Ebedî âleme intikalinin 4. senesi dolayısıyla müstesna insan, devlet ve fikir adamı MEHMET TURGUT’u, Saygıdeğer Eşi TÜRKÂN TURGUT Hanımefendi ile konuştuk

93

Oğuz Çetinoğlu: Sayın Bakanımız iyi bir gözlemciydi. Gözlemlemekle yetinmez, intibalarını yazar, kitap hâlinde yayınlardı. Konu ile ilgili olarak yaşadıklarınızı lütfeder misiniz?

Türkân Turgut: Dış seyahatlerde bazen çok duygulanır, bu duygu ve heyecan içinde, memlekete döndüğünde gecikmeden kâğıda kaleme sarılır, durmadan, dinlenmeden duygularını, düşüncelerini, edindiği intibaları yazardı. Genel olarak, yaptığı seyahatlerde gördüklerini, yaşadıklarını memleketimiz şartlarıyla karşılaştırır, bâzen keyiflenir, bâzen de üzüntüye kapılırdı.

Bu tip seyahatlerinden biri de, Başbakan Süleyman Demirel başkanlığında, heyet hâlinde yapılmış olan Rusya gezisidir. Özellikle Çarlık Rusya’sının yıllar boyunca soyduğu, Sovyetler Birliği’nin de geri kalanları sömürdüğü Taşkent’e yapılan ziyaret idi.

Sanayi Bakanı olarak iştirak ettiği bu seyahatte Moskova, Leningrad, Kiev, Taşkent, Semerkant ve Bakü gibi büyük şehirleri gezmişler, çeşitli intibalarla memlekete dönmüşlerdi. Fakat Mehmet Turgut’un en çok etkilenmiş olduğu şehir Taşkent olmalıydı ki, döndüğünde hiç vakit kaybetmeden, seyahati boyunca küçük bir deftere yazmış olduğu notlardan da istifade ederek, ‘Taşkent’e Doğru‘ adlı kitabını, bir hafta gibi kısa bir zaman içinde yazıvermişti.

Mehmet Turgut seyahatten döndüğünde his ve heyecan içindeydi. Gördüklerini, duyduklarını anlattı, anlattı. Esas olan hisleriydi. Konuşurken duygu yüklü kelimeler kullanıyordu. ‘Taşkent‘ diyor, ‘Taşkent halkı‘ diyor, ellerinde çiçeklerle ve Türk bayraklarıyla misafirlerini hava alanında karşılayan Taşkentlilerden, onların heyecanından, kendi duygularından, o asırlar sonrası özlem dolu kucaklaşmadan söz ediyordu. Zaman zaman hüzünlendiklerinden, sefalet içinde olduklarından, zenginlikleri olduğu hâlde sömürülüşlerinden bahsediyordu. Düşünce ve duygularla o kadar doluydu ki, hemen bir köşeye çekilip, dış dünya ile ilgisini kesip bu seyahat boyunca yaşadığı duyguları, acı tatlı ne hissettiyse, ne yaşadıysa, bir başka ifâde ile o hasret dolu kucaklaşmayı hemen yazmak istiyordu.

Taşkent’te yaşadıklarını, gördüklerini bir hafta içinde, yerinden hiç kalkmadan, yazdı yazdı ve sonunda ‘Taşkent’e Doğru‘ adlı, his dolu, yer yer acı dolu, zaman zaman da güzelliklerin aktarıldığı bir hatıra kitabı baskıya hazır oldu. Bu kitap öyle güçlü duyguların mahsulüdür ki, o günlerde sayfalara dökülen satırlar, hiçbir değişikliğe uğramadan, olduğu gibi matbaaya gitmiş ve kısa zaman içinde basılarak insanların istifadesine, beğenisine sunulmuş, fazlasıyla ilgi görmüştür; hakkında methiyeler yazılmış ve tekrar tekrar basılmıştır. Kitabı kim okuduysa Mehmet Turgut kadar duygulanmış, hislenmiş, sanki Taşkent’te uçaktan inildiği zamanki karşılama törenini yaşamış, o halkın Türk’e olan özlemini hissetmiş, sömürülen bir memleket insanının ruh hâlini yaşayarak, yazarın satırları arasında onların mahzunluğuna, kimsesizliğine, sömürülüşüne şâhit olmuştur.

Mehmet Turgut gördüklerini, yaşadıklarını o kadar canlı anlatmış, o kadar güzel mânâlandırmıştı ki, O’nun; baktığını iyi gören, meseleleri iyi bilen bir kimse olduğu kanaati, kitabı okuyan pek çok kimsede yaygınlaşmıştı. Pek çok kimse, O’nun aydın bir Türk milliyetçisi olduğunda hemfikirdi. O’nda demokrasiye olan inanç, insan sevgisi, Türklük şuuru güçlüydü, yazdıklarını okurken okuyucu, bu duyguları hissedebilir, gözünden yaşlar boşanabilir.

Mehmet Turgut da kitabının önsözünde, heyecanla yazdığı, en çok sevdiği, her okuyuşta aynı heyecanı duyduğu bölümün, Taşkent bahsi olduğunu söylemektedir. Taşkent’i anlatırken zaman zaman gözlerinin dolduğuna şâhit olmuşumdur.

Çetinoğlu: Notlarını ve intibalarını kitaplaştırdığı bir başka seyahati de Japonya’ya olmuştu…

Türkân Turgut: Japonya’ya iş adamlarıyla birlikte gitmişti. Gitmeden önce Japonya hakkında yazılmış olan kitapları okumuş, özellikle Amerikalı Kültür Antropoloğu Ruth Benedict’in Türkçeye çevirdiğim, 3. baskısı 1994 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıkan ve Japon kültür örneklerini veren The Chrysanthemum and the Sword (Kılıç ve Krizantem) adlı eseri okuduktan sonra Japonya’yı ve Japonları daha fazla merak eder olmuştu. Batının da Japonya’yı merak ettiğini, ilgilendiğini, Amerika’nın ise onu tek rakip olarak gördüğünü biliyordu. Gidip görmek O’na çok şey kazandıracak, oradaki çalışma temposuna, araştırma azmine, idealizmine şâhit olacaktı.

Japonlar, bir milletin var olabilmesi için ilmin, teknolojinin ve ekonominin önemini biliyor, millî tarih, millî kültür, millî terbiye ve ruh ile de manevî yanlarını destekliyordu. Bu hususlar ise Mehmet Turgut’u çekiyor, fazlasıyla ilgilendiriyordu.

Mehmet Turgut Japonya seyahatinden duygu ve düşüncelerle dolu olarak dönmüştü. Onlar batıdan tekniği almışlar, millî değerlerle de hayatlarını yoğurmuşlardı. Heyecan içinde ‘Japon Mucizesi ve Türkiye‘ adlı kitabını yazmaya başladı. Bu kitapta, Japonya ile Türkiye’yi tarih boyunca karşılaştırıyor, Japon ve Türk halkı üzerinde duruyordu; büyük emek ve gayret sonunda, beğenilen, değerlendirilen önemli bir kitap ortaya çıktı.

Bir gün Mehmet Turgut’la birlikte gittiğimiz bir kokteylde karşılaştığımız Japonya’nın İstanbul Konsolosunun sözleri de bizleri etkilemişti. Konsolos, konsolosluk duvarlarına asılan Türk ve Japon köylüsünün resimlerinden bahsediyor, iki halk arasındaki benzerliklerden söz ediyordu: ‘İki millette de kadın çocuğunu sırtında taşır, erkeğinin arkasından yürür, evin reisine, büyüğüne saygıda kusur etmez, kayınvalide iki toplumda da söz sahibidir, iki toplumda da yer yatağında yatılır ve eve girerken ayakkabılar çıkarılır. Bunların dışında Japoncada ‘su’, ‘yer’, ‘gök’ gibi Türkçe kelimeler vardır. Kısaca siz ve biz aynı kökten gelen, fakat birimiz doğuya, diğerimiz batıya gittiğimiz ve değişik dinleri kabul ettiğimiz için birbirimizden ayrı düşmüşüz. Biz Japonlar olarak bu konuya önem veriyor ve araştırma yapıyoruz ama, sizlerde hiçbir hareket yok‘ diyordu. Konsolosun sözlerinde biraz da sitem vardı.

Bu sözleri duyduğumuz zaman tuhaf bir mutluluk duyduğumuzu hatırlıyorum ve konsolosun sözlerini, bizde de bir araştırma yapılır ümidiyle pek çok yerde tekrarlamışızdır.

Mehmet Turgut bu konu üzerinde hayranlıkla ve takdir hisleriyle durmuş ve örnek olur düşüncesiyle, bu husus üzerinde fikir yürütmüştü.

Çetinoğlu: Sayın Bakanımızın Pakistan gezisinde, O’nun, Türklük ruh ve şuurunun ne kadar güçlü olduğunu gösteren bir davranışı var. Anlatabilir misiniz?

Türkân Turgut: 1982 yılında; İslâm ülkeleri sanayi bakanları toplantısı için Pakistan’a gitmişti.  Bu toplantıya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Sanayi Bakanı ve beraberindeki arkadaşı da davetli olarak iştirak etmişti. Konferans başlamış, bütün İslâm devletleri delegeleri yerlerini almıştı. Bir aralık Filistin delegesi kürsüye çıkıp; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin dünya devletleri tarafından tanınmamış olması sebebiyle, konferansa iştirak eden delegesinin salonu terk etmesini istemişti. Bu istek, bu fütursuzca sergilenen tavır; zamanın Sanayi Bakanı olarak orada bulunan Mehmet Turgut’a ve şüphesiz ekibine de çok ağır gelmiş olacaktı ki, Mehmet Turgut, ekibiyle birlikte derhal ayağa kalkarak, kürsüye yürümüş ve ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti delegesi salonu terk ederse, Türkiye Cumhuriyeti Devleti temsilcileri olan bizler de derhal salonu terk ederiz‘ diyerek, kürsüden söylenen söz için özür dilenmesini istemişti. Bu istek kabul edildikten sonra ancak Türk heyeti sakinleştirilebilmiş ve toplantıya devam edilebilmişti. Mehmet Turgut’un kürsüde yaptığı bu konuşma, ekibinin ve kendisinin takındığı bu tavır, ciddî ve vatansever bir Türk politikacısına ve ekibine yakışan, yerinde ve örnek alınacak bir davranıştı.

Çetinoğlu: Başka bir soruya geçmeden önce Sayın Bakanımızın, dış seyahatleri ile ilgili kısa bir değerlendirme lütfeder misiniz?

Türkân Turgut: Mehmet Turgut dış ülkelere yaptığı seyahatleri gezmek görmek, gönül eylemek için yapmamıştır. O, oralardan memleketine hep ne götürebilir, bu seyahatlerden milletçe nasıl faydalanılabilir diye düşünmüş ve bu düşüncenin etkisi ile edindiği intibaları kitap hâline getirmiş, fikir yürütmüştür. Yabancı olsun yerli olsun, tarih daima O’na ibret levhaları sergilemiş ve onlardan milletçe ders almak yoluna zevkle ve heyecanla girmiştir.

Zaman olmuş Amerikan tarihine, Jefferson’a uzanmış, zaman olmuş Japonya’ya, Meiji devrine ve o devrin devlet adamlarına el atmış, bazen de Avrupa’ya, Rusya’ya uzanmış, çoğu zaman da, pek çok konuda Türk tarihine başvurmuştur.

Çetinoğlu: Düşünce kaabiliyeti güçlü, fikir hamulesi yüksekti. Aynı zamanda velut bir yazardı. Çalışma tarzı hakkında bilgi verir misiniz?

Türkân Turgut: Yazmayı plânladığı, günlük olaylardan da ilham aldığı konular üzerinde çalışırken Mehmet Turgut hep heyecanlanmış, saati, yemeği, uyumayı, dinlenmeyi unutmuş, devamlı yazmış ve zaman içinde yazdığı sayfalar dolusu bir kitap elinde, odasından çıkarak beni şaşırtmıştır. Son yazdığı kitabı ise ne zaman yazıp tamamladığını hatırlayamıyorum desem yeridir. Bu kitabın konusu ile ilgili olarak o kadar doluydu ve öylesine konsantre olmuştu ki, son noktayı koyduktan sonra ancak sağlığını kaybetmeye başladığının biraz olsun farkına varmış ve ‘Bir doktora gitsem iyi olacak‘ demişti ama, yine durmamış, millî meseleler üzerine, özellikle ‘Kürt Problemi’ üzerine yazılar yazmış ve yazdıklarını parti başkanlarına ve yazarlara, ölümünden bir ay kadar önce, bir yardımı dokunur ümidi ile yollamış, dolayısıyla sağlığı ile ilgili olarak zaman kaybetmişti. Sonunda ise O ve ben, ne olduğunu anlayamadan, o acı sonu yaşadık.

O, her zaman yazdıkları ile bütünleşir, kendinden geçerdi. Hastanede yatarken bile son kitabı üzerinde çalışmayı plânlamıştı. Şimdi içim acı çığlıklarla dolu olarak O’nu hasretle anıyorum ve düşüncelerinin, temennilerinin yaşayacağına inanarak teselli buluyorum.

Çetinoğlu: Prensipler ve disiplinlerle örülü hızlı bir çalışma temposunun olduğu anlaşılıyor. . Detayları hakkında konuşmak ister misiniz?

Türkân Turgut: Mehmet Turgut değişik özellikleri olan bir kimseydi; Sabahları erken kalkar, işine aynı saatte ve erken giderdi. O kadar dakikti ki, iş çevresindeki kimseler birbirlerine, ‘Saatinizi ayarlayabilirsiniz‘ derdi ve verdiği randevular sabah saat yedi buçuk ile sekizde başlardı. Bu erkenci tutumuna ayak uydurmada güçlük çeken Özel Kalem’deki sekreter hanımlar bir gün, samimiyetime güvenerek bana: ‘Bakan Beyi evde biraz oyalamaya çalışsanız. Sabahları yetişmekte çok güçlük çekiyoruz. Yarım saat olsun geciktirebilirseniz bizim için çok iyi olur…’ şeklinde bir ricada bulunmuşlardı. Ben de Mehmet Turgut’a sabahları biraz olsun oyalayabilmek için ortaya bir jimnastik aleti çıkarmış ve âleti kullandırarak O’nu oyalamaya çalışmıştım. Mehmet Turgut’u oyalamaya çalışmıştım ama, her sabah saat altıda kalkan Mehmet Turgut, o âleti kullanabilmek için sabahları daha erken kalkmaya başlamış ve işine yine aynı saatte gitmeye devam etmişti. Bu durum karşısında sekreter hanımlardan, başaramadığım için özür dilemiş ve bu işten benim de zararlı çıktığımı sözlerime ilâve ederek, karşılıklı gülüşmüştük.

Bir gün eve misafir gelmişti. O gün de Mehmet Turgut yeni bitirmiş olduğu bir kitabın önsözünü yazmayı plânlamıştı. Fakat misafirleri bırakıp odasına çekilmeyi, yazısını orada yazmayı uygun bulmamış olacaktı ki, kalemini kâğıdını alarak, misafirlerin yanında ve yemek masasında bir şeyler yazmaya başladı. Tabiî olarak herkes konuşuyordu, televizyon da açıktı. Ben ise az çok durumu bildiğim için büyük bir gayretle misafirleri oyalamaya çalışıyordum. Bir müddet sonra, Mehmet Turgut yazısını tamamlamış ve sohbete iştirak etmişti. ‘Ne yazdın Allah aşkına‘ diye sorulunca da, biten kitabının önsözünü yazdığı şaşkınlık içinde anlaşılmıştı. O kadar konuşma, gülüşme ve ses arasında önsöz gibi önemli bir yazıyı yazacak kadar konsantre olması herkesi şaşkına çevirmişti. Bu şekilde konsantre olma alışkanlığı belki de devamlı yatılı okullarda ve yurtlarda, kalabalık ve gürültülü mekânlarda çalışmak mecburiyetinde kalması sonucu gelişmiş bir kabiliyet olsa gerekti. Konsantre olduğu zaman gerçekten dış dünyaya açık olan bütün kepenkleri indirir, sadece kendi dünyası ile baş başa kalırdı. Belki de böyle bir kabiliyeti geliştirmiş olması sebebiyledir ki, okullarda iftihar listelerine geçmiş ve Teknik Üniversite gibi zor bir üniversiteyi sene kaybetmeden bitirebilmişti.

Çetinoğlu: Resmî plakalı makam arabası konusunda çok hassas olduğu, basına yansımıştı. Konu ile ilgili bir hâtıranızı okuyucularımızla paylaşır mısınız?

Türkân Turgut: Mehmet Turgut ilk bakan olduğu dönemde o kadar idealist bir tutum içine girmişti ki, benim kırmızı plâkalı arabaya hiçbir şekilde binmemi istemiyordu. Aslında bu konuda anlaşıyorduk; ben de kendimde devlet malını kullanma hakkını göremiyordum. Zamanla bazı zorluklarla karşılaşmaya başlamıştık. Meselâ eşiyle Türkiye’ye gelen bir misafir bakanı, benim de havaalanına gidip Mehmet Turgut’la birlikte karşılamam gerekiyordu ve taksiyle gidiş gelişler bazı zorluklara sebep oluyordu. Bir seferinde, bir yabancı devlet başkanı şerefine Meclis’te verilen, smokin ve uzun etek giyilmesi mecburî olan bir yemeğe gidişimiz hem çok zor, hem de komik olmuştu. Sağımızdan solumuzdan resmî arabalar gelip geçiyor, polis ise taksi içinde oturan bizlere geçme izni vermiyordu. Sonunda kendisini tanıtan ve Meclise zorlukla ulaşabilen Mehmet Turgut ve ben bu gibi resmî yemek ve yerlere giderken o resmî arabayı kullanmak mecburiyetini kabul etmek durumunda kalmıştık.

Bu anlattıklarım Mehmet Turgut’un işine bağlılığını, bu konudaki ciddiyetini, devlet malına karşı gösterdiği hassasiyeti belirtmek açısından önemlidir. Bir de o konsantre olma alışkanlığı her zaman beni şaşırtmıştır ve yazmaya konsantre olduğu bir konuyu, bir kitabı, kısa bir zaman içinde tamamlamadan asla rahat edememiş, gece gündüz çalışmıştır.

Çetinoğlu: Geçmişi hatırlarken hüzünlendiniz, Sizi yordum, üzdüm. Özür dilerim.

İzniniz olursa bu röportajın son sorusunu sorayım: Devlet adamı yönü ağır basan bir politikacının eşi olarak yaşadığımız hoş bir olayı nakleder misiniz?

Türkân Turgut: Mehmet Turgut, politika hayatı boyunca acı tatlı pek çok olay yaşamıştır. Bu olaylardan bazıları bizleri ciddî bir şekilde üzmüş, bazıları hüzünlenmemize sebep olmuş, bir kısmı ise aklımıza her gelişinde güldürmüş, keyiflendirmiştir.

Bir gün sabah erkenden, saat altı veya yedi civarında, kapı çalındı. Bu erken saatte çalınan kapı zilinin sesine alışıktım. Seçim bölgesinden olsun, Mehmet Turgut’un kendi memleketinden olsun, iş için, hastalık münasebetiyle tedavi için gelenler eksik olmazdı.

Kapıyı açtığım zaman üç kişiyle karşılaştım; Antep’ten geliyorlardı. Biri şu an ismini hatırlayamadığım bir köyün muhtarıydı. Kayınpederimin selâmı olduğunu söyledi.

Yanındakiler de yardımcılarıydı. Hemen içeri aldım. Mehmet Turgut’la bir işlerinin olduğunu öğrenince de, ‘Yazık ki Mehmet Turgut seyahatte‘ dedim. Hâlbuki onlar Mehmet Beyle görüşüp hemen dönmeyi planlamışlardı. Görüşüp konuşamayacaklarını anlayınca üzüldüler. Üzüntülerini biraz olsun hafifletmek için hemen kahvaltı hazırladım, elimden gelen ikramı yaptım. Sonra da dertlerini anlamaya çalıştım. Bana büyük bir ciddiyetle okur-yazar olup olmadığımı sordular. ‘Eh fena değil, okur-yazarım‘ dedim. ‘Öyleyse kalemi kâğıdı al gel ve otur‘ diye komut verdi muhtar. ‘Siz söyleyin aklımda tutarım‘ dediysem de, işini sağlama almak istercesine, kâğıt kalem almamda ısrar etti. Dediklerini yaptım ve bana isteklerini dikkatle yazdırdı: köylerine bir cami yaptırmışlar, fakat camiin etrafını çevirecekleri duvar için çimento kalmamış, onu da Mehmet Turgut’tan istiyorlar.

Muhtar: ‘Bu işi kesin yaptıracaksın!’ dedi. ‘Ben söylerim ama o bir Antep erkeğidir, kadın sözüyle hareket etmez; kendisinin bileceği iş‘ dedim. Muhtar, ‘Yok‘ dedi, ‘Eğer sen istersen bu işi mutlaka yaptırırsın. Kadın erkeğin şeytanıdır.’ Çok şaşırmıştım ama çok da beğenmiştim bu sözü. ‘Demek sizin hanımlar birer şeytan ve istediklerini size yaptırıyorlar‘ diye karşılık verdim. Ayrıca bu sözü Mehmet Turgut’a karşı kullanmayı da düşünüyordum.

Seyahat dönüşü Mehmet Turgut’a olayı anlatmış ve ‘Kadın erkeğin şeytanıdır, Ona göre‘ diye gülüşmüştük.

Çetinoğlu: Bu konunun, farklı bir şekilde basına da intikal ettiğini hatırlıyorum…

Türkân Turgut: Bir ara bakan hanımlarıyla röportaj yapan bir gazeteci eve gelmişti. Politika hayatımızda geçen ilgi çekici bir iki olay anlatmamı istemişti. Ben de muhtarla aramda geçen bu konuşmayı keyifle anlatmıştım.

Ertesi gün yazılanları gazetede gördüğüm zamanki şaşkınlığımı hâlâ unutmuş değilim: Yazının büyük puntolarla yazılmış olan başlığı şöyleydi: ‘Sanayi Bakanının hanımı Türkân Turgut dedi ki: Kadın erkeğin şeytanıdır.’

Bu başlığın altındaki yazı olayı doğru bir şekilde anlatıyordu ama, başlık korkunçtu. İnsanların çoğu zaman sadece yazının başlığını okuduğunu da biliyordum.

Çetinoğlu: Son sorunun cevabını aldım efendim. Teşekkür ederim. Soru olarak kabul etmeyeceğinizi ümit ederek; Mehmet Turgut’un bilaistisna herkese örnek olabilecek üstün seciyesini özetleyerek O’nunla ilgili duygularınızı ifade etmek ister misiniz?

Türkân Turgut: Mehmet Turgut, olduğu gibi görünen bir insandı. Sevdiğini çok sever, sevmediğini sever gibi yapmazdı. Dostluklar kurmayı, dertlere çâre bulmayı sanki prensip edinmişti. Kaybetmeyi, yakışıksız bir kazanca tercih ederdi. Yalana, iftiraya dayanamaz, bunlarla mücâdele ederdi. Sâkin görünüşü altında, özellikle millî duygular söz konusu olunca, birden parlayan bir tarafı vardı. Bu hususta bazen gözlerinden yaş bile akardı. Yazdığı kitapların hemen hemen hepsi, millî problemlerin hâl çâreleriyle doludur. Tarih boyunca Türk milleti, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk büyükleri daima onun gurur ve ilgi kaynağı olmuştur.

Zaman zaman Mehmet Turgut’un karakteri, yaşadıkları, başardıkları, aldığı ödüller üzerinde dururken, onları düşünürken keşke zamanında bütün bu yaşananların tadını doya doya çıkarabilseydik diye düşünmekten de kendimi alamamaktayım; yaşarken her şey sıradan bir olaymış gibi yaşandı ve bitti gitti. Halbuki şimdi üzerinde durup düşündükçe, yaşananlar, başarılanlar hiç de öyle sıradan hayat manzaraları değilmiş. Günün şartları ve koşuşmalar sebebiyle olsa gerek, yaşanan pek çok güzelliğin, başarının tadını çıkaramadığımızı şimdi acı acı hissediyorum. Bugün ‘keşke‘lerle doluyum. Keşke ikimiz de birbirimize olan sevgimizi, saygımızı, bağlılığımızı, özlemimizi ve takdir hislerimizi daha açık, daha cesurca ve daha sık, başka bir zamana bırakmadan, yeterince söyleyebilseydik. Belki günü gelince, içimizde duyacağımız acılar, özleyişler, daha doğrusu ‘keşke‘ler daha az hissedilebilir ve belki hayat daha doyumlu, daha kolay yaşanabilir olurdu.

Çetinoğlu: Saygıdeğer Efendim! Çok teşekkür ediyor, Cenab-ı Allah’tan size sağlıklı-huzurlu uzun bir ömür, Muhterem ‘Mehmet Ağabeyim’e rahmet niyaz ediyorum.

Türkân TURGUT Kimdir?

1951-1952 ders yılında, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Bir müddet liselerde İngilizce Öğretmenliği yaptı. Daha sonra, eşinin politikaya girmesi sebebiyle resmî görevinden istifa ederek ayrıldı. İngilizceden Türkçeye kitaplar tercüme etti, evinde özel dersler verdi.

İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden Merhum Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükân’ın kızı, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sanat Tarihi Öğretim Üyelerinden Merhume Beyhan Karamağaralı’nın ve Sosyolog Dr. Turhan Yörükân’ın kardeşi olan Türkân Turgut’un Türkçeye çevirdiği kitaplar şunlardır: Krizantem ve Kılıç: Ruth Benedicict’den. (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara-1965), İyi ve Uzun Bir Hayata Doğru: Morton Puner’den. (Bilgi Yayınları, Ankara-1988), Susam ve Zambaklar: John Ruskin’den. (Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Ankara-1988). Ayrıca Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükân’ın; 4 Ciltlik İslam Dini Tarihi isimli eserinin birinci cildini notlarla ayına hazırlamış ve yayınlamıştır. (Ötüken Neşriyat, İstanbul-2006). Diğer ciltlerin yayına hazırlanması çalışmalarına devam etmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Önceki İçerikKosova Seyahati, Türkçe’nin Önemi!
Sonraki İçerikMesele Egemenliğin PKK’ya Devridir
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.