Dindarların Kürt Sorunu’na yaklaşımı üzerine yapılan bir mülakât gündeme düştü. Söyleşi bir anıyla başlamaktadır. Fakat sunulan diyalog, anının eski fakat inşa ediliş biçiminin yeni olduğunu gösteriyor. Çünkü seçilen kelimeler ‘anının anlatıldığı’ dönemde kullanılan kelimeler değil.
Dindarların iyi sınav vermediğini temellendirmek için bağlı bulunduğu Cemaat’in öncüsü Said Nursi’ye atıf yapıyor: ” …Lisan-ı Arabî vacip, Kürdî caiz, Türkî lazım kılmak” (Münâzarat 1977: 71) Said-i Nursi bu sözü Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da Medresetüzehra adıyla bir üniversite talebi bağlamında 1911’de söylüyor. İfadenin tarihî bağlamı ve gerekçesi çok farklı, kaldı ki bu talebine şu hususu da ekliyor: “…Emin olunuz ki biz Kürtler, başkalarına benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neşet eder.” (s. 71) Muhafazakâr kesimin önde gelen ismi, alıntı yaparken tarihî durumu dikkate almıyor. Bu sözün söylendiği dönem (a) Milletler Sistemi’nin devam ettiği dönemdir. (b) O dönemin telakkisine uygun eğitime yönelik bir öneridir. (c) Lafzî anlam kastedilmiş olsa bile ‘İçtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neşet eder.’ ifadesi makaslanıyor. ‘Fikr-i milliyet, hürriyetin pederidir.’ sözü hatırlanmıyor. Keza ‘dâhilde fitne fesat çıkaran ve kendi insanını öldüren eşkıyayı’ tanımlama biçimine hiç atıf yapmıyor.
Burada esas sorun, yorum mantığı açısından şudur: Muhafazakâr kesimin önde gelen isminin bağlı bulunduğunu ifade ettiği cemaat, Kur’ân’ın Hıristiyan ve Yahudilerle ilgili olarak itikadî konularda yaptığı tanımlamaların ve uyarıların tarihsel olduğunu ileri sürer. Dinler Arası Diyalog masalını bu yorumun üzerine bina eder. Allah’ın gönderdiği İlahî Kelam’ın tarihsel olduğunu savunan bir anlayışın, tarihî bir şahsiyet olan Said-i Nursi’nin sözlerini zaman-mekân üstü bir dille ve anlayışla yorumlaması hangi İslâm anlayışına uyar? Siz isterseniz, her türlü anlam sınırını aşan bu çelişkiyi bir kez daha düşünün.
Peki, niçin dindarlar Kürt meselesi ilgili iyi bir sınav veremediler?
Bu soruya verilen cevabı dinleyelim: “Dindarlar üzerinde hegemonya sürdüren bir resmi söylem vardı… Milliyetçi resmi söyleme katılınca, benim camiamda Kürtlerin varlığını kabul etse de vicdanî gerekliliğini yapamamıştı.” Bu ifadeleri kavim ve kabile mantığını aşamamış, beşeri / tarihi tecrübenin ürünü olan millet sistemini kavrayamamış bir anlayışın ürünü olarak görmek gerekir. Ayrıca işin gerçeği şudur: Resmi söylem, sizleri her zaman korumuş ve kollamıştır. Bu ülkede acı çekenlerin fakat edebinden ve irfanından dolayı susanlar kimler olduğunu tarih resmî olarak kayıt etmiştir. Resmî söylem madem sizin üzerinizde baskı kurdu, neden 12 Eylül 1980 darbesini Niğbolu zaferi olarak ilan ettiniz? Neden, çok ince ve teknik mesaj gönderme adına derginizde ‘Son Karakol’ yazısını yazdınız ve başyazı yaptınız?
Zulmü meşrulaştırmak küfürdür:
Muhafazakârların önde gelen ismi ‘milliyetçiler ve biz dindarlar’ ifadesini kullanarak dini kendisine tahsis ediyor. Adama sorarlar, bu hakkı nereden alıyorsunuz? Dindarlığın bayiliğini size kim verdi? Dindarlık sizin tekelinizde mi? Dindarlık eğer görüntü vermek, şekil yapmak ise dediğin doğrudur. Fakat şunu hiç unutmayınız: İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Ebu Mansûr el-Matûridî, büyük günah işleyen kişiyi mümin görür. Buna karşın zulmü meşru gören ve meşrulaştıranın İslâm’ın dışına çıktığını kabul ederler. Batılı merkezî güçlerin İslâm coğrafyasında yaptığı işgali ve katliamı demokratikleşme adı altında meşrulaştıran bir kişi veya toplum, her gün namaz kılsa, oruç tutsa, Allah’ı tespih ve takdis etse işlediği cürümü ebediyen temizleyemez. ‘Çin zulmü altında anadilini konuşmaktan men edilen insana sahip çıkmak’ zulme isyanın gereğidir. ABD’nin jeo-politik düzenleme adı altında işgale ve yaptığı katliama karşı çıkmak da zulme karşı olmanın, imanın ve ahlakın gereğidir. Bu sürecin parçası olanların elleri ve dilleri kana bulaşmıştır. Elleri ve dilleri kana bulaşanlar İslâm’dan, insaniyetten ve ahlaktan bahsedemez. Sadece elde ettiği otoriteyi kullanarak insanların üzerinde baskı kurar.
Farklı bir amaç için kullandığınız geleneğinizin, değişim sürecinde farklı tercihleri olabilir. Fakat bu gelenek, zulmü onaylamaz. “Eğer bir zalim, seni ayakların altına alır ezer, sen de onun ayağını öpersen hem bedenin hem ruhun ölür. Fakat aşağıdan yukarı yüzüne tükürürsen bedenin ölse de ruhun diri kalır, ” sözleri Said-i Nursi’ye aittir. Milliyetçileri, milletin birliğini savundukları için; Milli Görüşçüleri İslâm kardeşliğini savundukları için eleştiriyor, dar görüşlükle suçluyorsun. Necmeddin Erbakan, emperyalizmin ne parçası ne de seçeneği oldu. Hayatının sonuna kadar direndi ve anlının akıyla Allah’ın rahmetine kavuştu. Milliyetçi geleneğin liderleri ve mensupları hayatları boyunca tarihsizliğe, kültürsüzlüğe, dinsizliğe, müfsitlere, vassallara, emperyalist güçlerin ortaklarına karşı mücadele verdiler. Ağır bedel ödediler. Şimdi bu bahtiyarlara sesleniyorum: İslam dünyasını baştanbaşa ateşe verenlerin, Türk Dünyası’nda her türlü ve baskıyı reva görenlerin, tükürün yüzüne! Bedeniniz ölse bile ruhunuz diri kalsın!
Geri dönülmez değişim ve aldanma günü:
Geri dönülmez değişimden bahseden muhafazakârların önde gelen ismi, geri dönülmez değişimin başladığını dini azınlıkların liderleriyle buluşmak üzerinden açıklıyor. İşin garibi Kürt kökenli vatandaşlarımızı da ‘mağdur olduğunu düşündüğü bütün azınlıkların’ içinde veriyor. Böyle bir izah biçimi hangi anlayışın ve hangi İslâmî duyarlılığın eseri olabilir? Ve hızını alamıyor: “Kürt sorunu önemli ölçüde Kürt dili ve kimliğinin özgürlüğü sorunudur… Kendine mümin diyen kişiler farklı dillerin ve kimliklerin özgürlüğünü kabul etmeli ve özgürlüğün temini için elinden geleni yapmalıdır.” Peki dil özgürlüğü nasıl olacak? Eğitimin her safhasında Kürtçe eğitimin yolu açılacaktır. Böyle bir anlayışı beşerî ve tarihî tecrübenin son şekli olan millet gerçekliğiyle bağdaşmaz. Belirtilen mantığa ve kankasına göre ‘zaten Kur’ân kavimden’ bahsediyor. Sosyolojik bir olgu olan millet, Kur’ân’a aykırı. Bu mantığa göre Türkiye Cumhuriyeti’nin kavimlerden mürekkep bir sisteme geçmesi gerekir. Bunun adı, kelimenin tam anlamıyla ırkçılıktır. Kur’ân’ın tanımladığı cehaletle birebir örtüşür.
Dinî azınlıkların temsilcileriyle buluşma ve diyaloga gelince, fazla yorum yapmadan Zaman Gazetesi’nin bazı manşetlerinin tarihine atıf yapmakla yetineceğim. ‘Papa yine sahnede -22 Nisan 1990’, ‘Vatikan ve İngiltere Tarsus’u ABD Patrikhane’yi merkez yapmak istiyor-17 Haziran 1990’, ‘Patrikhane entrika peşinde…-18 Haziran 1991’, ‘Hıristiyan teşkilatlarının Müslümanlara yönelik çalışmaları endişe ile takip ediliyor. İslâm dünyasında Hıristiyanlık atağı-31 Ekim 1991’, ‘PKK Hıristiyan işbirliği- 25 Şubat 1992’. Bu minval üzere, manşetler ve açıklamalar 1996’ya kadar devam ediyor. ‘Vatikan’dan sıcak mesaj-17 Nisan 1996’, ‘Patrik ve Fethullah Gülen Hocaefendi toplumsal barışın önemini vurgulayan konuşmalar yaptılar.-1 Ekim 1996’, ‘Ehl-i Kitap iftarda- 24 Aralık 1998.’ Değişim sonrası açıklamalar ve manşetler ise bu minval üzere dozunu artırarak devam ediyor. Bu değişim, bir paradigma içinde giderilmesi gereken bir fikrî eksikliğin eseri değildir. Ünlü İslâm düşünürü Şehristânî’nin ifadesiyle ‘Birbiriyle tamemen çatışan iki yorumdan birisi, gerçek dışıdır.’ Şimdi söyleyin hangi görüşünüz doğru? Hangisi yalan, hangisi gerçek? Dünya hayatında şekil yapmak ve değiştim demek, haklı olduğunu ilan etmek mümkündür. Fakat kimin iyi, kimin kötü olduğu Kur’ân’ın ‘aldanma günü’ olarak adlandırdığı mahşer gününde açıkça ortaya çıkacaktır.