Roma’nın projesi bir “bumerang” gibi ters etki hâsıl etmiş, içine alıp sindirerek başından defetmek istediği belâ, boğazına takılmıştı. Bir yandan hâlâ devam etmekte olan Barbar akınlarına yıpratıcı Pers savaşları yanında bir de içeride çürümüş yönetim de eklenince, Romalılaş(a)mamış eski barbarlar ki hepsi bugünkü Avrupalı milletlerin ecdâdıdır  Roma’yı içeriden ele geçirdiler; Roma asıl darbeyi dışarıdan değil, içeriden yemişti. Roma’nın, kendi evinin içinde vuruluşunun son safhasının hikâyesni Blunt’tan dinleyelim:

“Doğuda Ermenistan toprakları üzerinde çarpışan menfaatleri yüzünden Büyük Parthia veya İran Krallığı ile de hemen hemen sürekli savaş halinde bulunması İmparatorluğun bu istilâlara karşı koyma gücünü dayanılamıyacak kadar aşırı zorluyordu. İtalya hızla mahva sürüklendi. İtalyan ticareti sona erdi. Veba ve kıtlık nüfusu azalttı. Geniş arazi parçaları kimsenin oturmadığı bomboş yerler haline geldi. İstilâcılar hâlâ gelmekte devam ediyordu. Galya, İspanya ve Afrika da kendi krallıklarını kurdular. Bunlar ancak işlerine geldiği ölçüde İmparatorluğun birer eyaleti imiş gibi davranıyorlardı. En sonra İ. S. 476’da bizzat İtalya’da bir barbar devleti kuruldu ve Batı İmparatorluğu sona erdi. 500 yılı İspanya ve İtalya’da birer Got krallığının, Afrika’da bir Vandal krallığının, Galya’da Frankların Klovis krallığının ve Britanya’da bir Sakson krallığının kuruluşunu gördü.”

Dün Barbarlar ve Roma, Bugün İspanikler ve Amerika (mı?)

Şimdilerde artık Amerika’nın başını ağrıtır olmaya başlayan İspanik derdi, Roma’nın binbeşyüz sene evvel “Barbar” muhâcirler ile içten sarsılmasını andırıyor: İspanikler, diğer göçmenlerden farklı olarak, büyük kısmı îtibâriyle asimile olmuyor ve “Mülk’ün Tapusu”na el uzatmaya yöneliyor, diğer bir deyişle, artık kendilerinde bu gücü görebiliyorlar. Niçin? Şundan ki:

Nüfus Faktörü

Genel bir prensip olarak diyebiliriz ki, bir etnik nüfus, “eşik değer” olan %10’a ulaşırsa, bu bir “sorun” demektir; İspaniklerin yekûn nüfusu ise, bu sınırı aşmış bulunuyor; Temmuz 2003 verilerine göre 40 milyonluk bir nüfusları var ve bu da %13.7’ye tekabül ediyor. Bu sayı sürekli olarak da artıyor; yapılan gelecek projeksiyonlarına göre, 2050’de toplam nüfusları 103 milyona ve nisbetleri %24’e ulaşmış olacak. 2003 sayısının %67’si Meksikalı İspaniklerden oluşurken, %14%’ü Merkezî (Orta) ve Güney Amerika kökenli, %9’u Porto Rikolu, %4’ü Kübalı ve %7’si de diğer İspanik kökenlilerden mürekkep. Her ne kadar geldikleri ülkeler farklı da olsa, hepsinde ortak olan, “Amerikalı” olmak değil, “İspanik” olmak bilinci. Yâni bir bakıma ABD, farklı kökenlerden gelen İspanikleri birleştirerek Pan-İspanizm’e hizmet etmiş olmaktadır.

Etnik Mes’ele Basit Bir Mes’ele Değil: Kim Bilir; Belki Geçer Ammâ, Deler de Geçer

Buraya kadar kısaca da olsa, görmüş bulunuyoruz ki, “İspanik Mes’elesi”ni gündeme taşıyan Huntington’a göre, konu, altı etkene bağlı olarak diğer göçlerden farklılık göstermektedir: Komşuluk, Rakamlar, Yasadışılık, Bölgesel Yoğunluk, Süreklilik ve Tarihî Varlık.

Sondan başa doğru gidelim: İspanik göçünün tarihî bir hak iddiası var; süreklilik arzediyor ve katlanarak büyüyor; belli başlı bâzı bölgelerde tehlikeli yoğunluklar kazanıyor; yasadışı yollardan besleniyor. Rakamlar ise alarm veriyor; fakat nüfus artışı sâdece göçlerden beslenmiyor, yüksek doğum oranları da şişkinliğe katkıda bulunuyor: “İyi” ve “gerçek” Amerikalılar git-gide daha az çocuk yaptığı için de bu vazıyet, Meksikalı göçü azalsa bile, ilerisi için bir tehlikeye dönüşme istîdâdı taşıyor. Gelelim “Komşuluk” mevzûuna: İmdi; umûmen etnik mes’elelerdeki mühim diğer bir husus da, mes’elenin kördüğümleşmesinde ciddî bir katkı sağlayan, “etnisitenin iç bölgelerde değil de sınırda, bilhassa, etnisite ile aynı soydan komşu ülke sınırında yoğunlaşması” faktörüdür. Aynı soydan bir başka ülke her zaman için “irredantizm” tehlikesi demektir; diğeri ise işin katmerlenmesini sağlar. İspanik nüfûsun en fazla yoğunlaşmış olduğu yerler Güney ve Güney-Batı. Burası fevkalâde mühim: Zîra, bu bölge, hem Amerika’nın silah zoru ile zaptettiği tarihî Meksika toprakları ve hem de el’ân Meksika ile sınırdaş – yâni yara taptâze – üstelik az da değil, 3.200 kilometrelik bir sınır. İşte şimdi İspanikler bu yörede kendilerini Amerika’da değil, ellerinden gaspedilmiş “eski” vatanlarında hissediyorlar; hem de sınırın öte yakası hâla vatanları, orada soydaşlarının bir devleti var; yâni yara kanamaya devam ediyor. İşte mühim mes’ele bu: Meksikalı göçü Amerika’nın iç taraflarında tekâsüf etmiş olaydı, ateşi bu derece yüksek olamazdı. Huntington, bu riskli durumu anlatırken “Bir ülke halkı komşu bir ülkenin topraklarını sahiplenmeye ve oraya yönelik özel hak iddialarında bulunmaya başladığında ciddi bir anlaşmazlık potansiyelinin ortaya çıktığı tarihsel olarak bilinen bir gerçektir.” demektedir ki, burada dikkat çeken, “ciddi bir anlaşmazlık potansiyelinin ortaya çıkması” ibâresidir. Anlamı açık olsa gerek: “Herşeyi göze alırız”.

 

Ya Bir “Amerikan PKK’sı” Olsaydı veya Bir Gün Olursa?

Elbette etnisitesi olanın etnik meselesi de olur ve elbette etnik mesele çok ciddî bir mesele. Ancak, başına gelmeyen bilmez; boşuna sarfedilmemiştir elbet “elin ciğerindeki yara duvardaki deliktir” veya “şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir / mübtelâ-yı gama sor, kim geceler kaç saat” gibi hikmet yüklü kelâmlar: İnsanoğlu derdin ne demek olduğunu, kendi başına gelmedikçe anlamaz; nitekim, “özgürlükler ülkesi Amerika” sloganının ne derece değer taşıdığını, özgürlüklerin sınırlarının nerede başlayıp nerede bitebileceğini, ne kadar genişleyip ne kadar daralabileceğini, 11 Eylül sonrasında gördük; aynı bir denemeye şimdi de İspanik Mes’elesi dolayısıyla şâhit oluyoruz. Bu kısa yazıda da görmüş bulunuyoruz ki, Amerika’daki İspanyol-Latin kökenli insanların varlığı, sayılarının sür’atle artışı ve akabinde yöneltmeye başladıkları talepler, mes’eleyi alıp başka yerlere götürebilecek evsafta görünüyor. Aslında bütün bunlar yine de hiçbir şey, tamı tamına bir “hiç”; ya hele bir de İspanikler yüzyıl içerisinde düzînelerle kanlı-kıtalli mahallî isyanlarda bulunduktan maâdâ, en nihâyet bir İspanik PKK’sı çıkıp da dünya çapında teşkîlâtlanarak çeyrek asır boyunca Amerika’yı kana bulasa ve onbinlerce insanı katletseydi, acaba neler olurdu; veya, daha doğrusu, neler olmazdı? Sâhi neler olmazdı?

Bir İspanik “PKK’sı” yok; belki sâdece “henüz” yok; ama ya olsaydı ve ya bir gün olur ve her gün bir Amerikan evine, kendi topraklarında, Mülk’ün Tapusu’na el uzatan ki âsîlerin öldürdüğü cenâzeler gelmeye başlarsa ne olur?

Elbette faraziyelerden kat’î hükümler çıkaramayız; ancak, bir tek Oklahoma bombacısına karşı, bizzat zamanın başkanı Clinton’ın yönlendirmesiyle yürütülen – öfkeli ve tehditkâr nutuklarla başlayıp kısa sürede bombacının îdâmı ile noktalanan  ameliye göz önüne alınacak olursa, “neler olmazdı ki” diyebiliriz.

Nitekim, İspanikler’in sayılarının bilhassa Meksika sınırı civârında, yüzde elliyi aşmaya başlamasının ve birçok yerde yüzde doksana dayanmasının, ayrıca, buna paralel olarak dillerinin eğitimde tanınması taleplerinin yoğunlaşmasının ve en nihâyetinde Amerikan millî marşının İspanyolcasının tedâvüle sürülmesinin akabinde apar-topar, bu tarihe kadar hiç lüzum görülmemiş olanın yapılıp, Anayasa’ya İngilizce’nin resmî dil olarak kaydedilmesi ve birilerinin çıkıp açıkça ve yüksek sesle “herşeyi göze alırız” demeye başlaması dahi gösteriyor ki, her ne kadar “yok bişeycikler” diyenler  hem de az-buz değil  varsa da “bişeyciklerin var olduğu” ve “bişeyciklerin de vâki’ olabileceği” reddedilemezlik kazanmaktadır. Nitekim, Huntington’ın “Amerikan Rüyası ancak İngilizce görülür; İspanyolca değil” demesindeki tehditkâr îkaz da gösteriyor ki, gerçekten de Amerika’da bişeycikler oluyor.

Ülkemizdede “yok bişeyçikler” diyenler “bişeylerin varlığından haberdar oldular. “bişeycikler çoğaldı”  “bişey” haline geldi. Onuda “bişey” lerle çözerler.