Terör Bitsin. Analar Ağlamasın, Çözüm, Ama Nasıl!

99

 

Son günlerin gündemi olan bu konuda, 1995 yılında, Kocaeli Aydınlar Ocağı Derneğinin 10.yıl faaliyetleri olarak bir grup arkadaşımız tarafından hazırlanan rapordan bazı paragrafları sizlerle paylaşmak istedim.15 yıl öncesinin bu çalışması konuya yaklaşımımızdaki isabetleri ile de, neden yapamadıklarımızı sorgulamamız yönü ile de değerlendirilmelidir. Bir sivil toplum kuruluşu olarak Ocağımızın bu tür faaliyetlerinde daha etkin olabilmenin sorumluluğu bize düşen diğer bir yönümüzdür.Bu makalede:

KUZEYDOĞU VE GÜNEYDOĞU KAVŞAĞINDA TÜRKİYE’NİN ALTERNATİFLERİ

Günümüzde, evrensel düzeyde etkinliğe ve otoriteye sahip güçlü sanayi ülkelerinin mevcut otorite ve etkinliklerini koruyup sürdürebilmeleri önemli ölçüde dünya petrol rezervlerinin ve petrol ürünleri üretimini doğrudan veya dolaylı şekilde kontrolleri altında tutulmasına bağlıdır.

1990 öncesi araştırmalar Amerika ve İngiltere gibi batılı ülkelerin petrol kaynaklarının  mevcut üretim hızı ile on onbeş yıllık bir ömrü kaldığını, buna karşın, Orta Asya ve Kafkas petrolleri rezervlerinin büyük bir bölümünün geri üretim ve üretim dışı olduğunu, bunun yanında Orta Doğu petrol rezervlerinin de 100 – 140 yıllık bir ömre sahip olduğu ortaya koymuştur. Yani 21’nci asır petrollerinin Kafkasya – Ortaasya ve Ortadoğu, bölgelerinde bulunduğu anlaşılmıştır.

Bu tespitlerin dünya üzerinde mevcut güç dengeleri evrensel etkinliklerini koruma yolunda

Harekete geçireceği tabii idi. Bu bakımdan 90’lı yıllarda aynı anda, hem Ortaasya’da hem Ortadoğu’da (Körfez’de) batılı güçleri Birleşmiş Milletlerin barışcıl müdahale grubu adı altında bu bölgelere çekecek askeri-siyasi çözülme ve çatışmaların ortaya çıkışını tesadüf değerlendirmek mümkün olmamanın ötesinde gaflet olur.

Yazılı, sözlü ve özellikle görsel iletişim teknolojisinin ve bu teknoloji araçlarının engel tanımazlığı, bu döneme kadar kendisine dünyanın en müreffeh ve en mutlu insanı imajı

enjekte edilmiş Marksist sisteme tabi insanların bir anda dünyanın en yoksul insanları olduklarını idrak etmelerini ve bu insanlardan sisteme karşı bir kuvve doğmasına sebep olmuştur.  Bu kuvve Glasnost ve Prestroika siyaseti ile kontrol altına alınmak ve liberalizm ve bağımsızlık düşüncelerinin kuvveden fiile çıkarak önü alınmaz çözülmelere yol açmıştır. Çözülmenin batı Avrupa’ya sınır ülkelerden başlaması da bu planın kontrol edilebilirlik derecesini ortaya koymuş, Doğu Almanya ve Baltık Cumhuriyetlerinden sonra Orta Asya ve Kafkaslara doğru bu çözülmelerin batılı güçlerce kontrolü zayıflamış ve bu sebeple Kafkasya’daki çözülme çok daha zor ve kanlı çatışmalara sahne olmuştur. Sibirya tarafına doğru ise bu çözülme henüz gerçekleşememiştir.

Bu aşamada,

-Türkiye-Irak ve Suriye arasında Su meselesi gündeme gelmiş ancak bu konuda tam bir Arap Birliği sağlanamaması sonucu bu mesele milletlerarası krize dönüşmemiştir.

– Buna karşın, ırak’ın borç birikimi, petrol üretim kotalarının artırılmasından Irak’ın zarar etmesi ve Irak-Kuveyt Sınır anlaşmazlığı üzerine tahrik gören Saddamcı Arap Milliyetçiliği

planın son aşamasını da fiiliyata koymuş ve Irak’ın Kuveyt’i işgal operasyonuna önce sessiz kalan ve hatta gayri resmi olarak cesaret veren batılı, güçler işgal akabinde yine Birleşmiş

Milletler itfaiyecisi adasıyla Körfez Petrollerini ve üretimlerini ipotekleri ve denetimleri altına almıştır.

Şüphesiz su meselesinin patlak vermemesi Türkiye’nin gayretlerinin bir sonucudur. Su meselesinin bu aşamada küllenmiş olması Arap Birliği nötr bırakmış ve diğer tüm sonuçlarla birlikte OPEC’ te önemli ölçüde etkinlik kaybetmiştir.

Bu gün Türkiye bu yeni dünya düzeninde Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Irak’a dair Askeri-Siyasi-ekonomik enerji ve performansını yeni bağımsızlık kazanan Kafkasya ve Orta- Asya Türk devletlerine kanalize edilebilir bir ortama ve imkana sahip olsaydı Türkiye’nin yakın gelecekte dünya dengelerini sağlayan etkin devletlerden biri olmaması mümkün değildi. Günümüzde Türkiye’nin Kafkas devletlerine yaklaşımını Rusya’nın PKK’ya yaklaşımı ile dengelemeye çalışması ve Amerika ile Avrupa’nın aynı yaklaşımı ile Türkiye ye baskıda bulunması bu bakımdan son derece dikkat çekicidir.

Bu durumda, Türkiye ne yapmalıdır?  İmkanlarını hangi yönde kullanmalıdır? Sorusunun çok iyi tahlil etmek, mutlaka tarihten ders alarak tartışmak ve çözmek zorundadır.

Çünkü1990 yılından sonra dünya coğrafyasında vukubulan bu sonuçlar Türkiye’nin önüne iki tercihli bir alternatif gelişme süreci dayatmıştır. Bunların dışında bir tercih veya tereddüd Türkiye için kötü olanı celbedebilir. Bu alternatifler şunlardır.

1-      Türkiye büyümek şansına sahip, geleceği büyük bir ülke ve büyük bir güç olma istidadına ve şansına sahiptir,

2-       Türkiye’nin küçülme ve etkinliği kaybetme riski vardır.(bu küçülme riski ifadesi yanında, Avrupa Birliği Komisyonu’nun Türkiye’nin çok büyük bir coğrafya ya sahip oluşuna olumsuzluklarından biri olarak değerlendirmesine de önemle dikkat çekmek isterim.)

Bu bakımdan günümüz Türkiye’sinin de hedeflerini bu çerçevede şu şekilde tayin etmek mümkündür.

a) Türkiye, tam üyesi olsa da olmasa da ekonomik ve sanayi bakımından, bilimde ve uygulamada süratle Avrupa Birliği standartları ile uyum sağlamak mecburiyetindedir. Çünkü Türkiye, Avrupa Birliği ile içinde (üyesi olarak) veya dışında (üyesi olmaksızın) rekabet etmek mecburiyetinde bir jeopolitiğe ve Türk asrı iddasına sahip bir konumdadır.

b)Türkiye ekonomik ve sanayi potansiyelini tüm güçlere ve risklerine rağmen Kafkasya ve Orta Asya Türk devletlerine yöneltmek mecburiyetindedir. Çünkü, bunu yapmadığı takdirde daha fazla bir ekonomik (özellikle mali), askeri ve siyasi potansiyeli güneydoğuda ve K.Irak’ta karşılıksız şekilde israf etmek mecburiyetinde kalmaktadır ve kalacaktır.

Türkiye’nin tüm potansiyelini Güneydoğu ve K.Irak’a yöneltmesi halinde, bu konunun eninde sonunda batı ile pazarlık masasına gelmesi kaçınılmazdır.

Daha açık bir ifade uluslar arası politikada Türkiye’nin ilgi odağı Güneydoğu ve K.Irak değil Kafkasya ve Orta Asya ilişkileri olmak, batının desteği de kösteği de tenkidleri de Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya ilişkilerine çekilmeli ve batı ile pazarlık konusu bu ilişkiler üzerine oturtulmalıdır.

Kısaca boylar seviyesine indirgenmiş bir ayırım kelimenin tam anlamıyla ırkçılıktır. Milletçilikle ve Milliyetçilikle alakası yoktur. Türkiye’de boy ayırımına yönelik bir ayırımcılığın tutması da bu mozaikte kesinlikle mümkün değildir. İlgili boyun sadece kendisine ihanetini ortaya koyar.

Dolayısıyla güneydoğu yangını antropolojik olarak suni bir yangındır, gerçek değildir.

Burada şu sorunun cevabı önemlidir. Eğer PKK’yı batılı devletler ile bir kısım orta doğulu devletler ve Rusya desteklemezse bu yangının sürmesi mümkün mü? Bu sorunun net ve kesin cevabı sanırım herkes açısından hayırdır.

O halde Türkiye devleti, güneydoğudaki bu yangının söndürülmesinde, silahlı kuvvetlere değil, çok daha ekonomik bir şekilde ilim adamları ve tarihçilere dayalı bir yangın eğitim politikasına ağırlık vermelidir. Bunlar seferber edilip, devletin koruma ve kontrolü altında, güneydoğu bölgesine gönderilip, her hafta veya on beş günde bir (boy’un bir alt grubu olan) bir Aşiret’e konuk olmak suretiyle birlikteliğin önemi ve mecburiyeti anlatılmalıdır.

Arz etmeye çalıştığımız ekonomik ve diplomatik girişimlerin hayata geçirilmesi halinde, en geç bir yıl sonra dünyanın ve Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu meselesi kalmayacağını bunun yerine Türkiye’nin gelişme çizgisinin tartışılacağını ifade etmek isteriz.

İşaret edilen konular ve çözüm yönü ile dikkati çeken bu çalışmanın hangi arkadaşlarımızca yapıldığını hatırlayamamakla birlikte ocağımızın bu çalışmasını önemsiyorum.Ocağımızın ve benzeri sivil toplum kuruluşlarımızın önümüzdeki süreçte de uyaran ve katkı veren çalışmalara ihtiyacımız olduğunun bu vesileyle paylaşmak istedim. Allah’tan birliğimizin, dirlik ve düzenimizin  güçlenip daha da iyileşerek devam etmesi dua ve dileklerimle…