Nasıl Bir Zihniyet?

107

Türkiye’de bir müddettir bazıları birbirimizden ne kadar “farklı” olduğumuzu bizlere öğretmeye çalışıyor. Türk Milleti dediğimiz bütünün aslında bir bütün olmadığı, “farklılıklar”dan oluştuğu ve bu farklılıkların yok sayılmasının, kimliklerin yok sayılması anlamına geleceği vurgulanıyor. Bu millete “Türk Milleti” demek de bu farklılıkların yok sayılması anlamına geliyormuş.

Bu söylemin Batı kanadını anlamak mümkün. Zira parçalara ayrılmış bölgelerin kaynaklarını kullanmak bütünden daha kolaydır ve bu nedenle Batı uzunca bir zamandır bu coğrafyadaki alt kimlikler üzerinde ciddî çalışmalar yapmaktadır.

Nitekim bu çalışmalar neticesinde, bu coğrafyanın zenginliği olan birçok “farklılık”,zenginlikten ziyade bölünme sürecini tetikleyen unsurlar olarak işlev görmeye başlamıştır. Öyle ki etnik kimlikle başlayan sürecin son olarak mezhep kimliklerinin öne çıkarılması ile devam ettiği görülmektedir.

Bu teşvik Batı kavramlarıyla kendimizi anlamaya çalışan bazı “aydınlar” (!) tarafından yapıldığında da şahsen bunu yadırgamıyorum. Normaldir. Zira kavramlar ait oldukları zihniyeti de beraberinde taşır.

Ancak anlamadığım, bu teşviğin bazı “dindarlar” tarafından da desteklenmesi!

Bu durum hakikaten şaşırtıcı, çünkü İslam, tüm farklılıkları imandan kaynaklanan “kardeşlik” bağı (Hucurat, 10) ile tek bir çatı altında toplamayı hedeflemiş bir dindir. Bunu anlayanlarla da bu hedef başarılmıştır.

Bu hedef başarılırken insanların farklılıklarının Allah’ın bir ayeti olduğu (Hucurat, 13) inkar edilmemiştir. Ancak bu farklılıklar bir amaç doğrultusunda bir araya geldiği için artık kardeşlik bağı alt kimliklerden daha önemli bir üst kimlik olmuştur.

Böyle olunca da Farisî Selman Arap kardeşleriyle hemhal olmuş, onlarla bir millet olmayı kimlik tehdidi olarak görmemiştir. Onun farklı tecrübesini ortak amaç için ortaya koyması, bir savaşın kaderini belirlemiştir.

İşte bütünleşme budur.

İşte bu millet de bunu bin yıldan fazla bir zamandır başarmıştır.

Hem de öyle başarmıştır ki ismi bir ırkın değil bir dinin mensuplarını ifade eder hale gelmiştir. O nedenle mesela hala Balkanlar’da “elhamdülillah Müslümanım” anlamında “elhamdülillah Türk’üm” sözünü duyarsınız… (İlk makalemizde Türk algısının bu boyutuna tarihi açıdan yer vermiştik.)

Bayrağının rengi o dinin en büyük değerlerinden şehitliği, ay’ı dinin kendisini ve yıldızı da yüce Peygamberi’ni (S.A.V.) ona bakanların zihinlerine nakşetmek üzere şekillendirilmiştir.

Peki, bugün bazı dindarların bayrak kavramına, dünya literatüründe eşi benzeri bulunmayan tanımlamalar önerecek kadar Türk kelimesinden rahatsız olmaları nasıl bir zihniyetin yansımasıdır?

Böyle bir zihniyet neye hizmet eder?

Bilemiyorum…

Ama bildiğim bir şey var ki bu milleti ırkçılıkla suçlamak büyük bir iftiradır.

İftira da en büyük kul haklarından biridir.

İslam kardeşliğiyle ve kader birliğiyle yoğrulmuş bu birliği parçalara ayırarak “hak”tan bahsetmek ise Allah-ü Teala’nın ipine sımsıkı sarılma emrine (Al-i İmran, 103) açık bir muhalefettir. Kur’an’da bu muhalefetin feci sonuçlarına dair örnekler pek çoktur.

Bu milletin bir ferdi olarak yapılan iftiralara dair hakkımı helal etmiyor, Allah’ın emrine muhalefetten doğacak felaketlerden de Rabbime sığınıyorum…

Cenab-ı Hak cümlemizi ve cümlesini hayırlısıyla ıslah eylesin…