Ahlâki disiplinlerin ekonomik anlayışa katkıları ve zenginleşme (5)

110

İlk insan ilk peygamber Hz. Adem (a.s) dokumacılıkla, Hz. İdris (a.s) peygamberin terzilik, Hz. İbrahim (a.s) ‘nin kumaş ticareti, Hz. Nuh ve Zekeriyya peygamberin marangozluk, Hz. Davut (a.s) demircilik, Hz İsa (a.s)’nın kunduracılık ve diğer peygamberlerin çoğunun çobanlık ve diğer meslekleri yaptıkları bilinmektedir.

Onların izlerinden giden birçok evliyanın da bizzat çalıştığını ve iş yaptıklarını biliyoruz. Sonradan bazı kendini kanaat önderi zannedenlerin müritleri tarafından geçimlerinin sağlandıklarını görüyoruz.( Genel temayüle aykırı bir durum)

İslam tarihine bakıldığında, tüccarların ticari anlayış ve ahlaki yapıları ile İslam’ın çeşitli ülkelere yayılmasından bahsedilir. Hem bulundukları ülkelerde zengin olmuşlar, itibarlı olmuşlar, küresel ticaretin öncüsü olmuşlar, hem de örnek davranış göstererek hal ile İslam’ı tebliğ etmişlerdir. Bu ülkelerin bazıları da Afrika içleri, Çin, Endonezya, Japonya gibi ülkelerdir. Müslümanlar, o dönemlerde dürüst bir ticari ahlak sergileyerek örnek olmuşlardır

Basit ticari kurallardan bazılarından bahsedelim;  Satışa sunulan malın kusuru varsa bu kusurun gizlenmemesi, malı ila satmak için yemin edilmemesi, dükkanının kapısının önüne gelmeden veya serginin önüne gelmeden müşteri çağrılmaması gerektiği, müşteriyi zarar edecek davranışlardan kaçınılması gerektiği, Kazancın helal olması için gerekli hassasiyetin muhakkak gösterilmesi gerektiği şeklinde sayabiliriz ve bu saydıklarımızı bir çok hadis ve Kuran ayetlerine dayandırabiliriz.

H.z.Peygamber efendimizin (s.a.v) birkaç hadisini bize ticari davranış açısından önemli gördüğüm için yazıyorum.

 “Müjdeler olsun! Emanete hıyanet etmeyen, satın alırken kötülemeyen, satarken malını çok övmeyen, borcunu zamanında ödeyen, kazancı temiz ve helal olan tüccarlara!”

“Alış-veriş yaparken, vallahi böyledir, billahi öyle değildir diye yemin eden kimseye ve ‘bugün git, yarın gel’ diyerek sözünde durmayan sanatkâra yazıklar olsun!”

“Allah(c.c), satışta kolaylığı ve nezaketi, satın almada kolaylığı ve nazik davranmayı, borç ödemede kolaylık ve kibarlığı sever “

Ticaret yapmayı, girişimci olmayı destekleyen birçok argümana rağmen belirli bir dönemden sonra ne hikmetse Müslümanlar ticarete sıcak bakmamışlardır. Ticari alanı da farklı dinden farklı kültürden kişiler ile İslam’ın ticari ahlakını alamamış birçok insanın eline bırakmışlardır.

İslam ahlakı disiplinin toplum tarafında benimsenip uygulandığı dönemlerde topluluklar her konuda çok ileriler gitmişler, yozlaştığı durumlarda da maalesef geri gitmişlerdir.

Ticaret yapmayı, zengin olmayı, ilim sahibi olmayı, nayif olmayı destekleyen ayet ve hadislerle bu düşüncelerin hayata geçmesini isteyen düşünce tarzına karşılık dönem dönem İslamı algı şu şekle dönüşmüş ” Bir hırka bir lokma”. Bu düşünce tarzı tasavvufta varmıdır? baktığımda da göremedim.

Şu şekildeki düşüncelere sahip olduklarında ciddi gerilemeler meydana gelmiştir. “Dünya hayatı geçicidir dolayısı ile çok çalışıp kazanmanın çok bir faydası yok”, “Günlük geçimimi kazandıktan sonra gerisi önemli değil”,” Dünya malına meyledilmez”, “Bu kısa ömürde çalışıp ne elde edeceksin”, “Dünya malı dünyada kalır” gibi sözler bireylerin çalışma şevklerini kırmıştır.

Hac’ca giden esnaflara “hac dönüşü tartılı ve ölçülü iş yapılmayacağı” öğütlenir. Hac sonrası ticaret yapılması uygun olmaz gibi bir görüşün toplum tarafından hacılara empoze edildiğini görüyoruz.

İncelendiğinde İslam’daki Tasavvuf anlayışı da ticarete engel değildir, çalışmaya engel değildir. Çalışmayı, işini iyi yapmayı, ahlaklı düzgün insan olmayı gibi güzel hasletlerin öğretildiği bir yoldur.

Peki “Bir hırka bir Lokma” anlayışı nereden geliyor diyebilirsiniz. Bunu da Prof. Dr. İskender Pala’nın ifadelerine bakalım ne kadar doğru olduğunu görelim.

“…Malum, İslam bir mücadele, bir gayret dinidir. Hıristiyanlıktaki sabır ve sükunun, aksine insana çalışmayı, kazanmayı, maddi ve manevi gayreti (cehd), belki coşup taşmayı emreder. Yüksek bir ahlak için nefisle mücadeleyi; güzel bir ömür için de dünya ile mücadeleyi önemser. İyi bir hayatı hem yaşamak, hem de yaşatmak Müslüman’ın hak ve/veya sorumluluğundadır. Bunun için din, çalışan ve kazananı her zaman övmekte, ayet de “İnsanoğlu için çalışmaktan (veya çalıştığının karşılığından) başka bir şey yoktur!. (Necm, 39)” buyurmaktadır.

Soru şu: Çalışmaya bunca değer veren bir din “bir lokma bir hırka”yı tavsiye ile tasavvufta büyük yer tutan “fakr (yoksulluk)” kavramını tervic edebilir mi? Hz. Peygamber’in “el-Fakru fahrî (Fakrım fahrimdir; fakirliğimden övünç duyarım)” buyurması ne mana taşır?

Fakr kelimesine sözlüklerde her ne kadar “yoksulluk” karşılığı veriliyorsa da tasavvufun bu yoksulluktan anladığı asla miskinlik demek olmamıştır. Ne var ki yüzyıllar ilerledikçe yozlaşan mistik anlayışlar ve tasavvufun yalnızca kabuğuyla ilgilenecek sığlığa düşen bazı şeyh taslakları buradaki inceliği ya kendileri anlamamış veya şahsî çıkarlarına uygun bulmamışlardır.

Sonuçta dervişlerini bir lokma bir hırkaya özendirenler arasında, dünyalıklarını arttırdıkça arttıranlar çıkmıştır. Bunun için daha önceki sûfîlerin temsilî ifadelerini hakikat niyetine anlatıp kendi yorumlarını da buna ilave ederek bilhassa şiir vadisindeki sözlerin mecazlar dünyasından hakiki toplum hayatını yönlendirenlere rastlanmıştır. Söz gelimi Yunus’un, “Derviş bağrı baş gerek / Gözü dolu yaş gerek / Koyundan yavaş gerek / Sen derviş olamazsın” dizelerini hakikat niyetine tavsiye ederseniz karşınıza pasif, kişiliksiz, kimliksiz bir adam çıkar. Oysa Yunus bağrında yaralar açmış, salya sümük ağlayan, koyun misali güdülen miskin birisini değil bilakis acısı yüreğinde gizli, gözünde ağlamaya yaş taşıyan, öfkesi kabarınca koyun olmayı aslan olmaya yeğleyen bir dervişten söz ediyor. Bunlardan birincisi enseye tokat, ekmeği elinden alınan bir zavallıyı, ikincisi ise dünya işlerindeki başarısına paralel bir manevi dünyayı içinde taşıyan alpereni temsil eder.

Bu durumda “fakr”, fakir olmayı değil, müstağni bulunmayı tanımlar. Çünkü herkes gibi bir Müslüman’ın da Allah’ın yarattığı, ihsan ettiği nimetleri meşru surette kazanıp tatmaya hakkı vardır. Bu hakkı kullandığı vakit de onları kendisine ihsan eden Müteal’e şükrederken aslında bütün bu nimetlerin fani olduğunu bilir ve onlara bağlanıp kalmaz. En büyük nimetler ve servetler karşısında bile kimliğini, insanlığını kaybetmez, bilakis insanlık şeref ve haysiyetini o nimetlerin üstünde tutar. Dünyalık nimetler için insanî ve ahlakî özelliklerinden kıl kadar sapmaz; yokluğa düşse bile aynı ruh yüksekliğini muhafaza eder. Bu onun için yeterli fakr hali ve dervişlik yoludur.

Dervişin yoksulluğu maddi imkânsızlık değil, bilakis bütün imkânlara sahip iken yoksul gibi yaşamasıdır. Yani her nimet elinizin altında iken o nimete erişemeyenleri de hatırlamak, böylece gerçek malik ve sahibin Allah olduğunu idrak etmek… O halde fakr, insanın kendisini daima Allah’a muhtaç bilmesi halidir. Böyle bilirse varlıklı olmak ile yoksul olmak arasında fark gözetmez, varlıklı iken de yoksulun halinden anlar, bilir, yoksul gibi yaşar. O yoksul gibi yaşayınca da iç dünyası zenginleşir, derinlik kazanır, olgunlaşır ve kemale erer, insan-ı kâmil elbisesini giyer. Aksi takdirde Yunus haklı çıkar; “Dilin ile şakırsın / Çok maniler okursun / Vara yoğa kakırsın / Sen derviş olamazsın.”

Hıristiyanlıkta fakr bir köşeye çekilip ibadetle meşgul olmak, yani ruhbaniyettir. Ama İslam’da fakr, imanın faal ve diri tutulmasından ibarettir. Bu hal iradeyi keskinleştirir, sahibini haksızlık karşısında bir adım dahi geriletmez. Ve fakr sahibi olanın bileğini hiçbir kuvvet bükemez; sayısız mallar, güzel evlatlar, büyük şöhretler ve hatta ölüm bile. Fuzulî’nin “Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem (Padişah gibi bir fakir, muhteşem bir yoksulum)” mısraı da Hayali’nin yukarıdaki beytinde anlattığı düşünce de işte tam bu demek olur.

Bir zamanlar fakr, “bulunca dağıtmak, bulmayınca şükretmek” imiş, bugünün “fakr”ı ise, -zannımızca- “olunca şımarmamak, olmayınca üzülmemek”tir. “

Ticaret ahlakını Türkler müesseseleştirmiştir. Müesseseleşmemiş davranışlar işlevselliğini kaybeder ve yok olur. 13. yüzyıldan itibaren, Selçuklular döneminde oluşmaya başlayan ve Osmanlı devletinin kurulmasında önemli bir rol oynayan Ahiler, ticari,sosyal ve kültürel konuları müesseseleştirmişlerdir.. Ayrıca mal ve kalite kontrolü, fiyat tespiti ve esnaf ahlakının kontrol ve denetimi konusunda da önemli görevler üstlenmişlerdir.

Meşhur bir hadise vardır Fatih Sultan Mehmet’le esnaf arasında gecen hepimizin bildiği hatırladığı “… ben siftah yaptım komşum yapmamış olabilir diğer ürünü yandaki esnaftan alabilirsiniz…..” mealindeki diyalog. Ticaret ahlakının ahilik sisteminin geldiği nokta açısından bakıldığında manidardır.  Günümüzde Ahilik yılda bir defa “Ahilik haftası” olarak kutlanmakta ahilik anlayışı sadece o hafta sadece bilgi olarak bahsedilmekte ve hayata geçirilmesi mümkün olmayan görüşler olarak ifade edilmektedir. (o dönemlere ait bir görüş olarak algılatılmaktadır)  Cari olan ticari anlayışla ahilik anlayışı taban tabana zıttır.

Allah(c.c) insana zekâtı, haccı, kurbanı, infakı emretmektedir. Bu vazifeleri insan ancak çalışarak helal kazanarak yapabilir. Bu gerçek apaçık ortada iken gerek halk dilinde gerekse dinî literatürün bir kısmında hadis diye, zenginliği dışlayıp yoksulluğu yücelten bazı rivayetlerin nasıl yer aldığına şaşmamak elde değildir.

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” hadisine aykırı olan düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmekte fayda vardır diye düşünüyorum….