Kâinatın yaratıcısı ve sanatkârı olan Allah, yani âlemin Sânii’nin; eserlerinin şahitlik ve tanıklığı ile, yani Cenabı Hakkın lütuf ve ihsanı ile tecellisi, kendisini göstermesi, bildirmesi demek olan sonsuz cemali vardır. Yine kâinatın yaratıcısının; kusursuzluk, mükemmellik, güzellik demek olan kemali vardır.
Cemal ve kemalin ikisi de, bizzat sevilir. Çünkü sevgiye lâyıktırlar. Bu iki vasıf bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemal ve kemal sahibinin; kendi cemal ve kemaline sonsuz bir muhabbet ve sevgisi vardır. Nitekim o sonsuz sevgisi; sanatla yarattıklarında çok tarzlarda kendini gösteriyor. İşte bu yüzden Yüce Allah, sanatlı bir şekilde yarattıklarını sever.
Çünkü o sanatlı, görkemli olarak yarattıklarında; kendi cemalini ve güzelliğini, kendi kemalini, mükemmelliğini ve tamlığını görür.
Yarattıkları içinde en sevimli, en yükseği ise; hayat sahibi olanlar, yani canlılardır. Hayat sahibi olanlar içinde en sevimlileri ve en değerlileri ise, şuur ve bilinç sahibi olanlardır.
Şuurlular içinde ise çok yönlü, çok kapsamlı nitelikleri bulunması bakımından en sevimlisi; ancak insanlar içinde bulunur.
Şüphesiz insanlar içinde istidat ve kabiliyeti tam olarak gelişmiş olan, bütün sanatlı yaratılmışlarda görünen mükemmellik örneklerini şahsında gösteren kim ise, o en sevimlidir.
İşte, varlıkları sanatlı bir şekilde yaratan sanatkâr, yani Allah yani varlıkların Sânii, tüm mevcutlarda İlâhî sevgisini görünür hâle getirmiş. Sevgisinin tüm çeşitlerini ise bir noktada, bir aynada toplamak ve görmek istemiştir.
Bütün güzellik çeşitlerini; Allah’ın her bir şeyde birliğinin görünmesi demek olan Ehadiyet sırrıyla göstererek ortaya koymuştur. Yaratılış ağacından nurlanmış meyve derecesinde ve kalbi o ağacın esas hakikatlerini içine alacak bir çekirdek hükmünde olan bir zatı, âlemlere örnek olarak seçmiştir. Ki, işte bu kişi Hz. Muhammed’den başkası değildir.
Elbette bir kitabın mânâsı bilinmezse hiç hükmündedir. Kitap varsa öğreteni de olacaktır. İşte Yüce Allah, bu kâinat kitabının açıklayıcısı olarak Hz. Muhammed’i öğretici olarak tâyin etmiştir. Çünkü böyle, her bir harfi binler mânâyı içeren bir kitap; hiçliğe mahkûm edilemezdi.
Öyle ise o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir. Her taifesinin istidadına göre, bir kısmını anlattıracaktır.
Bu kişi, insanların en genel bakışlı, en kapsamlı bilince sahip, en seçkin kabiliyeti olan bir fert olmalıydı. İşte o seçkin kişi, Hz. Muhammed’den başkası olmayacaktı.
Çünkü Tevrat, İncil, Zebur gibi kutsal kitaplarda O’nun peygamberliğine dair müjdeli işaretler var.
Çünkü, Şıkk ve Satîh gibi tarihçe sabit, meşhur iki kâhinin sözlerinde O’nun peygamberliğine dair müjdeli beyan ve ifadeler var.
Çünkü, doğduğu gece Kâbe’deki putların düşmesi ve devrilmesinde, İran hükümdarının ünlü sarayı olan Eyvan’ın ikiye ayrılmasında; O’nun peygamberliğine harika işaretler var.
Zira, âlemin Hâlık’ının son derece mükemmellikdeki güzelliğini; bir aracı ile göstermek istemesi, hikmetin bir gereğidir.
Bunu gerçekten istemesinden apaçık şekilde anlaşılıyor ki; en güzel bir surette gösterici ve tarif edici ancak o zattır.
Zira, âlemin sanatkâr yaratıcısının; son derece güzellikte olan mükemmel sanatı üzerine dikkatli bakışları çekmek, sergilemek istemesine karşılık, en yüksek bir sesle tanıtıcılık eden, yine bizzat
görüyoruz ki o zattır.
Zira, bütün âlemlerin Rabbi, varlık çeşitlerinde Vahdaniyetini / Birliğini ilan etmek istemesine karşılık, tevhidin en azamî bir derecede, tüm tevhid mertebelerini ilan eden, yine ancak o zattır.
Hem şu kâinatın Hakîm olan Hâkim’i, şu kâinatın değişmelerindeki maksat ve gayeyi içine alan anlaşılması güç, yani gizli sır olan tılsımını ve varlıkların “Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç müşkül sorusunun muammasını; bir elçi vasıtasıyla tüm şuur sahiplerine açtırmak istemesine karşılık, en açık bir surette ve en azabir derecede Kur’an hakikatleriyle o tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine o zattır.