Yılın beşinci ayının adı, eski Yunan tanrılarından Hermes’in annesi Maia’dan gelmektedir.
Mayıs, eski Roma takviminin üçüncü ayı idi. Bu günkü konumuna, Jül Sezar zamanında erişti. Kuzey yarıkürede ilkbaharın sonu olan Mayıs, güney yarıkürede sonbaharın sonu, kışın başlangıcıdır.
Türk tarihinin en parlak, en muhteşem zaferlerle süslenmiş ayı, şüphesiz Ağustos’tur. Mayıs, çok farklı olayların yaşandığı önemli bir ay olarak dikkati çeker.
1 MAYIS NE BAYRAMI?
Kimilerine göre Bahar Bayramı, kimilerine göre de İşçi Bayramı. Hâfızâlarda kalan izlere göre 1 Mayıslar, ülkemizde kardeş kanının akıtıldığı korkulu günlerdir. Geçmiş yıllarda, neyi kutladıklarını bilmeyen sorumsuz kuruluşlar ve kötü niyetli insanlar, kanlı çarpışmaları, yağmalamaları, vitrin camı kırma eylemlerini… kızıl bayraklar açarak gerçekleştirdiler. O günler, bizim acılı günlerimizdir.
Ülkemizde, işçilerle ilgili hiçbir olumlu gelişmenin oluşum tarihi 1 Mayıs değildir. 1 Mayıs Bahar Bayramı da değildir. Resmî tâtil ve bayram günleri arasında 1 Mayıs yoktur. O halde 1 Mayıslarda sokağa dökülenler neyi kutluyorlardı?
1 Mayıs, komünist rejimin uygulandığı ülkelerde, eski tarihlerden kalma köhnemiş bir âdetin uygulama günüdür. Ve o âdetin günümüzde hâlâ devam ettirilmek istenmesi, bir kızıl irtica olayıdır.
O günleri nefretle anıyor, o günlerin geride kalmış olmasından dolayı mutluluk duyuyoruz.
1 Mayıs, 2009 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 22 Nisan 2009 tarihli toplantısında Emek ve Dayanışma Bayramı olarak kabul edildi.
Sözde kutlama sırasında yine olaylar yaşandı. Vitrin camları kırıldı, polisten ve göstericilerden yaralananlar oldu. Kırılan vitrin camları bedelinin 8-10.000 TL olduğu tahmin ediliyor. Can ve mal güvenliklerinin tehdit altında olduğunu düşünen ve çıkması muhtemel olaylardan endişe ettikleri için dükkânlarını açamayan işyerleri sâhipleri de alışveriş yapamamaları sebebiyle zarara uğradılar. Pangaltı, Nişantaşı, ve Cihangir semtlerinde polisle karşı karşıya gelen göstericiler, polislere molotof kokteyli ve kaldırımdan söktükleri taşlarla saldırdılar. Polis de tazyikli su ve biber gazı sıkarak karşılık verdi. Göstericilerin bâzıları polise, sapan taşı ile metal bilyeler attılar. İyi giyimli bâzı işçiler, 1 Mayıs’ı ellerindeki çekiçler, gözlerinde ve sözlerinde nefretlerle kutladılar. İstanbul’da 48 yaralı var. 108 kişi gözaltına alındı.
Bu nasıl bayram kutlamak?
Bayramlar tebrik edilir. Böyle kutlanan (?!) bayrakları nasıl tebrik ederiz?
Aziz ve necip milletim! Geçmiş olsun.
3 MAYIS MİLLİYETÇİLER GÜNÜ
Türk Milliyetçiliğinin önder şahsiyeti Hüseyin Nihal Atsız, çıkarmakta olduğu dergide, dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na hitaben açık mektup yayınlar. Sabahattin Ali, bu mektupta kendisine hakaret edildiği iddiasıyla dâvâ açar. Dâvânın ilk duruşmasından sonra milliyetçiler Ankara’da bir yürüyüş gerçekleştirirler. Maksat, Sabahattin Ali’yi protesto etmek, Atsız’a destek vermektir.
Yürüyüş; o güne kadar duygu, fikir ve edebiyat alanında sessizce gelişen Türk Milliyetçiliği ülküsünün ilk aksiyonudur.
Başlangıçta Türk Milliyetçileri, o acı günleri, hüzünle anmak için toplanıyorlardı. Dâvânın mağdurlarının tamamı uzun yıllar sonra suçsuz bulunup beraat edince, toplantılar bayram günü kutlamalarına dönüştü. Adına Türkçüler Bayramı denildi. 1988 yılı kutlamalarında merhum Başbuğ Alparslan Türkeş, ‘Türkçülük’ kelimesinin ırkçılık kavramını çağrıştırdığını belirterek, 3 Mayıs için ‘Milliyetçiler Günü’ denilmesinin uygun olacağını söylemişti.
06 MAYIS: HIDRELLEZ
Kelimenin doğrusu: Hızır İlyas’tır. Hızır, ölümsüz olduğuna inanılan bir peygamberin adıdır. Çâresiz kalan inançlı insanlar, rahatlamak için çözüm bulduklarında, ‘Hızır, imdadına yetişti!‘ denilir. Burada ismi geçen Hızır, ölümsüz hayata mazhar olan Hızır Aleyhisselâm’dır.
Hıdrellez; Rûmî takvime göre Nisan’ın 23. günü, milâdî takvime göre Mayıs’ın 6. günüdür. Bu güne Hıdrellez denmesinin sebebi şöyle açıklanır: Hızır Aleyhisselâm, kendisi gibi peygamber olan ve ölümsüz hayata sâhip bulunan İlyas Aleyhisselâm ile Hıdrellez günü buluşmuşlardır. Ve o gün, dertlilere devâ, hastalara şifâ dağıtmışlardır.
Musâhip zâde Celâl, eski halk âdetlerini çok iyi bilen bir yazarımızdı. Eski İstanbul Yaşayışı isimli eserinde Hıdrellez’i, Hıristiyanların Noel babası’na benzetir. Musâhip-zâde şöyle anlatır:
“Bizim de, Hıristiyanların Noel baba’sına benzetebileceğimiz bir babamız vardır. Adına Hızır Baba – Hızır İlyas deriz. Bir karşılaştırma yaparsak, benzer taraflarını da ayrı oldukları tarafları da görürüz. Noel, kışın kar yağarken gelir. Kırmızı mantosu, püsküllü külâhı, beyaz sakalı ile bacalardan odalara girer, çocuklara hediyeler getirir. Bizim İlyas babamız ise, baharın müjdecisidir. Pembeli, sarılı, allı – morlu bahar çiçeklerinden yapılmış cüppesi vardır. Al renkli külâhına sardığı baharın çimenleri gibi zümrüt yeşili pırıl pırıl parıldayan sarığının ucu, nurlu yüzünü ve aksakalını okşar.
Halkımız, geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrek altınlar bulunan kırmızı kesecikleri bağlar. Hıdrellez’in veya eski deyimi ile Hızır İlyas’ın bereket getirmesi için keseleri bağlarken besmele çeker. Açarken de besmeleyi ihmal etmez. Hızır İlyas, keseye para koymamışsa kimse üzülmez. Çünkü kesenin dolması için gelecek Hıdrellez gününe kadar beklenmesi gerektiğini bilir. Yine olmazsa, dilek tekrarlanır. Hızır İlyas, mutlaka imdada gelecektir.
Genç kızlar, gül fidanlarının dibine kaydıkları toprak çömleklere kendilerine ait yüzük, küpe, düğme ve kolye gibi eşyalar koyarlar. Çömleğin ağzı bir yemeni ile bağlanır. Umulur ki Hıdrellez, kırmızı pabuçları ile bastığı yerlerde renk renk çiçekler açarak gelecek, elindeki değneğini dokundurduğu gül fidanlarında güller açacak, gül dibine konan çömleğe, dilek sahibinin kısmetini bırakacak. Sonra, bülbüllerin aşka gelip dem çekmeye başladığı saatlerde, geldiği gibi sessizce kayıp gidecek. Andında canlı bir bahar bırakarak…”
Eski İstanbul’un keyif ehli insanları, baharın Hıdrellez ile geldiğini düşünürlerdi. O gün çantasını, sepetini ‘nevâle’ denilen pratik yiyeceklerle doldurur; Kâğıthâne, Çırpıcı, Veli efendi, Okmeydanı Çayırı’na, Çamlıca’ya, Fikirtepesi’ne veya Beykoz Çayırı’na giderdi. Zenginlerin sepetinde; kuzu dolması, süt, yoğurt ve böreklerle helva bulunurdu. Sevenlerin sarılışması dileğiyle sarmalar, ambarların dolması dileğiyle dolmalar yapılırdı. Renk renk boyalarla süslenmiş yumurtalar, zengin ve fakir…, herkesin vazgeçemediği nevâle idi.
Hıdrellez günü yeşermiş çayırlarda, önde davul – dümbelek, zilli maşa, keman ve ud çalan sâzendelerin bulunduğu kişiler olmak üzere beşer – onar kişilik ekipler, sabahtan akşama kadar yeşillikler arasında dolaşıp dururlardı.
Salıncaklarda çocuklar ve büyükler sıra ile sallanır, şarkılar ve türküler söylenir, oyunlar oynanırdı. Eski zamanlarda Hıdrellez, mutlaka kutlanması gereken önemli bir gündü. 6 Mayıs, binlerce yıldan beri Türkistan’dan Balkanlar’a, Orta Doğu’dan Kafkaslara kadar uzanan Türk Kültür coğrafyasında halkın bahar bayramı olarak kutlanmaktadır.
14 MAYIS 1950: DEMOKRASİ BAYRAMI
Ülkemizde ilk çok partili seçim, 1946’da yapıldı. Muhalefetteki Demokrat Parti (DP), bütün illerde teşkilâtlanamamıştı. Açık rey – gizli tasnif denilen çarpık bir sistem uygulanıyordu. Bu sebeple, büyük bir başarı elde etmesine rağmen iktidar olamadı. 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimi, demokrasinin zaferi oldu. DP, ezici bir çoğunlukla iktidara geldi. Millet, vesâyet altında tutulmaktan kurtuldu. Ülkede hızlı bir kalkınma hamlesi başlatıldı. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin uyguladığı jakoben ve anti milliyetçi yönetimi sona erince, fikir ve düşünce hürriyeti ortamı doğdu. Bu ortamda kurulan Türk Milliyetçiler Derneği, kısa zamanda hızla gelişti. DP iktidarının bir kısım ileri gelenleri, bu gelişmeden endişe ettiler ve derneği mahkeme kararı ile kapattılar. Bu sebeple DP iktidarı, milliyetçi muhafazakâr çevrelerden sağladığı desteği önemli ölçüde kaybetti. Bu kayıp DP için bir ölçüde sonun başlangıcı oldu. DP, pek de önemli sayılmayacak başka yanlış uygulamalara da girişti. Fakat genel olarak olumlu hizmetlere ve başarılara imza attı. DP, parti olarak kapatılmakla birlikte, fikriyatı ve icraatı, sonradan kurulan pek çok parti tarafından devam ettirildi, ettiriliyor. Günümüzde isim olarak da yaşıyor.
16 MAYIS 1919: M. KEMAL PAŞA’NIN SAMSUN’A HAREKETİ
Mustafa Kemal Paşa’nın, Samsun’a gitmek üzere İstanbul’dan yola çıkışı ve öncesindeki olaylar, tarihimizin az bilinen bir dönemidir. Buna rağmen çok tartışılmıştır. O günlerde İstanbul işgal altındadır. Beşiktaş ve Dolmabahçe önlerinde, Fransız ve İngiliz donanmasına ait gemiler mevzilenmiştir. Ordumuzun silâhları alınmıştır. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ve ondan önce de millî duyguları geliştiren, istiklâl düşüncesini yaymaya çalışan Türk Ocakları kapatılmıştır. Bu şartlar altında, Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nı başlatacak olan Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki 18 kişi, Bandırma Gemisi’ne binip İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e nasıl açılabilmişlerdir?
Bu sorunun cevabı, resmî tarihlerde yer almaz. Soruyu cevaplayanlar da cezalandırılmıştır. Gürün Lisesi Müdürü Reşat Nuri Kaçmaz, cezalandırılanlar arasındadır. Yıllar sonra, Osmanlı’yı kötüleme kampanyaları, kampanyaya destek veren ekiple birlikte etkisiz kalınca gerçekler konuşulmaya başlanmıştır.
Yazar Şevket Rado, 12 yıl Atatürk’ün özel hizmetinde bulunan Cemal Granada, gazeteci yazar Falih Rıfkı Atay ile Niyazi Ahmet Banoğlu ve Atatürk’ün yakın akrabası Cemal Bolayır; kaleme alıp kitap halinde yayınladıkları hâtırâlarında olayı gün ışığına çıkarmışlardır. Az bilinen gerçekler şöyledir: Son Osmanlı Pâdişâhı Sultan Mehmet Vahidettin Han, Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemal Paşa ile baş başa ve âdetâ diz dize denilebilecek yakınlıkta görüşüyor. Bu görüşmede mutabakat sağlandıktan sonra, 6 Mayıs 1919’da, Osmanlı Devleti Vekiller Heyeti’ne, Mustafa Kemal Paşa’nın Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne tâyin edilmesi için karar imzalattırılıyor. Sonra İngiliz Konsolosluğu’ndan, mâkul bir gerekçe hâline getirilmeye çalışılan gerçek dışı anlatımlarla, bizzat pâdişah tarafından özel izin alınıyor. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışının, Pâdişâhın istek ve desteği ile yapılmış olmasının, Kurtuluş Savaşı’nın azâmetine gölge düşüreceğini zannedenler, gerçekleri milletimizden saklamaya çalışmışlardır.
18 MAYIS 1944: KIRIM TÜRKLERİ’NİN TOPYEKÜN SÜRGÜNÜ
Türk Milleti bir bütündür. Misak-ı Millî sınırlarımız dışında kalan soydaşlarımızın yaşadığı acılar da yakın tarihimizin bir parçasıdır.
Kırım Türkleri, 1441 yılında Hacı Giray’ın önderliğinde devletlerini kurdular. 1454 yılında Fatih Sultan Mehmed Han’ın desteği ile Cenevizlileri yendiler. Osmanlı Devleti’nin himâyesinde tam 300 yıl huzur ve güvenle yaşadılar. Moskova’ya seferler düzenlediler, Rusların korkulu rüyâsı oldular. Osmanlı Orduları ile savaşlara katıldılar, zaferlere müşterek imzalar attılar.
Rusya’nın gelişme politikalarını uygulamaya koyduğu dönemlerde Osmanlı Devleti güç kaybediyordu. Diğer taraftan, Kırım’da taht kavgaları vardı. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım, Osmanlı’dan kopartıldı, bağımsızlaştırıldı. 1783’te ise Kızıl Ordu Kırım’ı işgal etti. Kırım Türkleri, gruplar hâlinde Ak Topraklar olarak adlandırdıkları Anadolu’ya ve o dönemde Osmanlı toprağı olan Dobruca’ya göç ettiler. 1900’lü yılların başında göç edenlerin sayısı 1.500.000, Kırım’da hayat mücâdelesi verenler ise 300.000 kişi idi. İkinci Dünya Savaşı’na kadar ve savaş yıllarında Kırım Türkleri, tükenişin eşiğine gelmişti. Müslüman ve Türk düşmanı kızıl diktatör Stalin, Kırım Türkleri’nin savaş sırasında Almanlarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle top yekûn sürgün kararı aldı. Karar, 18 Mayıs 1944’te uygulandı. 423.100 kişiden oluşan Kırım’ın Türk nüfusu, hayvan taşınmasında kullanılan tren vagonlarına, patates çuvalı istif eder gibi dolduruldular. 57.000 kişi 0 – 5 yaş arası çocuk, 68.000’i, 60’ın üzerinde yaşlı insanlardı. Yolculuk sırasında 195.371 kişi öldü. Hayatta kalabilenlerin % 3’ü, varış noktasındaki yerleşim yerlerinin olağan üstü kötü şartlarına dayanamayıp hayatlarını kaybettiler.
Sürgün hayatı tam bir işkence idi. Kırım Türkçesiyle konuşanlar, şarkı-türkü söyleyenler en ağır şekilde cezalandırılıyordu. 23 Nisan 1978 günü, Musa Mahmut isimli bir Kırım Türkü, soydaşlarına yapılan işkenceleri protesto etmek için kendisini yaktı. Musa Mahmut’u yakan ateş, Kırım Türklerinin şuurlarındaki bağımsızlık, hürriyet ve vatan aşkının meş’alesi oldu. Bir dizi toplu gösterilerden sonra vatan Kırım’a dönüş hakkını elde ettiler. Ata yurduna dönebilenlerin sayısı 1993 yılında 260.000 kişiydi. Onlar Kırım’ı yeniden Türkleştirme ve Müslümanlaştırma gayreti içerisindeler. Bir o kadarı daha; sürgün yeri olan Sibirya, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’da vatan hasreti içerisinde, Ukrayna Cumhuriyeti’nin kabul kararını bekliyor.
19 MAYIS 1919: MUSTAFA K. PAŞA’NIN SAMSUN’A ÇIKIŞI
Mustafa Kemal Paşa, beraberindeki 22 kişilik heyetle birlikte Samsun’a çıktığında, kendi anlatımı ile: Vaziyet ve manzara-i umumiye şöyle idi: ‘Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin dâhil olduğu grup yenilmişti. Osmanlı Ordusu’nun elindeki silâhlar alınmış, devlet; şartları ağır bir mütâreke imzalamıştı. Millet yorgun ve fakirdi. Ülke âdetâ paylaşılmış ve işgal edilmişti.‘
Bu perişan ve ümitsiz duruma rağmen ülkenin vatansever evlâtları, kan ve can pahasına kazanılan aziz vatan topraklarını, aynı bedellerle korumak ve yeniden kazanmak amacıyla teşkilâtlanmışlardı. Millî Kongre Cemiyeti, Kilikyalılar Cemiyeti, Müdafaa-i Hukuk ve Hukuk-ı Milliye Cemiyetleri bu amaçla kurulmuştu. Mustafa Kemal Paşa bu cemiyetleri birleştirip Heyet-i Temsiliye dönemini başlattı ve çete-gerilla savaşı yapmakta olan eli silâh tutabilen insanlardan düzenli bir ordu oluşturdu. Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile heyeti Temsiliye dönemi, 23 Nisan 1920’ye kadar devam etti. Bu tarihte Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümeti oluşturuldu.
19 Mayıs 1919’da sembolik olarak başlayan Kurtuluş Savaşı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin aldığı kararla fiilen başlatıldı. Savaş 30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Savaşı ile askerî alanda, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile de siyâsî anlamda sona erdi. Aynı yılın 29 Ekim’inde de yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu dünyaya ilân edildi.
27 MAYIS 1960: ASKERÎ DARBE
27 Mayıs 1960 İhtilâli, Cumhuriyet tarihimizin en çok tartışılan olaylarından biridir. Hareketi; demokrasinin yeniden doğuşu, rejimin kurtuluşu olarak değerlendirenler olduğu gibi, millî irâdeye silâh çekildiğini ileri sürerek mahkûm edenler de oldu.
27 Mayıs hareketi ile, Adnan Menderes’in diktatörlüğünü ilân etme eylemine engel olunduğu iddiası; hareketi haklı gösterme propagandasının şişirdiği balondur. Çünkü Menderes, erken seçim kararını bir yıl önceden almıştı.
Demokrat Parti (DP) döneminin hatâları yok muydu? Vardı elbette. 27 Mayıs ile o hatâlar düzeltilmedi, katmerlendi. İhtilâlin temel sebeplerinden biri olarak iktidarın muhalefete tahammülsüzlüğü gösterilir. Karşısındaki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin bu olumsuzluktan uzak olduğunu kim iddia edebilir? CHP’nin diğer eksikliklerini de hesaba katmamız gerekir. CHP, tek parti döneminden kalma alışkanlıklarını sürdürüyordu. Halkı ve temsilcilerini küçük ve hatta vesâyet altına alınması gerekli topluluk olarak görüyor, onları aşağılıyor ve tahrik ediyordu. Okuma yazma bilmeyenlere oy hakkı verilmemesi düşüncesi o zihniyetin en çarpıcı buluşudur.
CHP’de, iktidarı kaybetmenin oluşturduğu kırgınlıklar; hukuk tarihinin acılı sayfalarını oluşturan Yassıada Duruşmaları’ndan sonra da devam etti. Üç idamı yeterli görmeyenlerin, mahkemenin suçsuz bulduğu milletvekillerini serbest bırakılmasına tahammül edemeyenlerin sayısı hiç de az değildi.
Aynı tahammülsüzlüğü 27 Mayıs yönetiminde de görüyoruz. 14’lerin, 147’lerin ve Eminsular’ın tasfiyesi, tahammülsüz uygulamaların akılda kalanlarıdır. Radyolardan yayınlanan Yassıada Duruşmaları’nda savunma hakkının kısıtlanması, adâletin terâzisine yansıyan çarpıklıklar olarak hatırlanıyor.
27 Mayıs Hareketi, elinde silâh bulunduranların, devlet idaresinde gözü ve gönlü olması gibi bir arzunun daima diri kalmasına yol açtı.
29 MAYIS 1453: İSTANBUL’UN FETHİ
Bir Hadis-i Şerif’te, İstanbul’un (Müslümanlar tarafından) fethedileceği müjdelenmiş ve şehri fethedecek kumandan ve askerleri methedilmiştir. Bu gerçekler, tarih boyunca İslâm Orduları’nın İstanbul’a yönelmesine vesile olmuştur. Müslümanlar İstanbul’u fethetmek maksadıyla ilk defa, Üçüncü Halife Hz. Ömer (ra) döneminde, 668 – 669 yılları arasında kuşattılar. İkinci kuşatma, Emeviler döneminde, 713- 717 yılları arasında gerçekleşti. Üçüncü kuşatma, 781 yılında, Abbasî Halifelerinden Hârun Reşid döneminde oldu.
Türk ırkına mensup orduların ilk kuşatması, 617 yılında gerçekleşti. Bu ilk Türk kuşatmasını gerçekleştiren Avar Türkleri, 626 yılında şehri tekrar kuşattılar. Avarlar, deniz gücüne sâhip olmadıkları için iki seferinde de başarı elde edemediler. Üçüncü kuşatma: 813 yılına rastlar. Onlar, Bulgar Türkleri idi. 1090 yılında Peçenek Türkleri şehri kuşattılar. Sonuç alamadılar. Bu dört kuşatmayı gerçekleştiren Türkler, Müslüman değildi.
Müslüman Türkler içerisinde İstanbul ile ilk ilgilenenler, Anadolu Selçukluları oldu. 1080 yılında şehri almak için Üsküdar’a kadar geldiler. Haçlı Seferi sebebiyle fetih gerçekleştirilemedi.
1390 yılında Yıldırım Beyazıd İstanbul’u kuşattı. Hemen ardından, ağır bir vergi karşılığı kuşatmayı kaldırdı. 7 yıl sonra Anadolu Hisarı’nı yaptırarak şehri tekrar kuşattı. Şehri almak üzere idi. Emir Timur’un ordularıyla Anadolu’da ilerlemekte olduğu haberini alınca kuşatmayı kaldırmak mecburiyetinde kaldı. Yıldırım Beyazıd’ın oğlu Musa Çelebi, 1411’de İstanbul’u kuşattı ise de alamadı. Yıldırım Beyazıd’ın torunu Sultan İkinci Murad’ın 1422 yılındaki kuşatması da Bizanslıların Anadolu’da çıkarttıkları isyan sebebiyle yarım kaldı.
1451 yılında, Sultan İkinci Mehmed Han, ikinci defa Osmanlı tahtına oturunca, Anadolu Hisarı’nı tâmir, Rumeli Hisarı’nı inşa ettirdi. Matematik ve balistik ilminde bir dehâ idi. Plânlarını bizzat hazırladığı büyük ve ayrıca uzun menzilli toplar döktürdü. Osmanlı tahtında oturan 21 yaşındaki pâdişah kararlı idi. Canı pahasına da olsa, İstanbul’u alacaktı.
24 Mart 1453 Cuma günü, ordusuyla Edirne’den yola çıktı. 5 Nisan’da Bayrampaşa’da otağ kurulmuştu. 6 Nisan günü Cuma namazından sonraki duâlar bitirilince, kuşatma başlatıldı. Şehrin zayıf noktasının Haliç tarafında olduğunu belirleyen Sultan, 67 gemiden oluşan donanmasını 22 Nisan’da Tophane – Dolmabahçe-Tepebaşı – Kasımpaşa güzergâhından Haliç’e indirdi. Bizans kuvvetlerine ikinci cephe açılmıştı. İmparator Drageses, akıbetini anlamış, vergi karşılığında kuşatmanın kaldırılması teklifinde bulunmuştu. Sultan, karşı teklifini gönderdi, kabul edilmedi. Karşılıklı top ateşleri 18 Mayıs’a kadar devam etti. 23 Mayıs’ta Sultan, son barış teklifini iletti: ‘İmparator ve halktan isteyenler, her şeylerini alıp, diledikleri ülkeye gidebilirler. Kalmak isteyenlerin mal ve canları – ırzları, bizim teminatımız altındadır.‘ Bu teklife de olumlu cevap alınamayınca, 28 Mayıs günü büyük taarruz başlatıldı. Gökyüzüne yükselen tekbir sesleri, Bizanslıların morallerini sıfırlamıştı. Mehter takımı cenk havasını vurmaya başlayınca şehir halkı duâ için kiliselere kapandı. Şehir artık savunmasızdı. 29 Mayıs 1453 sabahı Müslüman Türk Ordusu, İstanbul’a girdi.
Fetih gerçekleşmişti. Bu fetih, Bizans İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden silmekle kalmadı, Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı başlattı.
İstanbul, 4 yıl boyunca imar ve âdetâ yeniden inşa edildikten sonra, 1457’de Osmanlı Devleti’nin başşehri oldu.