14.8 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 19, 2025

Acip Bir Saray

     İnsan, kasr / köşk ve sarayların en güzeli, o sarayların en acibidir.

     Bu insan denilen sarayın cevherlerinin bir kısmı ruhlar âleminden, bir kısmı misal âleminden ve Levh-i Mahfuz’dan, diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, unsurlar âleminden geldiği gibi; ihtiyaçları ebede uzanmış, emelleri semaların ve yeryüzünün her tarafında yayılmıştır. Bağları, alâkaları dünya ve ahiret devirlerinde dağılmış bir acip saray, bir garip kasr gibidir.

     İnsanın kalbi, hüviyet ve mahiyeti ise, bir ayna hükmündedir. Fıtratında / yaratılışında ve kalbinde şiddetli bir beka / kalıcılık ve daimîlik sevgisi vardır. Fakat o muhabbet, o ayna için değildir. O kalp ve mahiyet için hiç değildir.

     Belki o aynada istidat ve kabiliyete göre yansıması bulunan Bâki-i Zülcelal olan Allah’ın tecellilerine karşı muhabbeti vardır. Düşüncesizlik yüzünden, o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş.

     Fâtır-ı Hakîm / hikmetle benzersiz yaratan Hz. Allah; insanın mahiyetine öyle garip bir hâl ve keyfiyet koymuştur ki, bazen dünyaya yerleşemiyor.  Dünyadan daha geniş bir yer istiyor. Fakat bu durumda iken, bir zerrecik bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşir. Fakat koca dünyaya yerleşemeyen kalp ve fikri, o zerreciğe sığar. En şiddetli hisleriyle o dakikacık, o hatıracıkta dolaşır.

     İnsanın mahiyetine öyle manevî cihaz, uzuv, organ ve lâtifeler konmuştur ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi içinde yerleştiremez. Baş bir batman taşı kaldırdığı hâlde, göz bir saçı bile kaldıramaz. O lâtife; saç kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâle dayanamaz. Hatta bazen söner ve ölür.

     Öyleyse insan; hazer etmeli / çekinmeli, dikkatle basmalı, batmaktan korkmalı! Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batmamalı! Dünyayı yutan büyük lâtifelerini onda batırmamalı!

     Çünkü, çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl ki küçük bir cam parçasında gök yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal tohumcuğu gibi küçük hafızasında, amel sayfalarının çoğu, ömür sayfalarının ekseri içine girdiği gibi, çok küçük şeyler var ki, öyle büyük şeyleri bir bakıma yutar, içine alır.

     İnsanın çok geniş tasavvur ettiği dünyası ise, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi yerin; duvarları camdan olduğu için, birbiri içinde aksedip, göz görünceye kadar genişliyor.

     Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünüyor. Çünkü, o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi de yok hükmünde oldukları hâlde, birbiri içinde aksedip, gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mevcut olmayan bir dünyayı var zanneder.

     Nasıl ki bir hat, hızlı bir hareketle bir satıh / düz bir yer gibi geniş görünürken; aslında hakiki vücudu ince bir hat olduğu gibi, insanın da dünyası hakikatçe dar, fakat insanın gaflet, vehim ve hayaliyle duvarları çok genişler. O dar dünyada, bir musibetin harekete geçirmesiyle kımıldasa, başını çok uzak zannettiği duvara çarpar. Başındaki hayali uçurur, uykusunu kaçırır. O zaman görür ki, o geniş dünyası kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Zamanı ve ömrü şimşekten daha çabuk geçer, hayatı ırmaktan daha hızlı akar.

     Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvansal hayat böyledir. İnsan, hayvanlıktan çıkmalı. Cismaniyeti bırakmalı, kalp ve ruhun hayat derecesine girmelidir. Vehmettiği geniş dünyadan daha geniş bir hayat dairesi, bir nur âlemi bulur. İşte o âlemin anahtarı; marifetullah / Allah’ı tanıma, anlama, bilme ve vahdaniyet / Allah’ın bir oluş sırlarını ifade eden “La İlahe illallah” kutsal kelimesiyle kalbi söylettirmeli, ruhu işlettirmelidir.

     Evet, bu önemsiz, zail, fani tavırlarda bu derece kusursuz, yanlışsız hafiziyet tecellisi; kesin bir delildir. Ebedî etkisi ve azîm ehemmiyeti bulunur. En büyük emanetin taşıyıcısı ve arzın halifesi olan insanların fiil, iş, eser, söz ve iyi amelleri ve fenalık ve kötülükleri; tam bir dikkatle muhafaza edilip muhasebeleri görülecek. Bu durumda olan insan zannetmesin ki, başıboş kalacak? Elbette insan, ebede gönderilecektir. Ebedî saadete, daimî bir sıkıntıya adaydır. Küçük büyük, az çok, her yaptığından hesaba çekilecek, ya taltif görecek veya tokat yiyecektir.

Muhsin Bozkurt
Muhsin Bozkurt
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.

Seçtiklerimiz

spot_img