“29 Ocak 1954: Dünya Bankası Başkanı Black, Washington’da devlet konuğu olarak bulunurken protokol dışı bir öğle yemeği tertipliyor ve yemekte TC Cumhurbaşkanına Demirköprü Barajını kredilendirmeyeceklerini tebliğ ediyor. Bu, diplomatik bir skandal. Bayar istifini bozmuyor.
“16 Şubat: Menderes bir mektupla, bu olayı gerekçe göstererek Dünya Bankasına Türkiye bürosunu kapatmasını ve temsilcisini de geri çekmesini bildiriyor. 1955’te daha uygun şartlarla bulunan bir Fransız kredisi ile barajın temeli atılıyor.
“18 Mayıs 1960: Menderes, Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri ve DSİ genel Müdürü Süleyman Demirel barajı hizmete açıyorlar.” (Mehmet Arif Demirer, Menderes ve Dövizler – 1954 Dünya Bankası Olayı, 2006.)
X
“İsmet Paşa, daha Lozan’a vardığı sırada, 14 Kasım’da da bir suikast haberi almıştı. O zaman kendisine Ermenilerin suikast hazırlamakta olduğu bildirilmişti. Bu defa Çerkez Ethem ve adamlarının İsviçre’ye gittikleri ve İsmet Paşa’nın canına kıymak isteyebilecekleri haberi veriliyordu. ‘Bunu İsviçre makamlarına haber verin, suikastçıları tutuklayıp sınırdışı etsinler’ deniyordu.
“Ermeni suikastçılar, Çerkez Ethem grubu suikastçılar vs. Lozan Konferansı boyunca İsmet Paşa’nın peşini bırakmamışlardır. Lozan Konferansı’nın birinci döneminde olduğu gibi ikinci döneminde de çeşitli suikast duyumları, ihbarları alınmıştı. Bunlar İsviçre makamlarına da duyurulmuştur. İsmet Paşa, otomobilinde küçük Türk bayrağıyla Lozan caddelerinde dolaşıyordu. Lozan Polis müdürü, bir tedbir olarak bu bayrağı kaldırmasını rica etmişti. Paşa, bunu şiddetle reddetmiş, ‘Bir İsmet Paşa ölür, yerine başka biri gelir, göreve devam eder ve bu bayrak hiç inmez’ demiştir.” (Bilâl N. Şimşir, LOZAN GÜNLÜĞÜ, Kasım 2012, s. 21)
X
“Türkiye, Lozan’la ilgili sorunları çözerken; bir taraftan da komşularıyla yaptığı anlaşmalar yoluyla çevresinde bir güvenlik çemberi oluşturmaya çaba gösteriyordu. Lozan’la ilgili sorunların çözümü TBMM, Lozan Barış Antlaşması’nı 23 Ağustos 1923 tarihinde onaylamıştı. Ancak Fransa, İngiltere ve İtalya devletleri, Antlaşmanın 24 Temmuz 1923’te imza edilmiş olmasına karşın, gerekli olan onaylama işlemleri, kasıtlı olarak Ağustos-1924’e kadar uzatılmıştı. Bu devletler, kendilerince Lozan’da Türkiye’ye verdikleri iddiasında bulunduklarını, uygun bir zamanda geri almanın hesabı içindeydiler. Bunlar, Cumhuriyet yönetiminin ülkede istikrarı sağlayıp-sağlayamayacağının beklentisiyle, eski alışkanlıklarını, bir takım olup-bittilerle kabul ettirmek istiyorlardı. Davranış ve ilişkilerinde kapitülasyonlar döneminden kalma iç işlerine müdahale alışkanlıklarını devam ettirmek eğilimini halen muhafaza ettikleri görülüyordu.
“Ancak, Cumhuriyet Türkiye’si, Ulusal Bağımsızlık ilkesine aykırı bu girişimlere kararlılıkla karşı koydu.
“Örneğin başta İngiltere olmak üzere, bazı devletler, Ankara’nın başkent olmasına karşı çıktılar. Büyükelçilerini Ankara’ya göndermemekte direndiler. Ancak, Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet hükümetinin kararlı tutumu karşısında bu direniş kırıldı. Keza ülkede bulunan yabancı okullar konusunda da kararlı davranıldı ve bu okulların Türkiye Cumhuriyeti yasalarına ayak uydurmaları sağlandı. Boğazlar Komisyonuna özel bayrak tanınması girişimini de Türkiye enerjik bir şekilde geri çevirdi.” (Cengiz Önal, Bütün Dünya, Mart 2013, s. 33, 34)
3625
X
“Fert (veya devlet adamı) mütekellim vahde (bizzat kendi adına konuşan) olsa, müsamahası (göz yumması, hoş görmesi, görmezlikten gelmesi, tolerans ve hoşgörüsü), fedakarlığı (kendini veya şahsî menfaatlerini hiçe sayması, feda etmesi) amel – i salihtir (Allah rızasına uygun hayırlı bir iş ve harekettir).
“Mütekellim maalgayr (yani başkalarının adına konuşan biri ise, meselâ bir Cumhurbaşkanı veya Başbakan millet adına konuşacak) olsa, (yukarıda sayılan tavır ve davranışları yapması ve göstermesi) hıyanet (sayılır ve hainlik etmiş, milletin güven ve itimadını kötüye kullanmış) olur.
“Meselâ: Bir şahıs (veya bir cumhurbaşkanı, bir başbakan yahut bir devlet adamı) kendi namına hazm – ı nefs (yâni tahammül) ede(bili)r. (Nefsini kırabilir, sabredebilir ve içine sindirip, sineye çekebilir.) Tefahur edemez. (Yaptıklarıyla övünemez. Ettikleriyle böbürlenemez.)
“(Fakat) millet namına tefahur eder (ve etmeli de. Nitekim milletin tarihte yaptıklarıyla iftihar edip, milletin şanlı geçmişini nazara vermekten asla çekinmemeli. Milletin kendi zamanında sergilediğimillî, manevî ve yüksek duygu ve şuurdan dolayı memnuniyetini izhar etmek hususunda çekingen bir anlayış içinde olmamalı. Gerçekleri dile getirmekten nefsini alıkoymamalı. Bu konularda sabrı bir kenara itmeli. Hakikatleri dile getirmekten sarfı nazar etmemeli. Çünkü, millet namına tefahur eder) hazm-ı nefis edemez. (Böyle durumlarda galeyana gelen nefsini bastıramaz. Bastırmamalı.)” (Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, -Yeni Asya Neşriyat- İstanbul – Aralık 2007, s. 46)
Çünkü “Hakkın hatırı âlidir (yüksektir), hiçbir şeye feda olunmaz.” (Bediüzzaman)
X
Kaldı ki, “Bir ulülemr(in halife, kadı, padişah, sultan, cumhurbaşkanı, başbakan gibi devleti idare edenlerin yani devlet adamlarının), makamındaki (büyük memuriyet ve mevkilerindeki) ciddiyeti (din ve devlet, vatan ve milletin hak ve hukukunu koruma ve gözetmesi) vakar (olup, haysiyet ve şereflerini koruma ve onurlu bir davranıştır). Mahviyeti (vazife ve görevlerini yerine getirmekte gevşek davranmaları, devlet ve millete zararlı kişiler karşısında alçak gönüllü oluşları, bu tipler karşısında yersiz tevazugöstermeleri ise) zillet (alçaklık, hakirlik ve aşağılık)tır.” ( A. g. e. s. 45 )