Nietzsche, “kelimeler, filozofların baştan çıkarıcılarıdır: onlar dilin ağları içinde mücadele ederler” diyor. Baştan çıkan kelimeler, baştan çıkarıyor. Ya gönülden süzülenler, sonra sıraya dizilenler. Onlar âriflerin dünyasında dile geliyor: lisan-ı hâl. Bir yanda kelime hamalı, öte yanda kelime hemhâlı.
Nietzsche, Montaigne’ın kalemini hamallara kılıç olarak sallar: “Nükteli bir söz bulmak için yollarından bir hayli sapacak kadar ya da ‘sözcüklerini konularına uyduracak yerde, sözcüklerin uyacağı ilgisiz sorunlara sürüklenecek’ kadar aptal insanlar vardır. Başka bir yazarın da dediği gibi ‘akıllarından hiç geçirmemiş oldukları her hangi bir şey hakkında yazmak için, çekici bir tümcenin etkisi ile baştan çıkanlar vardır”.
Söz ustası, kelime hamalı Nietzsche! Dionysos’un sırtında, trajedi ile dolu bedenine musikiyi kanat olarak takıp, Apollon’a yükselmek isteyen bir çılgın!
Nietzsche gökyüzünde dönen kartala hayranlıkla bakarken, kendisini kanatların açtığı girdabın havasına bıraktı. Soluduğu havanın her an farklı olduğunu anlayamadan geçici cezbenin rüyasında battı.
Mevlana kanat açıp daireler döndü. Lakin her bir dönüşünü geride bıraktı. Dünü, dünde bırakıp, yeni sözleri düne bıraktı.
Her gün ve her an gördüğüm her şey eşsiz. Kim demiş güneş, dünkü güneş diye! Aynı yönden doğup, aynı yönden batsa bile! Benim yönüm her an değişiyorsa, gördüğüm güneş, ay ve yıldızlar hep eşsiz.
Her gördüğüme eş ararım, bir kısmını düne bağlar, tekrara katarım. Ama eşleştirdiğim her şey bir, bir, bir: eşsiz.
Aslında yoktur dünün tekrarı, hayatı her an yeni yaşarım, ama yine de her birini eskiye katarım.
Hiç aynı yere basmadım, aynı yerde yatmadım. Aynı gözlere, eski gözlerle bakmadım. Eskiden aldım ama eskide bırakmadım. Eski yolları yeni adımlarla aştım. Yollar ayağımda aşınırken, her bir zerresini canıma can diye kattım.
Her an biri ölür, biri dirilir. Benim içimde ölen de dirilen de eşsiz. Acılar bir önceki acılar değil, sevinçler keza. Hayat arkamda dürülür, önümde serilir. Yürüyüş değişmez Hakikatedir ve deveran Hakikatledir. Hakikat, müminin kalbindedir.
Nietzsche gönlündeki güneşi kararttı, elinde tuttuğu fenerin cılız ışığını yaktı, çarşı-pazar Tanrı’yı aradı. Zerdüşt olup, nefsinin mağarasına girip, insanlardan kaçtı. Yapacağı, ellerini göğe açıp, başını kalbine yaslamaktı. Lakin O, hayvanlar âlemine kucak açtı, arıyorum vehmiyle hep Tanrı’dan kaçtı.
“Nasıl içip bitirebildik denizi, gökyüzünü silmemiz için elimize süngeri kim verdi?” diyen Nietzsche’nin ıstırabı kelimelerinden belli. Ne hazin ki denizi içenler karada boğdu Nietzsche’yi. Ve gökyüzünü silen sünger kanını emdi. Nihayet Tanrı buyurdu; ölümü ilan ederken niceleri gibi Nietzsche de can verdi.
Kelimelerde var olanı, yine kelimelerle yok etmek mümkün mü? “Tanrı öldü” derken, Onu zikretmek suretiyle, aslında Onun varlığı ifade edilmiş olmuyor mu? O halde ölümsüzlük dilde yaşamaktadır.
Gök mavi, deniz mavi. Gök ile yerin ak direği şimşeği göremeyen, mütemadiyen kıyıları yoklayan dalgaları duyamayan ıstıraplı ölümlü, yerin altında kimbilir ne duyar şimdi!
Gözlerine çökmüş kara bulutları kaldır aradan, sen yeter ki iste gönülden, sana açar göğü: Yaradan.
Lakin şimdi Nietzsche’nin insanları için Dionyzik cümbüş, efsane olmaktan çıkmış, muhayyiledeki trajedi muhal değil, hâl olmuş. Üstasd’ın kalemiyle: ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti, iyi insanlar iyi atlara binip gitti.