25 Eylül 2021
Cumartesi akşamı, dâvetli olarak ‘Âkif’ filminin, (Frenklerin ‘gala’ dedikleri) ilk gösterimine
katıldım. Sinema salonunda T.C. Kültür ve Turizm Bakanı Yardımcısı (önceki
dönemlerde Beyoğlu Belediye Başkanlığı yapan) Ahmet Misbah Demircan, Adâlet
Bakan Yardımcısı Yâkup Moğol, İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürü Dr. Coşkun
Yılmaz, Mehmet Âkif Ersoy’un torunu Selma Ersoy Argon, yapımcı şirketin temsilcileri,
film teknik ekibinden elemanlar ve filmde rolü bulunan sanatkârlardan bâzıları
ile salonunun yarısını dolduran dâvetliler vardı.
Kültür
Bakanlığı’nın maddî desteği ile hazırlanan filmin oyuncuları, figüranından
başrol oyuncularına kadar hepsi çok başarılı idi. Oyuncuların bir kısmı,
muhtemelen ilk defa kamera karşısına geçen kişilerdi. Öylesine tabîi, öylesine
rahat bir oyun sergiliyorlar ki… Rol yapmıyorlar, gündelik hayatından bâzı
sahneler, gizli kamera ile filme alınmış intibaını uyandırıyordu.
Filmin hiç mi
kusuru yoktu? Vardı tabîi ki…
İnsanoğlunun
yaptığında kusur olmaması mümkün değil. Kusursuzluk Cenâb-ı Allah’a mahsus bir
haslet.
Türkler
İslâmiyet’i kabul ettikten sonra sanatkârlar, meydana getirdikleri eserlerde,
Yüce Yaratana saygıları sebebiyle (Allah ile kusursuzluk yarışına girmekten
imtina ettikleri için) kasıtlı olarak çok küçük hatâlar yaparlardı. Binanın
simetriğinde ancak çok dikkatli gözlerin fark edebileceği küçük bir aksaklık,
hat sanatında bir harfin mânâyı etkilemeyecek şekilde yanlış yazılışı, minyatür
ve tezhib sanatında önemsiz aksaklıklar, kıymetli kilim ve halılarda bir
motifin farklı şekil ve yerde kullanılması gibi…
Kimileri bu
hatâların, ‘nazar değmesini’ önlemek için yapıldığını ileri sürer.
Bu ince
düşüncenin örneklerini, ilk Türk mutasavvıfı, Pîr-i Türkistan Hâce Ahmed-i
Yesevî’nin türbesindeki Tay Kazan’ın üzerindeki yazılı vecizede bir harfin ters
yazılışı, Mimar Sinan’ın ustalık döneminin eseri olan Edirne Selimiye
Camii’ndeki ters lâlede görmek mümkündür. Her ne kadar ters lâlenin başka bir
maksatla konulduğu yazılıp söylenmekte ise de hassas ve daha derin mânâlı
açıklaması ve belki de daha doğrusu, hatânın bilerek yapılmış olmasıdır.
‘Âkif’ Filmine
dönersek efendim…
-Film yapılmış,
Âkif severlerin ve sinema tutkunlarının beğenisine sunulmuştur. Herhangi bir
yerini, sözünü değiştirmek mümkün değildir. Gereği de yoktur. Ancak bu tarzda
ve Devletimizin katkılarıyla hazırlanacak olan sonraki filmlerde dikkate
alınması gereken birkaç hususu ilgililerin dikkatine arz etmekte fayda mülâhaza
edilmiştir.
Sinema dilinde ‘konsept danışmanı’ deniliyor. Çekime
geçilmeden önce senaryo, konunun uzmanları tarafından dikkatlice gözden
geçirilebilir, çekim sırasında da kendilerinden faydalanılır. Bir tânesi, yukarıda
açıklanan sebebe dayanılarak bırakılır, diğer küçük hatâlar yok edilebilirdi.
-Oyuncuların rol
gereği söylediği sözler, temsil ettikleri şahsın mevkiine ve karakterine uygun
olmalı.
-Mehmet Âkif
Ersoy’un, Türk milletini millî mücâdeleye dâvet konuşmaları, şâirimizin hakîkatteki
hitâbet üstünlüğünü ve ikna gücünü yeterli ölçüde yansıtacak mükemmellikte
değildi.
-Mustafa Kemal
Paşa’nın ses tonu, bakışlarındaki mânâ, yüz ifâdesi olarak oyuncunun başarısı,
söylenen kelimelerin ve cümlelerin hitâbet sanatının şâheseridir. Filme ismini
vermesine rağmen şâirimizin belli ölçüde silik kaldığı dikkatlerden
kaçmamıştır. Belki, Mustafa Kemal Paşa’nın önüne ve üzerine yerleştirmemek
düşüncesi tesirli olmuştur. Elbette saygı duyulur. Birincisinin başarısı % 100
iken, ikincisinin % 80’lere yakın bir seviyeye çıkartılması mümkün olabilirdi.
Husûsen ses tonu, konuşmalarının fikrî dolgunluğu ve hitâbet ustalığı
açısından…
-Filmde Ubıh1
asıllı istihbarat subayı Kuşçubaşı Eşref (Sencer)’in2 (1883-1964),
Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in3 (1884-1923) ve günümüzde İngiltere
Başbakanı olan Boris Johnson’ın dedesi Gazeteci ve siyâsetçi Ali Kemal’in4
(1867-1922) ve Mustafa Sagir’in5 (1877-1921) dikkat çekiçi figürler
olarak yer alması, ‘Âkif’e dokümanter film özelliği kazandırmıştır.
Alkışlanacak başarıdır.
-Üzerinde
yaşadığımız, ‘vatan’ dediğimiz mübârek toprakların, düşmanın kirli
çizmesinden, kanlı ellerinden ve zulümden kurtulmasında İstiklâl Marşı
şâirimizin rolü daha belirginleştirilebilirdi.
-En sonunda
İstiklal Marşımız, Londra Konferansında okunduğu gibi değil de Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde, Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından okunduğu gibi okunsaydı, film
daha bir ihtişamla biterdi. En sonunda filmin jeneriği verilirken, farklı bir
İstiklal Marşı bestesinin kullanılması, seyirciyi, hep birlikte İstiklal
Marşını söylemekten alıkoyan olumsuz bir sürpriz oldu. Küçük özürlerine rağmen
Osman Zeki Üngör’ün (1880-1958) bestesi kullanılsaydı, seyirciler hep birlikte
gür sesleriyle İstiklal Marşı’mızı hep birlikte okurdu.
Keyfe keder bu
pürüzlere rağmen film, bütünü ile başarılıdır. Gösterimler sırasında sesin,
seyirciyi rahatsız etmeyecek desibel seviyesine indirilmesi faydalı olur. Fon
müzikleri başarılı ve dikkat çekici. Fakat baştan sona kadar fon müziği
bulunmasının gerekli olup olmadığı tartışılabilir.
***
Sinema
salonundan Saat 21,30 civarında çıktığımızda sinema yazarı ve tenkitçisi İhsan
Kabil ve araştırmacı yazar Mehmet Şâdi Polat Beyefendilerle birlikte kısa bir
değerlendirme yaptık. İstiklal Caddesi’nde o saatteki, insan kalabalığı, sel
felâketine sebebiyet verecekmiş gibi coşkun ve azgın bir şekilde akan ırmağı
andırıyordu. Filmdeki; göz pınarlarına ısrarlı dâvetiyeler çıkaran duygu dolu
sahnelerdeki konuşmalar, filmin tamamındaki hamâsî, millî ve mânevî atmosfar,
bu kalabalığı ne kadar etkileyebilirdi? Onların %90’lara varan çoğunluğu,
sırtlarına dayandırılan süngülerle, magazin bağımlıları çukuruna düşürülmüş
kişilerdi. Etkilenmek bir tarafa, seyretmeyi bile düşünmezlerdi.
Anadolu insanı
öyle değil. Bizi biz yapan değerlere yürekten bağlı insanlarımız, ‘Âkif’
filmini, yüksek bir heyecanla seyredecekler, anlayacaklar ve çevresindekilere de
anlatacaklar, herkesi sinemalara yönlendireceklerdir.
Onlar bizim güzel,
temiz, iyi ve doğru… Mehmet Âkif Ersoy âilesi ve küçük oğlu Emin gibi
vatansever insanlardır.
Bu film
Anadolu’da tutulur ve sevilir.
1Kuşçubaşı Eşref
(Sencer): Abdülaziz Çerkez Mustafa Nuri Bey’in
oğludur. Harp okulunun son sınıfında iken Jön Türklerle ilişkisi yüzünden
Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından Hicaz’a sürgün edildi. Sürgünde
bulunduğu zindandan kaçıp, Sultan’ın başyaverinin oğlunu üç tabur korumanın
arasından kaçırmayı başardı. Bütün Arabistan’ı dolaştı, mahallî şeyhlerle
dostluk kurdu. Her an her yerde ortaya çıkabildiği için kendisine ‘şeyhi’t tuyyur / uçanların efendisi’ denildi. Meşrutiyet’in ilânından sonra,
kendisine bağlı silah arkadaşlarıyla birlikte ‘Teşkilat-ı Mahsusa’ adlı istihbarat Teşkilâtına katıldı.
2Ubıh: Kuzey Kafkasya’nın batı ucunda yerleşik bir Sünnî Müslüman
halktır. Çarlık Rusya’sına karşı giriştikleri bağımsızlık mücâdelesinde
yenilince 1864 yılında Osmanlı Devleti’ne göç ettiler. Aynı târihlerde göçle
gelen Çerkezlere karışmıştır.
3Ali Şükrü Bey: Türk asker, gazeteci ve siyasetçi. Millî mücâdele
sırasındaki dostluğu rağmen, cumhuriyet ilân edildikten sonra bâzı hususlarda fikir
ayrılığı sebebiyle TBMM’de Mustafa Kemal Paşa’ya muhalif olan gurubun başı
oldu. Türkiye’nin ilk siyasi suikastlarından birinde öldürüldü.
4Ali Kemal: Türk yazar, gazeteci ve siyaset adamı. İkinci Meşrutiyet ve
İttihat ve Terakki döneminde muhalif görüşleriyle tanınmıştır. Damat Ferit Paşa
hükûmetlerinde kısa bir süre Maarif ve Dâhiliye Nazırlığı yaptı. Millî mücâdele
aleyhinde çalıştığı için İzmit’te halk tarafından linç edildi.
5Mustafa Sagir: Hint asıllı İngiliz casusu. İstanbul’da Millî Mücâdele için
faaliyet gösteren haber alma teşkilatı Karakol Cemiyeti’ne girerek Ankara
Hükümeti’ne destek olan milliyetçileri İngiliz İstihbaratına raporladı.