İnsan küçük bir kâinat, kâinat büyük bir insan. İnsanın maddesi; kâinatın maddesinden / şehadet âleminden. İnsanın mânası; gayb âlemlerinden haber veriyor. Hafızamız Levh-i Mahfuz’dan, hayâlimiz Âlem-i Misâl’den, aklımız Akl – ı Küll’den haber verdiği gibi. Fakat ne hâfıza, ne hayâl, ne de akl’a; akıl erdiremiyoruz! Varlığını biliyor, mahiyetine / içyüzüne yol bulamıyoruz.
Demek ki, mahiyetini bilmemek, varlığını inkârı gerektirmiyor.
“İdrâk – i maali bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”
Hükmünce, rûhun bu fonksiyonlarında ruha yol bulamadığımız gibi, gayb âleminin varlığından da onların zâtına, dolayısıyla Allah’ın zâtına asla yol bulamayacağımızı idrak ediyor / anlıyor. İdrâksizliğimizi idrâk etmenin idrâkine varıyor. Ulvî / yüce bir hazla gaşyoluyor / kendimizden geçiyor. Mahiyetine geçemeyeceğimizin anlayışı içinde “Süphanallah.” demekten başka çare göremiyoruz.
Fakat bazan anlamamanın, anlıyamamanın da ilim olduğunu derk ediyor / kavrıyor “Elhamdülillah.” diyoruz. Evet bâzan “Bilmiyorum.” demek ilmin ta kendisi oluyor. Ne mutlu, yerinde ve zamanında “Bilmiyorum.” diyenlere. İnsan kendisini aşamaz! Mahlûkıyet mertebesinden, Halıkıyet / Yaratıcılık makamına çıkamaz. İşte bunu farkedişi en büyük idrâk oluyor.
“Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu.” / “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hükmünce Allah insanı yeryüzünde halife olarak yaratmış. “Vekil asıl gibidir.” fehvasınca, Allah her şeyinden bir nebze de olsa, bir şey insanın mahiyetine dercetmiş / koymuştur.
Ta ki, eserden ustaya yol bulabilsin. Nefsinden, Allah’ın zâtına -keyfiyet ve varlığına değil- varabilsin. Tıpkı “Kün feyekün.” ün de şahsında; ibda / ilk ve yoktan yaratış ve inşa / ilk yaratılan maddeden yeni şeylerin tedrîcen yaratılmasının mündemiç / mevcut olduğunu farketsin. Nefsine konulanlardan; onları koyana yükselebilsin.
X
Görülenle gören arasında manevi bir irtibat / ilişki kurmak; yani görülenin ve görenin farkına varma hassası, sadece insana verilen bir meziyet. Hayvan bakar. İnsan ise görür. Yani farkeder. Zaten insanın bir vasfı da “Farkeden”dir.
İnsan bakıp da gören, işitip de duyan, bilip de anlayandır. Yoksa, papağanın da sözü insan sözüdür ama, özü insan değildir. Şüphesiz hayvanların kendine has birer dünyası varsa da, insan; hem kendi, hem dış ve dışındakilerin dünyalarıyla da alâkadar olan küllî / kapsamlı bir varlık.
Esma-i Hüsna’sında / Allah’ın güzel isimlerinde deveran, sereyan ve cevelan ediyor / dolaşıyor. Her bir ismin bin bir mertebesinde, basamak basamak esmanın tecellilerini müşahede ediyor. Mesela bin bir çiçekte, Allah’ın cemâl ve kemâlini görüyor.
Kendimizde mevcut akıl, vicdan, tefekkür, tahayyül, tezekkür ve tasavvurların; başkalarında olduğunun da farkına varıyoruz. Fakat bu varış, kendimizde olduğundan ötürüdür. Bu mefhumlar bizde olmasaydı, sadece başkalarından işittiğimizle kalsaydık, bunları kesin şekilde reddederdik. Uydurma ve hezeyan sanırdık.
İşte bu vicdanen bilişler, başkalarında var olduğu gerçeğine de bizleri ulaştırıyor. Tıpkı Allah’ın varlığını; ilimler vasıtasıyla zâtına, keyfiyetine, iç yüzüne yol bulamayacağımızı biliş çerçevesinde bir nebze anladığımız gibi. Eğer gözümüz olmasa Allah’ın basar / görücü, kulağımız olmasa Allah’ın semî’ / işitici vs. sıfatlarını anlayamayacağımız gibi.
X
Bedenin organları neyse, rûhun da uzuvları var. Fakat zuhuru için imkân ve meydana muhtaç. Tıpkı uçağın inmesi için hava alanına ihtiyacı olduğu, elektriğin tecelli için ampule gerek duyduğu gibi. Ruh da bir arşa / alana muhtaçtır ki o da bedendir.