“İ’lem eyyühe’l-azîz! (Ey azîz kardeşim bil ki!) Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazariyle bakılırsa, nûr-u Muhammedî (Hz. Muhammed’in nûru) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.” (Mesnevî-i Nûriye’den)
Mürekkep, âdeta renkli bir su. Kalemi tutan el; kalemin ucundan dökülen mürekkebe yön ve çeki düzen vererek yazılar yazar. Her konuda. Sanki bir şey, her şey olur. İşte Hz. Muhammed’e verilen nûr da, kâinatta binbir çeşit canlı cansız varlıkların ortaya çıkmasında rol sahibi. Allah’ın yaratılış kaleminden akan mürekkep damlaları da küçük-büyük mevcudat olarak yerlerini almasında bir sebep, bir cevher, bir nûr, bir ilahî potansiyeldir.
Evet, Hz. Muhammed’in nûru, İlâhî kalemin mürekkebidir. Çünkü, Hz. Peygamber’in istekleri; Allah’ı rü’yet /görmek, ebedî olmak ve cenneti isteyiş gibi; hem dünya hem ahiret, hem madde hem mânâ için olup; kâinat ve evrenin yaratılış sebebidir.
“Es-sebebü ke’l – fâil.” / “Sebep olan yapan gibidir.” Sırrınca, bütün ümmet, tüm insanlık ona, o Nebiyyi zîşana / o şanlı Nebiye medyûn-u şükran. Şükran ve teşekkür borçludur.
X
“Eğer o âlem-i kebîr (büyük âlem denen kâinat) bir şecere (bir ağaç) tahayyül (ve hayâl) edilirse, nûr-u Muhammedî (Hz. Muhammed’in nûru) hem çekirdeği, hem semeresi (netice ve meyvası) olur.” (Mesnevî-i Nûriye’den)
Hz. Muhammed’in nûru büyük âlem denen kâinatın çekirdeği derken; onun isteklerinden onun mahiyetine / mânevî bedenine dercedilen / konulan potansiyelleri anlıyoruz.
Evet, Hz. Peygamber’in istekleri Kâinat ağacının yaratılış sebebidir. Nasıl ki, ortaya konulan inşaat malzemeleri; büyük bir binanın yapılacağını gösterir. Hz. Muhammed’e verilen çeşitli esma / isimler de onların gereği olan kâinat ve içindekilerin yaratılacağına birer işaret, birer sembol, birer delildir.
X
“Eğer dünya mücessem (tecessüm etmiş, cisimleşmiş yani maddî bir oluş olarak ortaya konulmuş) bir zîhayat ( hayat sahibi, canlı) farz edilirse (kabul edilip, var sayılırsa), o nûr (Hz. Muhammed’in nûru), onun (yani dünyanın ) rûhu olur.”
Evet, rûh beden ister. Görüneceği bir âyîne / ayna ister. Çünkü, Allah’ın zâtını hakkıyla bilmeye, görmeye yol olmadığı gibi, Allah’tan olan ve rûh’tan “nefahtü” / “üfledim” diye bahsedilen rûh’un da zâtını bilmeye, bulmaya -bilhassa bu dünyada- yol yok. İmkân yok. Bundan dolayı, rûh bedene ihtiyaç duyar. Beden ise kâinattır. Taşıyla toprağıyla mücessemlik / cisimlenmişlik arzeden büyük âlem yâni kâinat ve evren’dir.
Gerçekten, dünya büyük bir insan sayılırsa, Hz. Muhammed’in nûru onun rûhu yerindedir. Rûhsuz beden cansız olduğu gibi, Hz. Muhammed’in can veren, canlar bahşeden rûhundan ve onun nûrundan mahrûm bir dünya canlı olamaz, canlı sayılamaz.
X
“Eğer (dünya) büyük bir insan tasavvur edilirse (bir insan olarak tasarımlanır, fikren o şekilde düşünülürse), o (Muhammedî) nûr onun (yâni dünyanın) aklı olur.”
Esmanın kısmı a’zamı / İlâhî isimlerin büyük bir kısmı Hz. Muhammed’de tecellî etmekte, üstünde yansımakta; âdeta görünür hâl almaktadır. Çünkü o “ve inneke le alâ hulukin azîm” (Kalem: 4) sırrına mazhardır.
3601
Nitekim zikri geçen âyet der: “Sen, kesinlikle yüce, büyük, faziletli, saygı değer bir ahlâkı, insan tabiatına uygun üstün bir hayat tarzını, yaşamaya, benimsetmeye, öğretmeye, savunmaya memursun.” (Tefsîrî Meal – Ahmet Tekin)
Akıl ise, nûr gibi insanın sağını solunu, önünü arkasını, geçmişini, geleceğini, her türlü maddî – mânevî yolunu aydınlatmakta, her hususta bir çıkış kapısını insana göstermektedir.
Tabii o akıl, akıl olacak. İmam Gazalîlerin, İmamı Rabbanîlerin, Abdülkadir Geylânîlerin, Bediüzzamanın aklı. Marifetullahta kendini yetiştirmiş, yâni ilmi kendi ihtiyarı / kendi isteği ile kesb etmiş / kazanmış. Ayrıca kendisine ilmi ledün / Allah katından ilim verilmiş olanların, mevhibe-i İlahiye / İlahî vergiye mazhar olmuş olanların aklı.
Yoksa: “Benim de aklım var.” diye ahkâm yürütmeye kalkanların aklı değil.
Akıl göz gibidir. Göz nasıl ki, karanlıkta bir şey göremez. Çünkü ışıktan mahrum. İşte akıl gözü de bir ışığa muhtaç. Bu ışık vahiy ışığıdır.
Nitekim, vahyin projektörlüğünden mahrum kalan akıl gözü de bir şey göremez. Yani hakikatleri lâyıkı veçhile anlayıp kavrıyamaz. Çünkü karanlıktadır.
Yukarıda zikrettiğimiz allâme ve kutuplar ise, hakikatları ancak vahiy ışığı sayesinde görenler ve gösterenlerdir.
Üstelik, akıl terazi gibidir. Üretmez ama üretileni, verileni ve var olanı tartmaya yarar.
Evet, akıl gözü ancak vahiy ışığında yanlışı görür. Doğruyu kavrar. Güzel şeylerin farkına varır. Çirkin ve kötü şeylerden uzaklaşır.
Çünkü Allah, aklı, bize kendi başımıza yolumuzu bulalım diye değil. Aklı, vahyin ışığında harekete geçirerek doğruları bulma, gerçekleri kavrıyabilme âleti olarak vermiştir.
Bunun içindir ki, Bediüzzaman: “Nübüvvet, beşerde zaruriyyedir.” Demekle, aklı; Nebî’nin getirdiklerini anlamakta bir terazi gibi kullanmamızı istemiştir.
Nitekim, kitap ve peygamber göndermedikçe azap etmiyeceğini yüce Allah bildirmekte.
Zira, akıl; Hakkın varlığını sezse de, ona ne şekilde tapılacağını, kulluk yapılacağını ve onun muradını bilemez. Çıkaramaz. Bulamaz. Bunun içindir ki, mes’ûl ve sorumlu da olmaz.
Çünkü âyet der: “Ve ma künna muazzibîne hattâ neb’ase resûlen.” (İsra: 15) / “Biz elçi göndermedikçe azap edecek değiliz.” (Prof. Dr. Süleyman Ateş’in Mealinden.)
3602