Tarih Öğretmenliği’me 1975’de Diyarbakır’ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi’nde başladım. Bu görev 1977’ye kadar devam etti. 1977 – 1989 arasında ise, Erzurum’daki Atatürk Üniverstesi Edebiyat Fakültesi’nde Osmanlıca Okutmanı olarak bulundum. 1989 – 1999 senelerinde Van’daki Yüzüncü Yıl Üniversitesinde Öğretim Görevlisi olarak hizmetimi noktaladım.
Bu müddet zarfında, Doğu insanını daha yakından tanımak imkânını buldum. Yöre insanıyla ailecek öyle kaynaştık ki, ilk defa doğup büyüdüğüm İstanbul’dan ayrıldığım hâlde, kendimi gurbette hissedecek bir hâlet-i ruhiyeye düşmedim. Bölge insanının sıcak, içten ve kardeşane tavır ve davranışları, bizleri öyle kaynaştırdı ki, sanki ben o topraklarda doğup büyümüş gibi kendimi sadık birer dost çemberi içinde sarılmış buldum. Kısa zamanda Diyarbakır’dan hoş – gelenlerle, evimizin bahçesi dolup taşmaya başladı.
Tabî aynı manevî havayı paylaşmış olmamız “İnsanlar kardeştir.” İlahî düsturunun şuurunda olmamız, doğuştan ziyade, aynı oluştaki beraberliğin, aynı oluşlar etrafında kümeleşmiş bulunmamız, bizleri bir bütün hâline getirmiş, günlerimizi aydınlık kılmıştı.
Her fırsatta, kaza merkezine gider (Okul 5 km. kadar şehrin dışındaydı.) merkez çay bahçesinde oturur, oralı yârânla sohbetler eder, vakit namazlarında, tıklım tıklım dolu olan camilerine giderdik. Tabî yöre insanı arasında, bizim öğretmen olduğumuz ve Batı’dan geldiğimiz, her hâlimizle belli olurdu. Fakat yöre insanı, nereden gelirse gelsin, kendi arasında yer alan, onunla aynı Mâbedi paylaşan, aynı Mâbuda secde eden birine karşı olan memnuniyetlerini, göz ucuyla bakmakla belli eder, hemen onu bağırlarına basardı.
Câmi çıkışında hemen hoş beşler, tebrikleşmeler başlar, tatlı çay sohbetleriyle hoş vakitler geçerdi.
Bir vesile çıkıp da, Erzurum’a gitmek gelip çattığında arkamızda, içten gözyaşlarıyla üzüntülerini saklayamayan, mahzun bakışlı dostlar bıraktık. Hâlen onların bir kısmıyla mektuplaşıp, tebrikleşmemiz devam etmektedir.
Bu sefer aynı sevgi hâlesini Erzurum’un yiğit bakışlı, güven verici, sağlam yapılı dadaşlarında bulduk. Yine kırk yıllık dostmuşçasına seviştik, kaynaştık ve uzun yıllar karşılıklı olan, bu sevgi saygı çemberi içinde, İstanbul’a hasretimizi içimize gömmeyi bildik. Doğup büyüdüğümüz yerlere olan daüssılamız, Doğu’nun mert Dadaşının varlığıyla âdeta küllendi ve uzun yıllar onların aguşunda, sert iklimine, uzun kışlarına rağmen Dadaş’ın sıcak bakışları bizlere sabır ve tahammül gücü verdi.
Orada da geniş bir sevgi hâlesi bırakarak, bu sefer, nasip ve kader bizleri Van’a sürükledi. Doğu’nun gerçekten bir tabiat harikası olan Van gölü kıyılarında yeni vazifemizde, yine Şark insanının cana yakın, içten, samimî davranışlarını sergilediği, sıcak ortamda görevimiz devam etti.
Bir kısım maneviyattan yoksun gençlerin -aileleri hilâfına- huzursuzluk kaynağı olmaları dışında; Doğu insanı gerçekten her haliyle, her türlü yaşayışlarıyla kardeşlerimizdir. Bizler onlarla, onlar bizlerle bir bütünüz. Asırların beraberliğinde kaynaşmışız. Et ile kemik gibi olmuşuz. Akrabalıklar kurmuşuz. Birbirimizden kız alıp vermişiz.
Bir konuşma esnasında, bir arkadaşın “Kimi kimden ayırıyorlar, benim eniştem Kürt…” diyerek, ayrılıkçı düşünceye karşı gâleyana gelmesi…Yine bir Karadenizli arkadaşın, yine böyle
bir sohbet sırasında “Ben iki kız kardeşimi de Pötürge’li gençlerle evermişim, kimi kimden
206
ayırıyorlar…” demesi. Aramıza fitne fesat sokanların, bir avuç suda nasıl fırtına çıkarmak istediklerini ortaya koymaktadır.
Doğu’nun gençleri, bilhassa hayatını kazanma çaba ve gayretinde olanları, hayat yükü omuzlarına binmiş kimseler dürüst, samimî, yardım sever ve kanaatkâr ve emin olun dost canlısıdırlar. Karşılıksız yardım etmeye âmâdedirler. Bunları örneklerle belgelemek mümkün fakat lüzum görmüyorum. Çünkü bu hükmüm işitmeye değil, bizzat şahsî müşahademe dayanmaktadır.
Özellikle orta yaşın üstündeki halk tabakalarında -emîn olun ki- devlete millete, resmiyete bağlılığın, saygı ve hürmetin, kanunlara riayetin içten somut örnekleri her zaman görülmektedir.
Zaten devleti zor durumda bırakan; terörü önlemekte, elini kolunu bağlayan, halkın bu olup bitenlerden, asla memnun olmaması ve bir an evvel bitmesini temennî ettiğinin bilinmesi, kurunun yanında yaşın da zarar görmesini istememesi değil midir?
Biraz daha sabır. Bu devlet, bu millet nice fırtınaları, bâdireleri atlatmıştır. İnşâllah bunu da milletçe, Doğusu, Batısı, Kuzeyi ve Güneyi ile birlikte, bir ve beraber olarak atlatacağız. Çünkü şairin dediği gibi:
“Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hattâ
Çekmez kürenin sırtı, bu tabut-u cesîmi.”