23 Haziranda tekrar yapılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini Millet İttifakının adayı Ekrem İmamoğlu’nun yaklaşık 800 bin oy ve %10’luk oy oranı farkıyla kazanması siyaset dünyasında yeni sonuçlar doğurdu. Seçim galibiyetinin ne demek olduğunu unutmuş bulunan muhalefet tarafında haklı sevincin yanında ciddi bir özgüven meydana geldi. Seçimi kaybeden Cumhur ittifakı özellikle de Ak Parti cephesinde ise hayal kırıklığı söz konusu.
İstanbul seçiminin kazanılması muhalefet cephesinde genel seçimlerin de kazanılacağına dair bir inanç meyanda getirdi ve bu inançtan doğan “erken genel seçim” söylemleri dile getirilmeye başlandı.
İktidar cenahı olan Cumhur İttifakı’nın MHP tarafında bir sessizlik var. Bu sessizliğin, seçimden önce bölücü başının mektubunun okunması ve yine kardeşiyle TRT’de röportaj yapılmasıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Ak Parti tarafından, PKK kozunun ortaya sürülmesi MHP’li seçmende ciddi bir “ne oluyoruz?” hissi meydana getirdi.
Ak Parti tarafında ise seçim sonuçlarını “kabul etmiş gibi görünmek” tavrı hâkim. Şayet ben Ak Parti’yi ve lideri Erdoğan’ı doğru tanımışsam bu sonuçlardan sonra Ak Parti daha da otoriterleşecek.
Muhalefetin Ayakları Yere Basmalı
31 Mart seçimlerinden sonra “Muhalefetin Ayakları Yere Basmalı” adlı yazımızda muhalefetin bu seçim zaferi konusunda daha ağır başlı olması gerektiğini ifade etmiştik. (Yazının tamamı için http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=9586) Bugün hala aynı yerdeyiz. Millet ittifakı tarafından 31 Martta kazanılan seçimde asıl belirleyici aktör HDP olmuştu. 23 Haziran’da ise asıl belirleyici aktör İmamoğlu’na haksızlık yapıldığını düşünen ve artık Ak Parti’nin icraatlarından ciddi ciddi rahatsızlık duyan Ak Partili seçmen ile, az önce de ifade ettiğimiz gibi seçimden hemen önce Ak Parti – PKK yakınlaşmasından rahatsızlık duyan MHP’li seçmendir.
İkincil olarak, İmamoğlu seçimi her ne kadar rekor bir oyla kazanmış olsa da rakibinin de üstelik 17 yıllık iktidar yıpranmışlığına rağmen “rekor oyla” seçim kaybettiğini bir kenara yazmak gerek. Ülkeyi son derece kötü yöneten, eğitim sistemini tırpanlayan, yargı sistemini çökerten, ekonomiyi alt üst eden, Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleştirilen yolsuzluğun kat be kat fazlasını kendi iktidar döneminde gerçekleştiren bir partinin her şeye rağmen %44 oy alması olağanüstü bir başarı örneğidir.
Muhalefetin, bir dünya olumsuzluğa rağmen hala %44 oy alabilen rakibini asla hafife almaması gerekir. Emareleri görünmesine rağmen “bittiler, gidiyorlar, düşüyorlar” şeklinde yorum yapmak için henüz çok erken.
Abdullah Gül – Ali Babacan
23 Haziran seçimlerinin bir diğer sonucu da parti kurmak için uzun zamandır “pusuda” bekleyen Abdullah Gül – Ali Babacan ikilisinin harekete geçmesi oldu. Her iki isim de Ak Parti’nin kurucularından olmasına rağmen partiden tasfiye edildiler. O nedenle uzun zamandır kendi partilerini kurmanın planını yapıyorlardı. Ancak o riske girmemişlerdi. Çünkü her iki isim de son derece ihtiyatlı hareket eden “garantici” isimler.
Abdullah Gül’ü zaten tanıyoruz. Cumhurbaşkanı olduğu dönemde doğru zamanda doğru tepkileri veremedi. Zaten kurulacak olan partide Abdullah Gül’ün arka planda olacağı, vitrinde Ali Babacan’ın yer alacağı ifade ediliyor. O nedenle Ali Babacan’ı yakından tanımakta fayda var.
Ali Babacan, 2002’de bakan olduğunda bakanlık göreviyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin en genç bakanı unvanını da almıştı. Genç ve kabiliyetli olması ekonomi çevreleri tarafından kabul edilmesinin yanında “global” bir takım çevrelerin de dikkatini çekti. Grup toplantılarındaki “ketumiyet” ile soru işaretlerine neden olan Bilderberg’in 2003-2010 yılları arasındaki bütün toplantılarına (2006 yılı hariç) Ali Babacan katılmıştı. Sadece bu özelliği bile Ali Babacan’ın uluslar arası finans çevrelerinin gözündeki yerini göstermek bakımından yeterli olsa gerek. Ancak, finans çevrelerinin gözündeki itibarlı yer, seçmen nezdinde bir karşılığı olduğu anlamına gelmiyor. Ali Babacan’ın seçmendeki karşılığını ilerleyen dönemde göreceğiz.
Ak Parti’nin Kendini Revize Etmesi
İşte bütün bu saydıklarımıza Ak Parti lideri Erdoğan’ın ilerleyen yaşı ile artık ülke sorunlarına çözüm üretme konusunda gitgide daha yetersiz ve duyarsız hale gelmesini eklediğimiz zaman Ak Parti’nin gün geçtikçe iktidardan uzaklaştığını söyleyebiliriz. Bizim gördüğümüz bu gidişatı Erdoğan’ın görmediğini düşünmek saflık olur. Erdoğan’ın bu gidişi durdurabilmesinin iki yolu var; ilki parti yönetimini ve teşkilatını baştan ayağa revize etmek, ikincisi ise daha da otoriterleşip gerçek anlamda bir “tek partili sisteme” geçmek için çabalamak.
Ak Parti’nin hali hazırda kendini revize etmesinin imkânı yok. Çünkü Ak Parti’nin kendini revize etmesi demek, kamunun imkânlarını “sistematik ve organize” bir şekilde yağmalayan bir güruhun bu “imkândan” feragat etmesi anlamını taşıyor. Böyle bir feragat ise ancak ve ancak peri masallarında söz konusu olur.
Dolayısıyla Ak Parti ve Erdoğan için geriye tek seçenek kalıyor. İktidarını ve dolayısıyla ekonomik imkanlarını muhafaza etmek için daha da otoriterleşme, kendi çevresinden başka hiç kimseye siyaset yapma hakkı ve imkanı bırakmama..
İnşallah yanılan ben olurum.