Oğuz Çetinoğlu: Ağabeyiniz ve siz, nasıl bir aile ortamında, nasıl bir çevrede yetiştiniz?
Belma Aksun: Kalabalık bir aileydik. Annem, babam, haminnem (babaannem), halam, halamın ve babamın dadısı diyebileceğim babam doğmadan, halam daha beşikteyken ailemize katılan Ayşe ablam ve oğlu Recep ağabeyle sekiz kişiydik.
Mütevazı bir memur ailesiydi bizimki. Ama birbirlerine sevgi, saygı bağıyla bağlı, geçimli, çok huzurlu, mutlu bir aileydi… Ağabeyimle ben evin en küçükleri, çocukları olmanın saltanatını sürdük. Çok sevildik, nazlandık, şımartıldık ama hiçbir zaman, o her istediği yapılan, yapılmayınca ter ter tepinip, salya sümük ağlayan “Çingene nazlıları” olmadık. Söz gelimi sokakta, çarşıda pazarda her gördüğünden isteyen, alınmayınca huysuzluk eden bir çocuk olmadık. Sokakta bir şey istenmeyeceğini bilirdik, istemezdik de.
Biz hiç dayak yemedik, uluorta azarlanmadık, başkalarının yanında hatalarımız yüzümüze vurulup mahcup edilmedik. Kendimizi savunma amacıyla kolumuzu hiç yüzümüze siper etmek mecburiyetinde kalmadık. Yüzümüze hiç şamar yemedik. Kirli pabuçlarla yeni silinmiş yerlere bastığımız vb. için annemin popomuza pat pat bir iki vurduğu olmuştur ama babamdan tek fiske yemedik. Yanlış bir şey yaptığımızda, özellikle annem öyle bir bakar hizaya getirirdi ki…
Bir de müzevirlik bilmez, kimsenin dediğini kimseye yetiştirmezdik. Kalabalık ama huzur dolu bir evimiz vardı. Bizim evde hiç kavga, gürültü olmaz, hatta yüksek sesle bile konuşulmazdı. Kavga gürültü, küfür kıyamet, tabak çanağın havalarda uçuştuğu, günlerce birbirine küsüp laf sokuşturduğu aile bireyleriyle gergin, elektrikli bir aile ortamını hiç yaşamadık.
Elbette zaman zaman alınganlıklar, burukluklar olurdu ama hep kırıp dökmeden atlatmanın bir yolunu bulurduk. Biri sinirli, öfkeliyse ötekiler sakin, anlayışlı olur, üstüne üstüne gitmez, teskin etmeye çalışırlardı.
Çetinoğlu: Ağabeyinizin Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonraki hayatını, felç olduğu tarihe kadar, kendi hayatınızla birlikte özetler misiniz?
Aksunr: Ağabeyim Fakülteden mezun olduktan sonra yedek subaylık eğitimini Polatlı Topçu Okulunda, kıta hizmetini ise Hadımköy’de askerî hâkim olarak yaptı. O tarihte İstanbul’a yerleşmiştik.
Ben Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne girmek istiyordum. Halamın ressam olan eşinden ders alarak resim bilgimi geliştirip giriş sınavlarına hazırlanıyordum. Bankacı bir yakınımızın emr-i vakisiyle Banko di Roma’ya girdim. Bankada çalışmak aklımın ucundan bile geçmiyordu doğrusu. İtiraz edememiştim. Bir iki ay çalışır, okullar açılınca ayrılırım, diye düşünüyordum. Çocukluk işte…
Makyajsız yüzüme, atkuyruğu saçıma, kısa çoraplı ayağıma bakan bankanın Türkiye Şubeleri Genel Müdürü, benim öğretmen olduğuma inanmamış ve bana çok aptalca gelen şu soruyu sormuştu:
–Yani şimdi siz isteseniz öğretmenlik yapabilir misiniz?
–Eveet, demiştim.
Ne biçim bir soruydu bu böyle?! Konya’nın bir köyüne, Karaman’ın (o tarihte Konya’nın ilçesiydi) Gaferiyat1 köyüne tayinim bile yapılmıştı da istifa etmiştim. Müdür inanamamış:
–Hayret! Bu kadar genç!…, demişti.
Aslında ilkokula ahbap kontenjanında beş yaşında kayıtsız öğrenci olarak başladığım için sınıf arkadaşlarımdan üç yaş küçüktüm. Bir de çocuk kalmakta ısrar eden tutumumla, olduğumdan da küçük görünüyordum anlaşılan. On sekiz yaşını doldurmadığım için başta vergi mergi de kesilmedi benden.
O tarihte bankada siyah önlük giyiliyordu. Bana da bir önlük verdiler. Önlüğüm, boyasız yüzüm, topuksuz ayakkabılarım, merdivenleri koşarak pat pat inip çıkan halimle öğrenciden pek de farkım yoktu zaten. Bankanın, bir melon şapkaları eksik olan, durmuş oturmuş, klasik bankacı tipleri “Ya sabır!” çekip başlarını iki yana sallayarak:
–Bankayı okula çevirdiler, diyorlardı.
Ama pek ciddi, çalışkandım. Genel müdür bizim akrabaya:
–Sen bana memur değil bir hazine getirmişsin, demiş…
Bir iki ay sonra çıkarım dediğim bankada yedi yıl çalıştım. Bu arada ağabeyim askerliğini bitirdi, Fakülteler Matbaası’nın beş ortağından biri olarak matbaacılık hayatına başladı ve 1976 yılının 1 Nisan’ında felç olana kadar devam etti.
Genelde Matbaa’ya öğleden sonra gider, gece geç saatlerde son vapurla gelirdi eve. Sabah namazına kadar ışığı yanar, okuyup yazardı. Bu yüzden sabahları gazeteye gitmek üzere 9.30 civarında evden çıkıp akşam 6.30-7.00 sularında eve dönen ben, o tarihlerde Cumartesi’leri de çalışıldığından, Pazar dışında pek göremezdim ağabeyimin yüzünü. Biz onu matbaaya gidiyor, geceleri de Osmanlı Tarihi yazıyor sanıyorduk. Ancak hastalandıktan sonra onun Marmara Kıraathanesi’ndeki sohbetlerinden ve “Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si” ve de kapsamlı notlar ilavesiyle bir misli genişleterek yayınladığı “Filibeli Ahmed Hamdi”nin “İSLAM TARİHİ”nden haberdar olduk. Zaten kitaplarına adını yazmamış, İslam Tarihi’ne Z.N. inisiyalini koymakla yetinmişti.
Tabii Osmanlı’nın Kuruluş Şenlikleri olarak kutlanan Söğüt Şenliklerinin geniş kesimlerce benimsenmesine önayak olduğunu da o vesileyle öğrendik. Sır küpü, tevazu âbidesi ağabeyim, evde tek kelimeyle söz etmemişti bunlardan.
Ben 1969 yılında Tercüman’da çalışmaya, aynı yılın 1 Mayıs’ından itibaren de günlük “A’dan Z’ye Kadın ve Ev” köşesini hazırlamaya başladım ve 1990’da ayrılana kadar da devam ettirdim. Bu köşede yerli ve yabancı kaynaklardan faydalanarak, kadını ve aileyi ilgilendiren konularda ( sağlık, çocuk bakımı, ev ekonomisi, kadın hakları, yemek, dekorasyon, görgü, pratik bilgiler vb., Pazar günleri mini hikâyeler) yazdım. Bildiğim kadarıyla, basında düzenli olarak her gün yayınlanan ilk kadın köşesiydi. Ayrıca dış politika, aktüalite vb. çeşitli konularda çeviriler, röportajlar vb. yaptım.
Çetinoğlu: Ağabeyinizin felç olmasının sebebi biliniyor mu? Aile nasıl karşıladı ve neler yaşandı?
Aksun: Felç olmasının sebebi, aşırı strese bağlı beyin kanamasıydı. Stresin sebebi? Ben de bilmiyorum.
Tıpkı doğum tarihim gibi ağabeyimin felç olduğu 1 Nisan 1976 da hiç unutamadığım bir tarihtir. Tercüman Gazetesi, Cağaloğlu’ndan Topkapı’daki yeni binasına bir iki gün önce taşınmıştı. Telefonların hepsi doğru düzgün bağlanmamıştı henüz. Sadece birkaç hat vardı. Öğleden sonra biri geldi ve:
–Evden Cağaloğlu’nu aramışlar. Ağabeyin hastalanmış, dedi.
Pek telaşlanmadım. Bu dolaylı haberde bir yanlışlık olduğunu düşündüm. Ağabeyim sapasağlamdı. İhtimal babamdı hastalanan. Alerjisi vardı. Bir gün önce doktora götürmüştüm. Arabaya atladım son sürat eve geldim.
Annem babam perişandılar. Ağabeyimi salondaki kanepeye yatırmışlardı. Gözleri açık, öylece sessiz, soluksuz yatıyordu. Normalde öğleden sonra giderdi matbaaya. Kalkmayınca odasına gitmişler ve onu yerde karyolasının altından çektiği kitap dolu bavulun başında bulmuşlar. Sürükleyerek salona getirip yatırmışlar.
–O da bize sağlam ayağıyla destek oldu. Yoksa dünyada getiremezdik, dedi annem.
Getirdiğimiz doktor:
–Felç, dedi, hastaneye yatırmak gerek.
–Bu kadar genç yaşta felç olur mu, dedim isyanla.
–24 yaşında hastam var, dedi doktor. Hiç konuşamayabilir…
Dehşet içindeydim. Hareket edemiyor, konuşamıyordu… Ve belki de hiç konuşamayacaktı! Demir bir yumruk yemiş gibiydim; soluğum kesilmiş, aklım, fikrim durmuştu… Hiçbir şey düşünemiyordum. Kalp hastası annem ve yaşlı babam… Öyle çaresizdim ki…
Gecikince matbaadan aramışlar, hasta olduğunu söylemiş babam. Arkadaşları ambulans ve iki doktorla geldiler. Göz dibi muayenesi filan yaptılar. Hayatımda ilk kez gördüğüm bu yabancılar ağabeyimi ambulansa aldılar ve:
–Sizin gelmenize gerek yok. Biz size bilgi vereceğiz, deyip gittiler.
Geç akşam vakti, bahçeden çıkan ambulansın ardından annem, babam ve ben öylece elimiz böğrümüzde bakakaldık. Bir iki saat sonra telefon edip hastaneye yatırıldığını, gerekli müdahalenin yapılmakta olduğunu bildirdiler.
Böylece hastane günleri başladı. Sabahları gazeteye giderken önce ağabeyime uğruyor, temiz çamaşır vb. götürüyor, alınacak ilaçları, serumları vb. alıyor, hastaneden eve telefon edip tekmil veriyordum. Akşam tekrar uğruyordum. Komada değildi. Torpör hali dedikleri bir halde, sondalar, serumlar içindeydi. Bilinci açıktı, geleni gideni tanıyor, fark ediyor, tepki veriyordu.
Felç konusunda aile olarak deneyimimiz vardı. Haminnem yedi yıl felçli olarak, konuşamadan, sağ kolunu, bacağını kullanamadan yatağa bağlı olarak yaşamıştı. Rahmetli halamın felç olmaktan ödü kopar, her yıl hacamat yaptırıp kan aldırırdı. Bir yıl önce vefat ettiği için, çok sevdiği Ziya Nur’un felç olduğunu görmedi Allah’tan.
Elbette hepimiz için müthiş bir travma oldu bu. Özellikle annem için… Yedi yıl boyunca haminneme öylesine sevgiyle, ilgiyle bakmıştı ki, evladının aynı şeyi yaşamak mecburiyetinde oluşu kendi deyimiyle “belini bükmüştü” onun. Birbirimize tutunarak, kâh isyan, kâh tevekkül ederek, el birliğiyle üstesinden gelmeye çalıştık.
Yaklaşık iki buçuk aylık bir tedaviden sonra ağabeyim ayağa kalktı, önce bastonla, sonra bastonsuz da sağ ayağını hafif oraklayarak, sağ elini hiç kullanamadan ve konuşamadan ama zihni melekeleri yerinde olarak devam etti hayatına. Çok uzun bir süre, yıllarca kabullenemedi durumunu ve hep bir gün iyileşeceğini, tarihini tamamlayabileceğini umut etti.
Okuyup yazamamaya katlanamıyordu. Sonunda annemle ikimiz onu yeniden resim yapmaya ikna ettik. “Yapamam. Sağ elimi kullanamıyorum” diyordu hal diliyle. Rahmetli annem:
–Sen fırçayı serçe parmağına takar yaparsın, dedi.
Zor şer başladı resim yapmaya. Başta ürkek, tedirgindi. Başaramamaktan korkuyordu. Sonra açıldı, rahatladı. Ve resim yapmak onun için, hârika bir uğraş, bir kurtuluş, bir tür terapi oldu. Hastaneye yattığı son günlerine dek yıllarca yüzlerce resim yaptı.
Her gün düzenli, programlı bir şekilde resim yapıyordu. İlk resminde soğuk renkler, griler, kahverengiler, Prusya mavileri vb. kullanmıştı. Giderek aydınlandı paleti. Çeşitli tonlarda sarılar, vermillion kırmızıları ağır basmaya başladı. 1990’da Birlik Vakfı’nda açtığı, açılışını dönemin Kültür Bakanı’nın yaptığı resim sergisini gezen bir ziyaretçi hanımın tepiti ilginçti:
–Müslüman bir Van Gogh’un resimleri bunlar!
Çetinoğlu: Ağabeyiniz, hukuk tahsili yapmış olmasına rağmen, rahmetli Mehmet Niyazi Özdemir’in de belirttiği gibi derin bir târih şuuruna sâhipti. Günümüz târihçilerinden pek çoğunun farkına varamadığı tespitleri, yazmaya / seslendirmeye cesâret edemeyecekleri yorumları var. O’na bu hasletleri kazandıran kaynak hakkında neler söylemek istersiniz?
Aksun: Biliyorsunuz, Ahmed Cevdet Paşa da hukukçuydu ama on iki ciltlik Tarih-i Cevdet’i yazmıştır. Tarih yazıcılığına, tarih felsefesi ve metodu açısından yeni bakış açısı kazandırdığı değerlendirilir. Yazdığı yazılar, yaptığı TV programları ile yıllarca ağabeyimi, tarihini tanıtan, dostlarının “Ziya Nur’un hayrül halefi” diye andıkları rahmetli Mehmet Niyazi Bey, ağabeyimin tarihi için “Cevdet Paşa’nın tarihinin devamı” derdi. Hangi kaynaklardan esinlendiğini bilemem. Öyle çok ve öyle geniş bir yelpazede okumalar yapmıştır ki…
Aslında Osmanlı Sultanları’ndan bizim evde hep söz edilirdi. Öyle ki, 3-4 yaşlarında saçım gür olsun diye babamla berbere saç traşına giderdim. Ve de tulum giydiğim günlerde adımı soranlara “Yavuz” derdim. Yavuz Sultan Selim’e hayranlığım ta o günlerdendir benim. Diyeceğim, Osmanlı bizim evde her daim gündemdeydi. Ağabeyim de ilkokulda müfredat gereği padişahların kötülüklerinden söz eden hocasına:
-Padişahların hepsi mi kötüydü? Fatih, Yavuz, Kanuni de mi?, diye sorduğuna bakılırsa tarihçi olacağı galiba o zamandan belliymiş. Hocası Seza Hanım anneme:
-Bunca yıllık hocayım. Hiçbir talebem bugüne kadar bu soruyu sormadı bana, demiş.
Şu anekdot da belki bu konuda bir fikir verebilir:
Ziya Nur ilkokuldayken, sökülen ayakkabısını tamir ettirmek için gittiği yaşlı tamircide oturmuş beklerken, onun yaşlı dostuyla yapmakta olduğu sohbete kulak misafiri olmuş. Yaşlı adamın büyük bir saygı ve ihtiramla:
-Sultan Hamid Efendimiz zamanında bu işler böyle olmazdı.., filan diye okulda “Kızıl Sultan” diye okutulan Padişahtan övgüyle söz ettiğini duyunca:
“‘Padişahtan, Sultandan kurtuldu güzel vatan’ diye marşlar söylüyoruz. Ama bu ihtiyarlar “Efendimiz..” diye saygıyla söz ediyorlar ondan. Bu ne iştir?” diye zihninde soru işaretleri belirmiş.
(DEVAM EDECEK)
BELMA AKSUN: 1938 yılında Konya’da doğdu. Konya Kız Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Gazeteciliğe Tercüman Gazetesi’nde başladı. Yaklaşık yirmi yıl boyunca yazılı basında ilk defa kesintisiz olarak her gün yayınlanan kadın köşesi olan ‘A’dan Z’ye Kadın ve Ev‘i hazırladı. Bunun yanı sıra araştırma yazıları yazdı: ‘Dünya Kadınları‘, ‘Kadınlarımız‘. Sovyetlerin çökmekte olduğunu dünyaya ilk refa haber veren Helene Carrerre d’Encausse’un ‘Çatırdayan İmparatorluk‘ adlı eserini tercüme etti ve Tercüman Gazetesinde tefrika edildi. Basında yankı uyandıran ‘Uzak Komşumuz Suriye’ ve ‘Selam Para Kelam Para, Merhaba Amerika‘ röportajlarını kaleme aldı. ‘Kadın Ansiklopedisi’, ‘Tercüman Görgü Ansiklopedisi’, ‘Tercüman- Altıntabak Büyük Yemek Ansiklopedisi’nin genel koordinatörlüğünü yaptı. Devamlı basın kartı sâhibi bir gazetecidir. İngilizce, İtalyanca ve Fransızca olmak üzere üç yabancı dil bilen yazarın telif ve tercüme eserleri bulunmaktadır. Telif eserleri: -Yaşama Sanatı Görgü, Tur Yayınları 1980, Ötüken Yayınları 2018 -Sağlıklı Beslenme ve Diyet Sağlığınız Çatalınızın Ucunda, Damla Yayınları, 2002, 3 Baskı. -Keşke (Hikâyeler), Ötüken Neşriyat, 2009. -Bir Millet Mistiği: Ziya Nur Aksun, Ötüken Neşriyat, 2013, 2 Baskı. -Yaşlılığa Methiye, Ötüken Neşriyat, 2014. -Sadece Yaprak Döktük, Ötüken Neşriyat, 2017. Tercümeleri: -Lejyon, William Peter Blatty, İnkılap Yayınevi, 1984. -Samson’un Tercihi: İsrail, Amerika ve Bomba, Seymour M. Hersh, Beyan Yayınları, 1992. -Tunuslu Hayrettin Paşa’nın Hatıraları, Muhammed Salah Mzali, Jean Pignon, Nehir Yayınları, 1997. – …Ve Sonra Hiç Kalmadı, Erik Frank Russel, Metis, 1995. -Mevki Uygarlığı, Robert Sheckley, Metis, 1995, 2016 -Robinson Crusoe, Daniel Defoe, Ötüken Neşriyat, 2014,2018 -Akdeniz, Panait Istrati, Ötüken Neşriyat, 2015. -Robinson Crusoe’un Yeni Maceraları, Daniel Defoe, Ötüken Neşriyat, 2016. -Nerrantsula, Panait Istrati, Ötüken Neşriyat, 2017. -Oscar Wild’den Darian Grey’in Portresi, Ötüken Neşriyat, 2018
|