24 Nisan; bütün dünyadaki Ermenilerin sözde Ermeni soykırımına dair kocaman bir yalanın yıldönümü. Çeşitli ülkelerdeki Ermeniler bugün tören düzenleyecekler. En acıklı törenin de sözde Ermeni soykırımını tanıyan ve anıt diktiren Fransa’da yapılacağı muhtemeldir.
24 Nisan Ermeni (Sözde) Soykırımını Anma Günü denen gün aslında ve ancak, Türklerin Ermeniler tarafından kalleşçe katledilmelerinin yıldönümü olabilir. Fakat ne yazık ki sesimizi dünya kamuoyuna duyuramadık.
Büyük Selçukluların 1071 Malazgirt savaşında Bizans’ı yenmesiyle Anadolu kapıları Türklere açılır ve Ermeniler bu dönemden itibaren Türklerin yönetimi altına girer. Ermeniler, 1157 yılına kadar Büyük Selçukluların, 1194’e kadar Irak Selçukluları’nın, sonra da Harzemşahların, daha sonra İlhanlıların yönetiminde kalmışlardır. İlhanlılar dağılınca Ermeniler, 1334 yılında Celayirlilerin, 1383’te Timur’un ölümünden sonra Karakoyunlularla, Akkoyunluların yönetimi altına girmişlerdir.
Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’nin 1473’te Akkoyunluları yenmesiyle Ermeniler Osmanlıların yönetimi altına alındılar. Daha sonra İranlıların yönetiminde kalan Ermeniler Kanuni Sultan Süleyman Han döneminde 1555 Amasya Antlaşması ile Osmanlı himâyesini kabul etiler.
Osmanlı Devleti, Ermenilere karşı sürekli iyi davranmış, her zaman millî geleneklerine ve dînî düşüncelerine saygılı olmuştur. Osmanlı ülkesinde yaşayan Ermeniler, askere alınmadıklarından bütün çocuklarını ticaret, ziraat ve sanayiye yönlendirmişlerdir. Ermeniler de Osmanlılara karşı pek problem çıkarmamışlar ve Millet-i Sâdıka – sadık millet olarak görülmüşlerdir. Hatta bu tutumlarından dolayı o kadar hür bir şekilde yaşamışlardır ki içlerinden bakanlar, büyükelçiler, memurlar, sanatçılar, doktorlar, üst düzey devlet memurları bile çıkmıştır.
Bu durum 19. yüzyılın son çeyreğine kadar sürmüştür. Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemine girmesini takiben; Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun teşvikiyle, Osmanlı’yı oluşturan milletler birbiri ardına bağımsızlık mücâdelesine girişmişler ve bunda başarı sağlamışlardır. Bu gelişmeler Ermeniler için de örnek teşkil etmiş, onlar da Osmanlıları parçalamak isteyenlerin maddî ve mânevî desteğiyle yer yer ayaklanmalar başlatmışlardır.
Türk düşmanı devletler, Osmanlı Devleti’ndeki sömürgeci çıkarlarını sürdürebilmek maksadıyla Ermenilerle daha çok ilgilenmeye başlamışlardır. Bu ilgi önceleri Fransa, İngiltere ve Rusya’da başlamış, sonraları ABD de katılmıştır. Ancak hiçbir devlet Ermenilerin istek ve bekleyişlerini Rusya kadar planlı, bilinçli ve programlı bir şekilde kendi çıkarları için kullanmamıştır.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından imzalanan Ayastefanos Anlaşması’nın Osmanlı Devleti’nin kabullenmek mecburiyetinde kaldığı 16. maddesi şöyledir: Ermenistan’dan Rusya askerinin istilâsı altında bulunup Osmanlı Devleti’ne verilmesi gereken yerlerin boşaltılması oralarda iki devletin dostane ilişkilerinde zararlı karışıklıklara yol açabileceğinden, Osmanlı Devleti Ermenilerin barındığı eyaletlerde mahallî menfaatlerin gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti eder.
Anlaşmanın bu hükmü esas itibariyle bağımsızlık kazanmak isteyen Ermenileri tam anlamıyla tatmin etmemiş olsa dahi Ermeni Meselesinin tarihte ilk defa bir milletlerarası belgeye yansıması ve Ermenistan diye bir bölgenin varlığından söz etmesi yönlerinden büyük önem taşımaktaydı.
Keza 1878 yılında toplanan Berlin Kongresi sonucunda imzalanan Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi ise Ayastefanos Anlaşması’nın 16. maddesi yerine şu hükmü getirmiştir: Osmanlı Hükümeti halkı Ermeni olan eyaletlerde mahallî ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatı yapmayı ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini garanti etmeyi taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri devletlere bildireceğinden, bu devletler söz konusu tedbirlerin uygulanmasını kontrol edeceklerdir.Berlin Antlaşması’nın bu hükmü ile Türk – Ermeni ilişkilerine yabancı güçlerin müdâhale edebilme hakkı tanınmış olmaktadır.
Ermenilere bu hain güçlerce, Doğu Anadolu’da bir Ermenistan devletinin kurulması vaat edilmiştir. Halbuki söz konusu dönemde bu bölgedeki Ermeni nüfusu bölge genel nüfusu içinde ancak % 15 oranında bir yer işgal etmektedir. Meselâ, en kalabalık oldukları Bitlis’te bile nüfusun üçte birini bile teşkil edememektedirler. Böylece, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir Ermeni Meselesinden söz edilir olmuştur.
Osmanlı Ermenilerini içeride kurulan komiteler yoluyla devlete karşı harekete geçirmek mümkün olmayınca, bu defa Rus Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler kurdurulması yoluna gidilmiştir. Böylece 1887’de Cenevre’de sosyalist militan Hınçak, 1890’da ise Tiflis’te terör, isyan, mücâdele ve bağımsızlık yanlısı Taşnak Komiteleri ortaya çıkmıştır. Bu komitelere Anadolu topraklarının ve Osmanlı Ermenilerinin kurtarılması, hedef ve amaç olarak gösterilmiştir.
İstanbul’da örgütlenen ve Avrupa devletlerinin dikkatlerini Ermeni meselesine çekerek Osmanlı Ermenilerini kışkırtmayı hedefleyen Hınçakların başlattığı ayaklanma girişimlerini, aralarında siyasî mücâdele başlayan Taşnakların ki tâkip etmiştir. Bu ayaklanma girişimlerinin ortak özellikleri, Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komitelerce planlanmıştır.
Rus ve İngiliz kışkırtmaları sonucunda meydana gelen isyan ve katliamlar karşısında Osmanlı hükümeti, herhangi bir tedbire başvurmadan önce Ermeni Patriği, Ermeni milletvekilleri ve Ermeni cemaatinin ileri gelenlerine Ermenilerin Müslümanları arkadan vurmaya ve katletmeye devam etmeleri halinde gerekli önlemleri alacağını bildirmekle yetinmiştir. Ancak, olaylar durmak yerine giderek yoğunlaşınca, ordunun birçok cephede savaş halinde bulunması sebebiyle cephe gerisinin emniyete alınması ihtiyacı doğmuştur.
Bu maksatla, Ermeni Komiteleri kapatılarak, yöneticilerinden 2345 kişi devlet aleyhine faaliyette bulunmak suçundan tutuklanmıştır. Osmanlı Hükümeti’nin bu kararı üzerine harekete geçen Eçmiyazin Katalikosu Kevork, ABD Cumhurbaşkanı’na şu telgrafı göndermiştir:
Sayın Başkan,
Türk Ermenistan’ından aldığımız son haberlere göre, orada katliam başlamış ve organize bir tedhiş Ermeni halkının mevcudiyetini tehlikeye sokmuştur.Bu nazik anda Ekselanslarının ve büyük Amerikan Milletinin asil hislerine hitap ediyor, insaniyet ve Hıristiyanlık inancı adına, büyük Cumhuriyetinizin diplomatik temsilcilikleri vasıtasıyla derhal müdâhale ederek, Türk fanatizminin şiddetine terk edilmiş Türkiye’deki halkımın korunmasını rica ediyorum.
Başpiskopos Kevork’un telgrafını, Rusya’nın Washington Büyükelçisi’nin ABD’deki temasları tâkip etmiştir. Bütün olup biten, yasadışı Ermeni komitelerinin kapatılması ve elebaşlarının tutuklanması olmasına rağmen, olayı bir katliam gibi göstermeye çalışan Ermeniler, başta ABD ve Rusya olmak üzere, çeşitli sömürgeci devletleri kendi saflarına çekmeye çalışmışlardır.
Tehcir – yer değiştirme olayına gelince: Doğu cephesinde Ermenilerin ihânetine uğrayan Osmanlı Hükümeti ülke bütünlüğüne karşı yöneltilen bu faaliyetlerin engellenmesi maksadıyla Ermeni komitelerini kapatmanın ve liderlerini tutuklamanın yanı sıra Doğu Anadolu’da savaş bölgesi hattı içinde kalan Ermenileri 27 Mayıs 1915 tarihli bir kanun çerçevesinde devletin güneydeki savaş dışı kalan bölgelerine (Suriye’ye) sevk etmiştir.
Osmanlı yönetimi Ermenileri kıyım emri vermiş değildir. Ermenilerin yoğun olduğu yörelerden şiddete, ihanete bulaşmış Ermenilerin, savaş alanı olmayan, Osmanlı’nın diğer topraklarına doğru göç ettirilmesi planı uygulanmıştır. Maksat; bulundukları yerlerde Ruslara yataklık etmeleri, Türk kanı akıtmalarını önlemekti. Ne yazık ki o tarihe kadar Hınçak ve Taşnak Ermeni çetelerinin kanlı baskınlarıyla, yüz binlerce hatta milyona yakın Müslüman Türk öldürülmüştü, köyleri yakılmıştı. Ermeniler vahşet kelimesinin bile hafif kaldığı türden işkencelerle Türkleri katletmişlerdi. Bazı köylerde bütün Türklerin çoluk-çocuk, kadın erkek, yaşlı-genç demeden gözleri oyulmuştu. Hâmile Türk kadınlarının ise karınları deşilmiş, çıkarılan ceninler bile parçalanmıştı. O döneme ait fotoğraflar Ermeni çetelerinin yaptıkları vahşetin en büyük delilidir.
Ermeni tarihçi Leo’nun da belirttiği gibi, Osmanlı Hükümeti; Rus kışkırtmalarına kapılarak ve Rus silâhlarına güvenerek karışıklık ve isyanlar çıkaran Ermeni komiteleri karşısında kendi varlığını korumak hakkını kullanmıştır. Tehcir uygulaması Ermeni çevreleri ve hasım devletlerce Ermeni katliamı olarak adlandırılmış ve Osmanlılara karşı büyük bir propaganda kampanyası başlatılmıştır.
Oysa tehcir güvenlik sebepleriyle belirli bir grubun belirli bir yerde ikamete mecbur edilmesi uygulamasından ibârettir. Savaş halinde düşman ile işbirliği yaptığı sâbit olmuş ve üstelik bu işbirliğini bir iftihar vesilesi olarak gören toplulukların zararlı faaliyetlerinin önlenmesi bakımından belirli bir yerde ikamete mecbur edilmesinin devletin en tabîi haklarından biridir. Bu önlem ülkesinin güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından benzer tehlikelerle karşılaşan bütün devletlerin başvurduğu bir uygulamadır. İkinci Dünya Savaşı’nda bile başta ABD olmak üzere çok sayıda devlet tarafından aynı önleme başvurulmuştur.
Sevr Antlaşması’nı geçersiz kılan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’nda ise Ermeniler hakkında hiçbir hüküm yer almamaktadır. Esasen, Lozan Antlaşması’ndan önce 16 Mart 1921’de SSCB ile imzalanan Moskova Antlaşması Türk-Rus sınırını çizmiş, bu sınır ile Kafkasya’da Erivan merkez olarak kurulan Ermenistan, Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti tarafından da 13 Ekim 1921 tarihli Kars Antlaşması ile kabul edilmiştir. Ermeni toprak talepleri böylece tarihe gömülmüştür.
1990 yılında Ermenistan bağımsızlığını ilan ettiği zaman, bunu ilk tanıyan devlet Türkiye Cumhuriyeti olduğu halde Ermenistan düşmanca tavırlarından vazgeçmemiştir. Sözde Ermeni soykırımı ve iddiaları için yurtdışında Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden çok sayıda diplomat ve görevli Ermeni teröristlerce katledilmiştir. Ermeni terör örgütü ASALA’nın Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik hain plânlarını unutmamak gerekir.
Tarih boyunca sadece hainlikten nasibini almış bir topluluk olan Ermeni topluluğu hep kaşınmış ama Türklere karşı giriştiği silahlı mücadelede sürekli kaybettiği ve kaybetmeye mahkûm olduğu için tâbiri caizse çamura yatmıştır… Günümüzde düşmanlar artık silahlı eylemler düzenlemek yerine milletlerarası arenada siyasî mücâdele vermektedirler. Dünya üzerinde Türk’e samîmi ve kalıcı dost olan bir tek ülke bile olmadığından dünya kamuoyu önünde bu siyasî propagandaların ardı arkası kesilmemektedir. Ama bir şeyi çok iyi bilmemiz gerekir: Soykırım, bir devletin sınırları içerisinde belirli bir azınlık gurubunun planlı ve bilinçli şekilde fizikî olarak ortadan kaldırılmasıdır.
Osmanlı böyle bir şeye girişmemiştir. Bizi soykırımla itham edenler Türk’ün şanlı tarihine iyi baksınlar, çünkü tarih boyunca dünya üzerindeki birçok devlet (bu devletlerin çoğu bugün Ermeni soykırımını destekler durumdadır) sömürge düzeni içinde soykırıma girişmiştir. Fakat Türkler, dünya varolduğundan beri soykırım yapmamış, sadece yiğitçe savaşmıştır… Problem, bugün olduğu gibi geçmişte de Türk düşmanlarının birtakım olayları kendilerinin görmek istediği gibi göstermek istemesinden başka bir şey değildir.
24 NİSAN MASALI
Ermeni yalanlarının gerçekmiş gibi ciddiye alınması, batılı ülkelerin ikiyüzlülüğünün ve Müslüman-Türk düşmanlıklarının ap-açık göstergesidir.
Bu durum, biraz da bizim; ‘Haklı olmak yeterli değildir. Haklı olunduğunun ispatı gerekir.’ Şeklindeki genel hukuk kuralını göz-ardı ederek haklı olduğumuzu yeterli görmek rahatlığından kaynaklanıyor.
Ermeniler, yalana dayalı iddialarını kamuoyuna mâl etmek için 500’ün üzerinde kitap yazıp-yazdırıp dünyanın dört bir tarafına gönderdiler. Onlarca film hazırladılar. Ermeni iddialarının asılsızlığını anlatan kitapların sayısı ise bir düzineyi geçmez. Ermeniler sözde sürgün olayının tazminatını (nerede ise) alma noktasına ulaşacaklar. Belgeli ispatlı 18 Mayıs 1944 sürgününün tazminatından hiç söz edilmiyor.
24 NİSAN’DA NE OLDU?
18 Mart 1915 Çanakkale Zaferimizle sonuçlanan Çanakkale vahşeti ile 18 Mayıs 1944 sürgün faciâsı arasına yerleştirilip balon gibi şişirilen ve âbideleştirilmeye çalışılan 24 Nisan, gerçekte boş hayallere dayalı sembolik bir târihtir. Bakınız o târih nasıl belirlendi:
Gomidas Vartabed, Ermeni asıllı, Osmanlı vatandaşı olan bir müzisyendir. İcracı olmadığı için halk tarafından bilinmez. Derleme ve orkestra düzenlemeleri yapıyordu. Yalnızca sınırlı sayıdaki müzik adamları çevresinde tanınıyordu. Bu zat, Osmanlı Devleti’ne karşı İstanbul’da düzenlenen ayaklanmalarda aktif rol oynayan Ermeni militanlara yardım ve yataklık ettiği için 3 Nisan 1915 târihinde tevkif edildi. Yargılama sonunda suçlu bulunarak Anadolu’ya sürgün gönderildi. Bir müddet sonra millî şâirimiz Mehmet Emin Yurdakul’un teşebbüsüyle cezası affedildi ve İstanbul’a döndü. Hükümet, özür dileme anlamında Vartabed’i meslekî eğitim için Fransa’ya gönderdi. Eğitimi bittikten sonra Türkiye’ye dönmedi ve 22 Ekim 1935 târihinde Paris’te öldü.
Türkiye aleyhinde geniş bir iftira kampanyası başlatan Fransa’da yaşayan Ermeniler, (rast gele belirlenmiş bir târih olarak) 24 Nisan 1943’te Ermeni (sözde) soykırımını sembolize etmek üzere Vartabed’in heykelini diktiler. Heykelin dikiliş târihi, daha sonra Ermeni Soykırım Günü olarak ilân edildi.
Vartabed bir kahraman değildi. Üzerine kahramanlık şalı örtülmüş silik bir adamdı. O da, 24 Nisan târihi de semboliktir. Böyle bir târih ve sembolle ilişkilendirilen iddialar da gerçek dışıdır.
SOYKIRIM
Adı gibi kendisi de sembolik olan 24 Nisan Ermeni Günü, gerçekte yaşanmamış soykırım iddialarına dayandırılıyor. Soykırım, milletlerarası hukuk alanında incelenen bir kavramdır. Yapılan târifler henüz genel kabul görmüş değil. Çünkü târifi yapanlar yalnızca hukukçular. Konunun; geniş ve derin târih ve coğrafya bilgisine sâhip ilim adamlarının da katılımıyla incelenmesi gerektiği belirtiliyor.
Bu amaçla kurulan Türk – Ermeni Uzlaşma Komitesi, 2001 Temmuz’undan 2004 Nisan’ına kadar çalıştı. Komite, soykırım suçu hakkında Milletlerarası Dâimî Âdâlet Merkezi‘nden bilgi istedi. Merkez, konu ile ilgili meselelerin tamamını kapsayacak ve ‘Evet, soykırım yapılmıştır.’ Denilecek şekilde kesin bir karara varamadı. Ancak bir konuda kullandığı bir cümle net ve kesindir: ‘Soykırım söz konusu olsa bile, milletlerarası hukuk genel göre, geriye dönük müeyyide uygulanması mümkün değildir.’
Bu cümleye dayanılarak; ‘Mâdem ki müeyyide uygulanması… yâni toprak verilmesi ve tazminat ödenmesi söz konusu değildir, o halde soykırım yaptığımızı kabul edelim, konu kapansın !’ Diyenler çıkabilir.
İş bu kadar basit değil. Soykırım yapılıp yapılmadığı konusunda kesin bir karara varamayan komitenin, müeyyide konusundaki hükmü geçersiz sayılabilir. Veya oluşturulacak bir başka komite, tazminat ödenmesi ve/veya toprak verilmesi gerektiğine karar verebilir. Çünkü kimi hukukçulara göre soykırım, zaman aşımına uğramayan bir suçtur.
Ermeniler; dedelerimizin kendilerini yok etmeyi şuurlu olarak plânladıklarına dâir inandırıcı belgeleri ortaya koyamasalar bile, biz torunların cezalandırılması gerektiğine, batılıları ikna edebilirler. Çünkü batı, Türkiye’nin başına her türlü derdi (yalanlarla-dolanlarla da olsa), sarmaya kararlıdır. Onlar, bırakınız Kâzım Karabekir’in, Esat Uras’ın, Sadi Koçaş’ın, Şinâsi Orel’in, Kâmuran Gürün’ün yazdığı kitaplara, Yusuf Halaçoğlu’nun, Mim Kemal Öke’nin, Şeref Ünal’ın, Mehmet Karar’ın, Bilâl Şimşir, Mustafa Necâti Özfatura ve Mevlüt Oğuz’un yazdıkları yazıları, ASAM – Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin raporlarına güvenmeyi, Justin Mc Carty gibi araştırmacıların kitaplarında yazdıklarına ve konferanslarında söylediklerine, o günlerdeki olayların tam içerisinde bulunan ve Ermenilerin Türklere katliam uyguladıklarına dâir raporlar düzenleyen Almanya’nın Erzurum Konsolosu Dr. Schwarz’a da inanmıyorlar.
Elimizde onlarcası bulunan ve bir kısmı sayfalara aktarılan fotoğraflar da onlar için bir anlam taşımayabilir. Çünkü batı, Türkler hakkında uydurulan her yalana inanmaya hazırdır. Sessiz ve etkisiz kaldığımız takdirde, yakın bir gelecekte, içimizdeki târih şuuruna sâhip olamamış insanlarımızı da Ermenilere soykırım uyguladığımıza inandırabilirler. Nitekim böyleleri az da olsa, şimdiden var.
Yeni yetişen nesillere, 24 Nisan Ermeni (sözde) soykırımının tamamen yalan, 18 Mart 1944 top yekûn sürgün faciasının gerçek olduğunu anlatmak mecburiyetindeyiz.