İslam kaynakları inanmış bir Müslüman’ın havf ile reca yani korku ile ümit arasında bir denge sağlaması gerektiğini bildirmekte. Bu konuda bir hadis-i şerif şöyle: “Müminin ümidiyle korkusu tartılsaydı birbirine tam denk gelirdi.” (Beyhakî; Ahmed)
Kısaca, “Korku halinde kulun Allah’tan ümidini kesmemesi, ümit halinde de Allah’ın gazabından emin olmaması gerektiği” ifade edilir.
Korku ile ümit dengesini sağlamak Allah’a karşı iyi bir kul olmanın vasfı olduğu gibi, Türk Milletinin bir mensubu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşı olarak da korku ile ümit dengesini sağlamak mecburiyetini hissediyorum.
Biliyorum ki, ümitsizlik mücadele, dayanma ve direnme gücümüzü kaybettirirken, aşırı ümit ise eksik ve kusurlarımızı görmememize sebep olur.
*****
Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlarda korku ve endişelerimizin ağır basmasına yol açan çok önemli gelişmeler olduğu gibi, ümitlenmemiz için de mevcut bir kısım başarılarımızın ve daha önemlisi çok ciddi potansiyelimizin olduğu da muhakkak.
Bölücü terör örgütünün uzantılarını her gün Türk Milletine meydan okumalarını seyretmekten, gelen şehit haberlerine (bugün de 5 şehidimiz var) üzülmekten ve bunlardan da ağır gelecek şekilde hükümet mensuplarının “bak istediğiniz her şeyi yapıyoruz, lütfen açlık grevini sürdürmeyin” şeklindeki pes etmiş ve yalvaran tarzda konuşmalarını dinlemek endişelerimizi artırmakta…
İmralı’daki teröristbaşının talimatıyla başlatılan ve istenilen siyasi talepler karşılanınca yine aynı kişinin talimatıyla sona erdirilen açlık grevleri karşısında, hükümetin tavrı milletimizde askerimizin başına çuval geçirilmesi benzeri bir travma yarattı.
İmralı’daki mahkûmun hapishaneden terör örgütünü yönetmesine izin verilmesine kahrolup, devletin teröristleri muhatap alarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının ve kanunlarının nasıl olması gerektiğini pazarlık etmesinden ümitsizliğe kapılmaktayız.
Bundan yüz yıl önce büyük bir felaket yaşadık. 15 günde Balkanları yani şimdiki vatan coğrafyamızın beşte biri kadar toprağımızı ve 1,5 milyon insanımızı kaybettik, daha da fazlası göçmen oldu. Bu facianın yüzüncü yılında “bize bir şey olmaz” zihniyetiyle, “özgüveni olan devletler böyle yapar” diyerek, memleket topraklarının yüzde onunun yabancılara satışına (hem de karşılıklılık ilkesini kaldırarak) izin veren kanunu çıkardık.
Hükümetin büyükelçilere “topraklarımızı pazarlayın” talimatı, şimdiden belli şehirlerde yoğunlaşan yabancıların alımları karşısında vatanımızın geleceğini düşünüp korkmaktayız.
TBMM’de, terör örgütü ile “Oslo görüşmelerinde” mutabakat sağlandığı söylenen konularda, peş peşe kanuni düzenlemeler yapılması canımızı yakmakta.
Yeni çıkarılan Büyükşehirler Kanunu ile BDP’nin güçlü olduğu illerde özerk eyalet sisteminin oluşmasına idari zemin hazırlandığından endişeleniyoruz.
İktidar partisi sayısal çoğunluğunu kullanarak “ana dilde savunma hakkı” adı altında “Türkçe bilenlere de istediği dilde savunma hakkı” veren kanunu çıkardı. Şimdi de “kamu hizmetlerine ana dilde erişim hakkı” verme hazırlığı ile de BDP/PKK kanadının alan hâkimiyetinde olan bölgelerde Türkçeyi ikincil dil haline getirme yolu açılmakta. Bir sonraki adımı düşünerek “bölünmekten” korkmaktayız.
Suriye ile savaşın eşiğine gelinmesi, diğer komşularla ve İsrail ile yaşanan gerilimlerin bölünme riskini artırdığını görmekteyiz.
Bazıları bana evhamlı diyecek ama bölünmekten daha da vahim olarak bir beka meselemiz bile gündemde. Çünkü “yeni anayasa” çalışmaları kapsamında Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi tartışılmakta. Sanki mevcut devletimizi yıkılıp yeni bir devlet kuruluyor. Kurucu iradenin temel tercihleri olan “milli ve üniter devlet, dini grupların (ve ordunun) siyaset dışında tutulması, bağımsızlık anlayışı, vatandaşlık tanımı vd. konularda bambaşka bir anlayışla anayasa yapılmaya çalışılmakta. Devletin adı ve kurucu unsuru olan Türk adı bile anayasadan çıkartılmak istenmekte.
*****
Korku ile ümit arasındaki dengeyi nasıl sağlayacağımı bilemiyorum.
Şahsi meselelerim olsa idi “Allah var gam yok” der geçerdim. Meselelerimin çözümü için özgüvenimi sağlam tutarak daha fazla gayretle çalışırdım.
Tevekkül içerisinde ama “deveyi sağlam kazığa bağladıktan sonra” kendimi Allah’a emanet ederek “huzur” soluklanırdım.
Necip Fazıl mısrasıyla kendime tembihlerdim: “Tohum saç, bitmezse toprak utansın.“
Ancak kendi etki alanımın dışında kalan yani sadece devlet yöneticilerinin milletine güvenen, basiretli ve cesur politikaları ile çözümlenebilecek meseleler bunlar.
*****
Dünyayı ekonomik kriz sallarken bu alandaki sıkıntıları asgari seviyede tutmak, ortalama yıllık yüzde 5′ lik geleneksel kalkınma hızı içinde kalkınmaya devam ediyor olmak, bütünlük ve bekamıza dair korku ve endişelerimizi dengelemeye yeterli değil.
Aklımla korku ve ümitlerimi dengeleyemiyorum. Korkularım ağır basıyor.
Bu kadar olan biteni gördükten sonra “hikmet-i hükümetten sual olmaz” veya “bizi yönetenlerin bir bildiği vardır” da diyemiyorum.
Bizi yönetenlerin aklını ve mevkiini değiştirmek de benim elimde değil.
“Kurtuluş Savaşı yıllarındaki ahval ve şeraitten daha elim bir vaziyette” olmayışımız da beni teselli etmiyor.
Çünkü bu savaşı veren atalarımızın ödediği bedeli bu nesil ödememeli diye düşünüyorum.
Ancak etki alanım içinde mücadele ve direnme gücümü kaybetmemek için ümide ihtiyacım var.
Ümidimi artırabilmek için, atalarımızın yaptığı gibi, duvara “Bu da geçer Yâ Hû” levhası asıp müsekkin (teskin edici ilaç) niyetine günde en az 33 defa okumayı deneyeceğim.