Oğuz Çetinoğlu: Hz. Mevlânâ sevgidir, hoşgörüdür. İnsanları, hangi milletten-milliyetten veya dinden olursa olsun sevgiyle kucaklamaktır. Sevgi ve hoşgörü kavramlarını yorumlar mısınız?
Ömer Tuğrul İnançer: Her şeyden önce şunu bilmemiz lazım: Sevgi, iradî ve aklî bir olgu değildir. Hiç kimse irâdesiyle, aklı ve bilgisiyle ‘Şunu seveyim, bunu sevmeyeyim‘ diye karar veremez ve bu kararını tatbik edemez. Sevgi bir Allah vergisidir. İstediğine istediği kadar verir. Ve insanların genel olarak anlamadıkları bir başka nokta da ‘Allah niye bana az verdi, ona çok verdi’ münâkaşasıdır. Bunun bir tek cevabı vardır: İhsanda adalet olmaz. Çünkü Allah’ın verdiği her şey kulun hak etmesi karşılığı değil, O’nun murâd etmesi ve ihsan etmesi iledir. İhsanın ölçüsü olmaz. Kapımıza gelen bir fakire sadaka verirken bir lira da verebiliriz, bin lira da verebiliriz. ‘Niye bin lira verdin, niye bir lira verdin?’ diye onun bize sual sorma hakkı olmadığı gibi, kulun da Rabbine, yaratılmışın da Yaratıcısına, ‘Bana niye öyle verdin, ona niye öyle verdin?’ diye bir soru sorma hâli olamaz. İşte bunu bu şekilde kabul edip adaletin Rab ile kul arasında değil, kullar arasında ve dünya ile sınırlı bir olgu olduğunu bilirsek ne okluğunu öğreniriz.
Çetinoğlu: İlim sâhibi olmadan bâzı şeyleri anlamak mümkün değil. O halde ilim nedir?
İnançer: Efendim ilim, Allah’ın ilim sıfatının kullarına yansımasıdır ve çok kıymetli bir olgudur. Ancak ilim, irfan hâline yükseltilmeyince kişiye sadece gurur verir. ‘İlim benim bildiğimden ibarettir‘ veya ‘Ben ilmin her şeyini bilirim‘ zannı insanlara galip gelir. Mesela bir hadîs âlimi, kendi bildiğinden ibaret zannettiği ilimle, Kütüb-i Sitte diye bildiğimiz altı tane meşhur hadîs kitabında yazılı olmayan hadîsi hadîs kabul etmem, şeklinde bir gaflete, bir aymazlığa düşebilir.
Hadîs ilminin hakikati Kütüb-i Sitte’yi ezbere bilmek değildir; o, âletidir. Hakîkati ise, hadîs sahibinin, yani Fahr-i Kâinat’ın kim olduğunu bilmek ve O’nunla arayı iyi etmektir. Bir hadîs okuduğunda gırtlağına bir şeylerin düğümlenmesidir, gözünün sulanmasıdır hadîs bilmek. ‘Falanca kitabın filanca sayfasında yazıyor‘ demek hadîs bilmek demek değildir. Onun için bu, ‘Ben bir gizli hazineydim, bilinmeyi murâd ettim, onun için yeryüzünde kendime halîfe yarattım. Böylece kendimi onlara tanıttım, onlar da beni tanıdılar, bildiler‘ mealindeki hadîs-i kudsîyi inkâr edenler ededursunlar, böyle bir hadis vardır.
Çetinoğlu: Cenab-ı Allah, insana neden hilafet verdi?
İnançer: Cenâb-ı Hakk bilinmeyi, dolayısıyla sevilmeyi murâd ettiği için, bütün yarattıkları içinde en şerefli, en yüksek olan insana hilâfet verdi, yeryüzünde onu halîfe kıldı ve insanlardan, Kendisinin bilinmesini, dolayısıyla sevilmesini istedi. Bunu, yarattığı insanlar kendi kendilerine yapamayacakları için, ilk dünyaya gönderdiği insan olan Âdem(as)’ı aynı zamanda peygamberlikle görevlendirdi. Ama ilk itiraz da Hz. Adem’in bizzat kendi evlâtlarından geldi. Habil-Kabil meselesini hatırlayalım. İkisi de peygamber çocuğu ama biri katil, biri maktul. Lâf aramızda, ‘İlk ölüm hâdisesi bir katldir ve kadın yüzündendir.’
Çetinoğlu: Kadın yüzünden…?
İnançer: Biliyorsunuz. Bu söz, şaka yollu, kadınlarımıza iftiradır. Kadın yüzünden değildir, nefs yüzündendir. Dikkat buyurun. Nefsaniyyettir ilk cinayetin sebebi. İlk cinayet ve ilk ölüm… Nefsaniyyet ‘ben’ demektir.
İşte bütün bu oluşumdan sonra insanların Allah’a olan muhabbetlerinin izhar edilmesini, insanlar kendi kendilerine beceremeyecekleri için peygamberler gönderildi. Bütün peygamberler, âhir zaman peygamberi Efendimizin müjdecisi olarak geldi ki bu İncil’de gayet sarih olarak anlatılmıştır. Diğerlerinde de bu sarahat, bu açıklık vardır. Ve Hz. Peygamber’den sonra, peygamber vârisi olan, hatta Benî İsrail’in peygamberleri seviyesinde oldukları bizzat Peygamber tarafından ilan edilen- âlimler ve ârifler tarafından bu hakîkat etrafa yayıldı. Bu âlim ve âriflerin biri, Hz. Mevlânâ Muhammed Celâleddîn-i Rûmî’dir. Sevginin; kâinatın yaratılış, varoluş ve özellikle de idâme sebebi olduğunu bilmemiz lazımdır. Bunu biz, evvela Hz. Peygamber’den öğrendik.
Çetinoğlu: Sevgi meselesi böyle. Ya aşk?
İnançer: Bazen kendimizi çok dar çerçeveler içerisine koyup kelimelerin üzerinde durarak kendi kendimizi prangaya hapsediyoruz. Mesela Kur’ân-ı Kerîm’de ‘aşk’ kelimesi olmadığından, kulun Rabbine, Habîbullah’a ve evliyâullaha olan aşkının mümkün olamayacağını iddia eden, kendini ve beynini prangaya vurmuş zavallılar var.
Bakara Sûresi’nin 165. âyeti ‘Eşeddü hubben lillâh. (Müminlerse) Allah’ı daha şiddetle severler‘ neyi anlatıyor? Şiddetle sevmenin adına aşk derler yahu. Bu kadar basit. ‘Eşeddü hubben lillah’ İşte Kur’ân-ı Kerîm’deki aşkın tarifi! Bu aşkın sembolize olmuş kişisi Hz. Mevlânâ’dır. Peki, diğer evliyâullah hazeratı, diğer pîrân-ı kiram, Hz. Abdülkâdirler, Hz. Ahmed er-Rifâîler, Hz. Ahmed Yesevîler, Hz. Hacı Bektaş-ı Velîler… Bunlar âşık değil mi? Âşık. Ama Hz. Mevlânâ’da bir sembolizasyon var. Bu neye benzer? îmân ve sıddîkiyyet deyince aklımıza hemen Hz. Ebû Bekir gelir. Ömer, sâdık değil mi? Osman, Ali, sâdık değil mi? Adalet deyince aklımıza Hz. Ömer gelir. Ebû Bekir, Osman, Ali âdil değil mi? İman ve hayâ deyince aklımıza Hz. Osman gelir. Ebû Bekir, Ömer, Ali hayâ sahibi değil mi? Gazâ ve ilim deyince Hz. Ali aklımıza gelir. Ebû Bekir, Ömer, Osman sahib-i gazâ değil mi? Radıyallâhu anhüm ecmaîn. Sembol olmaları, en yukarıda olarak görülmeleri sadece mütebâriz yani belirgin vasıflarının öne çıkması dolayısıyladır. Yoksa Hz. Ebû Bekir, Sıddîk-i Ekber de Hz. Ömer hâin mi? Estağfirullah el-azîm.
Çetinoğlu: Hz. Mevlânâ’nın aşkı nasıl bir aşktır?
İnançer: Hz. Mevlânâ’nın aşkı Resûlullah Efendimizin aşkından asla ve kat’a farklı bir şey değildir. Hz. Mevlânâ gökten zembille inmemiştir. Kendine mahsus evveli, kendinden sonra da ilerisi olmayan bir zât-ı şerîf değildir. Bir dağ silsilesi içinde muhtelif zirvelerden biridir.
Ama ne yazık ki tasavvuf hayatımız, Türkiye’de, 1925’ten sonra birtakım sebeplerden dolayı sınırlandırıldığı ve bir kısmı da yer altına indiği için; hakîkîsi, sahtesi, menfaat celbi için olanı, Allah rızası için olanı birbirine karışmış vaziyettedir. Çünkü otoritesiz ve müeyyidesiz bir kurum yürümez. Adam çıkıyor ortaya ‘Ben şeyhim‘ diyor. Ne malum? Senin şeyhliğini kim kontrol ediyor? Eskiden bir kontrol müessesesi var. Meclis-i Meşâyih, Reîsü’l-Meşâyih, Şeyhülislamlık makamı var. Şimdi öyle bir makam yok. Yok farz edildiği için müeyyidesi yok. Ve tabiî gazetecilerin ağzına sakız olmak üzere bir takım sahte şeyhler ortada geziyor.
Çetinoğlu: Mevlevilikte durum farklı olmalı…
İnançer: 1950’li yıllardan sonra Mevlevi âyini, bir anma merasimi hâlinde, iki tane semâzen dönsün, üç tane ney çalsın diye başladı. Sonra radyodan, daha önceki yaşlı Mevlevî büyüklerinden alınan bilgilerle ve yapılan tâlimlerle semâzenler ve mutrib yani Mevlevî müziğini icra edecek olanlar yetişti. Daha sonra normal âyin yapılmasına da müsaade edildi. Aşağı yukarı 1953 – 1954’ten beri, -demek ki elli küsur senedir- Türkiye’de diğer tarîkat ritüelleri bilinmeden, sadece Mevlevîlik ritüeli bilinir olunca Hz. Mevlânâ bir moda hâline geldi.
Çetinoğlu: Moda…?
İnançer: Hakikatleri söylemek gerekir. Bugün dünyanın Hz. Mevlânâ üzerinde durması bir modadan ibarettir. Bu modanın iki ayağı daha vardır: Biri İbnü’l-Arabî, biri Râbiatü’l-Adeviyye… Çünkü batı toplumu maddiyattan mutlu olamadığını anlamış, keşfetmiş; en muhtaç olduğu şeyin muhabbet, sevgi ve onun zirvesi olan aşk olduğunu hissetmiş; Hz. Mevlânâ’nın da bu aşkın sembolü olduğunu fark edip, Hz. Mevlânâ kapısına müracaat etmiştir. Ve İbnü’l-Arabî Hazretlerinin ortaya en açık bir şekilde koyduğu -icad ettiği değil- vahdet-i vücûd telakkisi ile batı telakkisindeki panteist düşünce arasında kendilerince bir paralellik kurdukları için İbnü’l-Arabî’yi tetkik etmeye başlamışlardır. On dokuzuncu asrın sonlarında oluşmaya başlayıp yirminci asırda dünyayı saran feminizm rüzgârı ile de Râbiatü’l-Adeviyye Hazretlerinden İslâm’a girmeye, İslâm’ı öğrenmeye çalışmaktadırlar.
Çetinoğlu: Hz. Mevlânâ’nın moda oluşu, O mübârek zâtın değerine halel getirir mi?
İnançer: Mevlânâ’nın moda olması demek, kıymetinin, değerinin az olması demek değildir. O ayrı mesele. Hz. Mevlânâ’nın hoşgörüsü diye bir konuyu ben asla kabul etmem. Sakalımı o yolda ağarttım. Bu İslâm’ın hoşgörüsüdür. Bunun en büyük misali; kronolojik olarak birinci misali Hz. Ömer (ra)’dir. Kudüs’te Hz. Ömer’in neler yaptığını biliyor muyuz? Kiliseyi, yere halı serip, cami yapmak isteyenlere Hz. Ömer İtiraz etmiştir: ‘Bu onların ibadethanesi. Bana bir jest yapmak istiyorsanız, bakın şurada boş bir arsa var, oraya dört duvar çevirin, orası mescit olsun.’ Hâlâ duruyor, o mescid. Kudüs’e gidenler bilir. Hz. İsa’nın cenazesinin gasledildiğini kabul edenlerin; yani Hıristiyanların o kilisesine sırtınızı verdiğiniz zaman sağ köşedeki küçücük binâ Hz. Ömer Mescidi’dir. İşte bin dört yüz senedir duruyor orada. Birtakım insanlar Kubbetü’s-Sahra’yı, Hz. Ömer Mescid’i zanneder. Kubbetü’s-Sahra başka bir şeydir, Mervan bin Abdülmelik’in yaptırdığı âbidevî bir binadır. O ayrı mesele.
Daha sonra gelelim, Resûlullah Efendimizin Medine’de, özellikle Yesribli yerli Yahudilerle yaptığı Medine Antlaşması’na… Londra’daki Magna Carta’yı biliriz İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni biliriz. Medine Antlaşması’nı çoğumuz bilmez. Bir kısmımız belki yeni duyuyoruz. Bir Medine Akdi vardır. Çok önemli bir sosyal olgudur.
Daha sonra Osmanlı zamanına gelelim, birçok zamanları atlayalım, Sultan Mahmud Han zamanında İstanbul’da yapılan nüfus sayımında 350.000 nüfus vardır. 160.000’i gayrimüslimdir. Biz asırlarca, Yahudisiyle, Süryânisiyle, Hıristiyanıyla beraber yaşadık. Altlı üstlü, komşu komşu, bahçe bahçe evlerde yaşadık. Onlar bizim kandilimizi, bayramımızı tebrik ettiler; biz onların paskalyalarını, noellerini kutladık. Çünkü Bakara Sûresi 256. âyette buyurulduğu gibi ‘Lâ ikrâhe fi’d-dîn / İslâm’da zorlama yoktur.’ Teklif edersin. Kabul ederse din kardeşin olur, kabul etmezse reaya olur. Yani vergisini verir, oturur. Bir problem olmaz. Hz. Mevlânâ’nın ortaya koyduğu prensipler bu prensiplerden gayrı ve -estağfirullah- daha üstün bir prensip değildir. Öyle görmek isteyenler var. Estağfirullah, İslâm’ın üstünde görmek isteyenler var. Çünkü kendi yazdıklarını ve kendisi hakkında yazılmış yazıları yeterince okumuyoruz.
Çetinoğlu: Okuyanlar bilir… Hz. Mevlânâ çok açık olarak ifâde etmiş…
İnançer: Evet! Diyor ki: ‘Men bende-i Kur’ân’em. Eger can-dârem Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem Eger naklkûnedcüz în kes ezgüftârem Bîzârem ez 6 vez ân suhen bîzârem.
Tende canım olduğu müddetçe ben Kur’ân’ın sâdık bir bendesiyim. Ben o seçilmiş Ahmed’in [yani Muhammed (sav)’in] ayağının tozuyum. Bu sıfatla, yani Peygamberin ayağının tozu olarak bir şeref kazandım. Eğer benim hakkımda bundan başka bir söz söyleyen olursa, o sözden de, o sözü söyleyenden de dâvâcıyım, şikâyetçiyim.
Bu dörtlük, kendi rubaisidir. Başka bir delil aramaya lüzum var mı? Hz. Mevlânâ’nın aşk hakkında söylediği beyitlerde de ifâdesi çok yüksek, insanın hem gönlüne hem aklına hitap eden sözler var. Ama bütün bu sözlerinde Peygamber (sav) asla devre dışında değil.
Aşkast târik-i râh-ı Peyamber-i mâ Mâ zâde-i aşkam ü aşk mâderi mâ
‘Benim Peygamberimin yolu aşk yoludur. Ben aşk çocuğuyum ve benim anam aşktır.’ beyti, Mesnevî-i Şerîf içinde de bütün rubâîleri içinde de aşk hakkındaki en önemli sözüdür. Daha ne desin? Ama benim aşkımın yolu, Peygamberimin yoludur, gayrı bir şey değildir, diyor.
Maalesef iki büyük grup var: Bir kısmı sofular grubu, yani ‘Kıl beşi, ye aşı, yat aşağı, başka bir şey yok‘ diyenler; bir kısmı da, kendi nefsâni eksikliklerine Hz. Mevlânâ’yı perde yapmak isteyenler… Namaz yok, niyaz yok, hiçbir mükellefiyeti yerine getirmek yok; kuru kuruya sevgi iddiası… Sevgi iddia edene şöyle sorarlar: ‘Peki seviyorsun da sevdiğin gibi olmak için ne yapıyorsun?’ Sevgi; ölçüsü, tartısı fedakârlık olan bir varlıktır.
Mesela, diyor: ‘Ben Mevlânâ’yı çok seviyorum.’
‘Peki, Mevlânâ gibi namaz kılıyor musun?’
‘Hayır, canım, o hoşgörüye dâhil.’
Yok böyle bir şey, bu senin kendi tembelliğin. Ahmed Eflâkî’nin kitabından bir alıntı aktarayım.
Hz. Mevlânâ’nın aynı zamanda dünürü, yani gelininin babası olan Selâhaddîn-i Zerkûbî-i Konevî anlatıyor: ‘Bir kış gecesi odasında Hz. Pîr’le sohbet ediyorduk. Allah ve Resûlullah aşkından bahsederken öyle bir hararet, öyle bir iç yangını geçirdi ki Hz. Pîr, kapıyı açtı, dışarı çıktı, serinlemek için. Gitti gelmez, uçtu konmaz. Bekledim, bekledim gelmedi. Kapıyı araladım, baktım; namaza durmuş. Namaz kılıyor. Şimdi biter namazı, gelir diye biraz daha bekledim. Yine gelmeyince çıktım dışarıya, baktım; secdede. Şimdi kalkar secdeden diye bekledim; kalkmıyor, hâlâ secdede duruyor. Eğildim baktım, ona bir hâl mi oldu acaba, kalp krizi mi geçirdi, öylece kaldı diye. Eğildim baktım; ellerinin arasında başı, mübarek dudakları oynuyor. Ya zikirde ya duada. Ağlamış. Gözyaşı, o soğuğun tesiriyle gözü ile tahta arasında buz tutmuş. Kendinde değil. Ağzı çalışıyor ama şuurunda değil. Eğer kaldırmaya çalışsam o buz parçası yanağındaki deriyi alacak, rencide edecek. Hohlaya hohlaya buzu erittim. Sonra kucakladım, zorla aldım içeriye götürdüm. Soğuktan iyice hasta olmasın diye.’
Hz. Mevlânâ’nın namazıydı bu efendim. İşimize gelse de gelmese de hakikat budur. Alnı secde-i Rahmân’a değmemiş insanların, mükellefiyetlerini yerine getirmemiş insanların, kusurlarını itiraf edip özür dileyerek, ‘yaparım inşallah‘ demeyip de ‘ne lüzumu var efendim‘ diye Hz. Mevlânâ’ya sığınmalarının adı ‘hoşgörü‘ değil, olsa olsa ‘boş görü‘dür.
ÖMER TUĞRUL İNANÇER: Hukukçu, Türk tasavvuf düşünürü ve müzisyeni, radyo ve TV programı yapımcısı Ömer Tuğrul İnançer, 1946 yılında Bursa’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olarak, çeşitli kuruluşlarda hukuk müşâvirliği yaptı. Tahsil hayatı süresince özel olarak müzik dersleri aldı. 1991 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Târihî Türk Müziği Topluluğu’nda sanatkâr-müdür olarak çalışmaya başladı. 2011 Haziranında yaş haddinden emekli oldu. Ayrıca TRT için yapmış olduğu dinî sohbet programları vardır. Çeşitli radyo ve televizyon programlarında misâfir sanatkâr ve konuşmacı olarak yer almış, birçok yurtiçi ve yurtdışı konserlerde müzik faaliyetlerinde bulunmuştur. Türk kültürü ve sanatı ile ilgili çalışmalarına devam etmektedir. 733. – 736. Vuslat Yıldönümü Mevlevî Âyini’nde TRT programında sunuculuk ve yorumculuk görevini üstlendi. Tasavvuf konularında pek çok yurtiçi ve yurtdışında konferanslar verdi, seminerlere katıldı. Ayrıca çeşitli makaleleleri, Ansiklopedi maddeleri ,röportajları ve 8 kitabı yayınlandı. Yayınlanmış Kitaplarından bâzıları: Dinle Neyden / Gönül Gözü /Sohbetler/ Vakte Karşı Sözler/ Ö. Tuğrul İnançer ile Gönül Sohbetleri/Bir Muhammedi Âşık Hz.Mevlânâ/Muhabbet Peygamberi Hz. Muhammed / Şarkılar Seni Söyler Ömer Tuğrul İnançer evli ve biri psikolog diğeri ekonomist iki evlat babasıdır. |