Avrupa’nın Gerçek Yüzü

99

Dün olduğu gibi, bugün de; devlet ve hükümetlerden memnun olmayanlar; seçkin yüksek okullarda okuyan bâzı gençler ve yüksek mevki ve makam sahibi bir kısım zâtlar arasından çıkıyor.

Söz; sihir gibi tesir eder ve etkiler hükmünce, çevrelerini yavaş yavaş etkiliyorlar. Önce çok mâsumane ve ehemmiyetsiz gibi görülen menfi fikirleri, zamanla bir çığ gibi büyüyerek; artık önlenemez bir hâl alıyor.

Nitekim çığ da, birkaç kar tanesiyle başlar. Sonuçta karşı konulmaz bir dağ heybetinde önüne çıkanı silip süpürür.

Önce Güneydoğu’nun tam manasıyla imar edilmeyişini kalkan ederek, devleti yıpratmaya çalıştılar. Artık bunun inandırıcılığını yitirmesiyle de, yavaş yavaş dillerinin altındaki baklayı çıkardılar.

Elbette Türkiye’nin her yöresinde olduğu gibi Güneydoğu’da da imara muhtaç, kalkınmaya susamış yerler var. Tabii ki, Türkiye’de mamur olmayan, kalkınmamış bir avuç yer bile kalmamalı.

Fakat şu husus iyi bilinmeli ki, terör kalkınmasızlıktan ötürü ortaya çıkmadı. Lâkin o durumları âlet ederek asıl niyetini bir süre kamuflaj etmesini bildi.

Hakikaten  “Sultan Abdülhamit’in iç politikada çok ağırlık verdiği husus, birinci derece maârif, ikinci derecede bayındırlık idi. 1950’den sonra Hamîd rejiminin büyük düşmanlarından ve İttihad ve Terakkî erkânından ünlü gazeteci Hüseyin Cahid Yalçın, ‘İmar ile siyasî iktidar mümkün olsaydı, Sultan Abdülhamîd ölümüne kadar tahtta kalırdı.’ Derken,” (Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, C: 1, İstanbul – 1986,  s. 589) büyük bir gerçeğe parmak basmıştır.

Şüphesiz o günkü tenkit edenleri, bugünkü teröristlerle bir tutmuyoruz. Onlar, iyi niyetle, samîmî vatanseverlik duyguları ile hareket etmişler; fakat basîretsizlikle, zamanın iktidarını alaşağı etmişlerdir.

Sonra pişman olmuşlar ama, olan olmuş, iş işten geçmiş; asrın dâhi hükümdarı bütün dünyaya karşı kol kanat gerdiği Osmanlı Devleti’ni yönetmekten alıkonulmuştu.

Onların bu çıkışlarına, maarifteki topyekûn şahlanış ve İmparatorluğun her tarafında, harıl harıl yapılan imar faaliyetleri  -maalesef-  engel olamamıştı.

İşte  -teşbihte hatâ olmasın-  nazara vermek istediğim husus budur. Yâni tarihî misalde olduğu gibi maarif ve imar hizmetlerinin, iktidara karşı şiddetli muhalefeti önlemede, ne yazık ki, müessir ve etkin bir rol oynayamayacağı gerçeğidir.

Bugünkü yıkıcı, bölücü ve ayrılıkçı zihniyet sahipleri ile, bunu fiilen yâni eylemle gerçekleştirmek isteyen teröristler için, Türkiye’nin baştan başa imar edilmiş olması hiçbir anlam taşımıyor.

Onlar için asla caydırıcı bir rol oynamıyor. Şüphesiz yine de bizler vatanın her köşesinin kalkınmasını cânı gönülden istiyoruz.  İnşâllah yakın bir zamanda bu gerçekleşecek.

Demek istediğim, Türkiye’nin mamur ve müreffeh yâni refah içinde olması; ayrılıkçı kişilerin menfî ve olumsuz ihtiraslarını bir kat daha kamçılamaktan başka bir mana ifade etmiyor. Tıpkı, Bask bölgesi, İspanya’nın en gelişmiş yöresi olduğu hâlde, ayrılıkçı hareketin önüne geçilemeyişi gibi.

136

Evet aynı hususu, Güneydoğu Anadolu için de düşünebiliriz. Ayrılıkçı zihniyetin önde gelenleri  -ölmüş olanı, olmayanı-  en iyi imkânlarda yetiştiler, en lüks semtlerde büyüdüler, en güzel yatılı okullarda okudular.

Yine de bu menhûs ve uğursuz ayrılıkçı düşünceye bütün güçleriyle sarıldılar. Ömürlerini yersiz ve anlamsız bir Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı nefret ve düşmanlık içinde geçirdiler ve geçirmektedirler.

Türkiyemizin kalkınması, çeşitli iç ve dış sebeplerle gecikmiştir. Eksiğimiz gediğimiz çok. Elbette hükümetlerin  -kaçınılmaz olarak-  bâzan, ister istemez yanlış uygulamaları olmuştur, olabilir.

Bunları emelleri için atlama taşı olarak kullananlar, aslında dış tesirlerin etkisinde kaldıklarını ve onların ince hesapları doğrultusunda hareket ettiklerini iyice düşünseler; belki  bu yanlış gidişattan dönecekler.

Unutmayalım ki Batı; hiçbir zaman Türkiye’nin hayrını düşünmez.

Asıl gayeleri, dün Osmanlı’yı  “Islahat, Islahat”  diye parçaladıkları gibi, bugün de Türkiye’yi  “İnsan Hakları, İnsan Hakları” diye bölmektir.

Dün azınlık olan Rum, Ermeni ve Yahudileri kullandıkları gibi, bugün de  “Azınlık”  mefhumundan hareketle, aynı sonucu almak istemektedirler.

Fakat bugün, Türkiye’de dün olduğu gibi, isyana teşvik edilebilecek nispette azınlık yok. Bu defa kendi öz kardeşlerimizin bir kısmını  “Azınlık”  statüsüne koydurmak istiyorlar. Ki böylece dünkü oyunlarını, bugün de gerçekleştirebilsinler.

Oysa  “Azınlık” ; istenilecek, imrenilecek bir kategori değil. Bilâkis kurtulunması gereken bir şey. “Önce böl, sonra yut!”  hükmünce, Türkiye yenilir yutulur lokmalar hâline getirilmek isteniyor.

Ne hazin ki Türkiye geliştikçe, nüfusu arttıkça, GAP kendini gösterdikçe, Batı ile aramızdaki teknik açıklık azaldıkça, Batı’nın Türkiye korkusu da arttıkça artıyor.

Türkiye’yi küçültmenin, sırasında, birbirleriyle vuruşturacakları sözde devletçiklere ayırarak Türkiye’ye topyekün hükmetmenin zemini hazırlanmak isteniyor.

Bu hususta, her zaman geçerli olan uygulama:  “Böl, parçala yut ve hükmet!”  reçetesidir. Çünkü artık  “Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya’da ben de varım.”  Diyen,  “Akdeniz, Kızıldeniz ve Karadeniz’de uçak gemilerim dolaşmalı.”  Diye düşünen bir Türkiye ufukta doğmuş ve giderek yükselmektedir.

İşte bütün mes’ele bu. Onun bunun bu işe âlet olmaları; zâhirî bir sebepten başka bir şey değil.

“Batılı devletlerin hiçbir Müslüman millete, Hıristiyan olmayan hiçbir topluma istiklâl tanımak gibi bir niyetleri yoktu. Çok sonralara kadar da olmayacaktır. Onun için Osmanlı’dan ayrılan her Müslüman kavim, Batılı sömürgecilerin tabiî lokması idi.” (a.g.e. s.594)

Aynen onun gibi, bugün de Batılı devletlerin hiçbir Müslüman milletin istiklâlini kabul etmek gibi bir düşünceleri mevcut değil. İşte Bosna önümüzde. Bosna’ya ancak binlerce kadın ve kızın ırzına geçildikten, artık müstakil bir devlet kuramayacak duruma düşürüldükten sonradır ki lütfen müdahale ettiler. Yani kıpırdayamaz hâle  getirdikten sonra.

Velhasıl Türkiye’den  -farzı muhal-  ayıracakları her Müslüman kavim Batılı dostlarımızın (!) lokması olmaktan kendini asla kurtaramaz.

Nitekim Avrupa Parlamentosu Dış İşleri ve İnsan Hakları Komisyonu’nca İsveçli liberal parlamenter Cecilia Malmström tarafından hazırlanan rapora ilişkin olarak kabul olunan ve Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nun onayına gönderilen karar tasarısının  “AB’nin genişlemesi”  ile ilgili bölümünde,…Türkiye dışında hiçbir aday ülkeye ismen atıfta bulunulmazken,  “Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin tam üyelik müzakereleri sırasında, Kürt halkının ve diğer etnik grupların hakları mes’elesinin görmezden gelinmemesini istiyor.”  (Ortadoğu, 25 şubat 2000) Cümlesine yer vermesiyle,Avrupa gerçek yüzünü göstermiş. Tarihin tekerrür ettiğine / benzer olayların tekrar tekrar yaşandığına dair çok acı ve taptaze bir misâl oluşturmuştur.

İşte bu yüzden  “Kürtler, (nasıl ) kendilerini Ermeniler’e yedirmeyen padişah (Abdülhamîd Han)a minnettar ve candan bağlı idi(yse)ler.” ( Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, C. 1, İstanbul – 1986, s. 594 )

Bugün de Kürtler,  -asırlardır can, kan ve din kardeşi olduğumuzdan-  kendilerini emperyalist Batı’ya yem etmeyen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne  -şüphe etmiyoruz ki-  yürekten bağlıdırlar ve daima da bağlı kalacaklardır.

Aykırı düşünenlerin de çok yakında  -inşâllah-  bu yanlıştan vazgeçeceklerini umuyor ve bekliyoruz.

 Batı’yla münasebetlerimiz resmen ve sûreta, mutlaka devam etmesi gerekir. Üstelik bu bir zaruret. Ancak bilhassa biz Türklere ebedî düşman olan ve hiçbir şekilde bize içten meyil ve muhabbet beslemelerine imkân olmayan Avrupalılara karşı, kalben nasıl meyil ve muhabbet ettiğimize de şaşmaktan kendimi alamıyorum.

Önceki İçerikBöle Böle Bitiremedin Usta
Sonraki İçerikKaliteli Yaşamda “Kendi Kendimizin Doktoru Olmak
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.