“Türkiye’de Din ve Siyaset İlişkisi”

117

Bu ülke, dünyada vahdet ve birliğin; bu vatan, dünyada sevgi ve muhabbetin başkentidir. Nitekim hangi ülkenin Yunus Emre’si, hangi memleketin Mevlana’sı var?

Bu topraklarda kimler yaşamadı ki, Hattiler, Luwiler, Hurriler, Hititler, Gaşkalar, Palalar, Lukkalar…

Bu topraklardan kimler gelip geçmedi ki? Anadolu topraklarını ticaret kervanlarıyla bir baştan öbür başa kimler arşınlamadı ki?

Fakat, bu coğrafyada çok eskilerden beri bulunmalarına rağmen özellikle 1200 yıldır kesintisiz hakimiyet kuran ve bu topraklar üzerinde söz sahibi olan Türklerdir. Türklerin bu topraklarda yani Anadolu’daki varlığı, en az 4-5 bin yıl evveline dayanmaktadır.

Bununla beraber, bu topraklarda herkesin gözü kalmıştır. Halen de, kalmaktadır!

Bunun içindir ki, Türk Milletinin şair ve idarecileri her vesileyle bu topraklarda her şeyden önce birlik ve beraberliğe vurgu yapmışlar:

“Gelin canlar bir olalım.” Çağrısında bulunmuşlar.

Bilhassa, Yavuz Sultan Selim Han ( 1512 – 1520 ) vatanın birlik ve beraberliğini en iyi anlayanlardan biri olmuştur.

Nitekim, Osmanlı’nın 1300’lerde başlayan Anadolu Birliği’ni sağlamak için gösterdiği azim ve kararlılık iki buçuk asra yakın bir zaman almış; ancak, Yavuz Sultan selim’in 1514 Çaldıran, 1517 Ridaniye savaşları sonunda gerçekleşmiş; Osmanlı’nın Anadolu’da Türk Birliği’ni kurma çabaları yani, çekirdek vatanı gerçekleştirme gayretleri; iki asrı aşkın her türlü uzun bir mücadeleden sonra, hakikat olmuştur. Böylece, aynı zamanda bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları da, ta o zamandan çizilmiş oldu.

Yavuz Sultan Selim, Türkiye’nin birlik ve beraberliği üstüne o kadar titremiştir ki, bu vatanın birlik ve beraberliğinin önemini vurgulayan samimi ve içten şu dörtlüğü ile milli hissiyata da tercüman olmuştur:

“İhtilaf u tefrika endişesi
 Kuşe-i kabrimde hatta bikarar eyler beni
 İttihatken savlet-i a’da-yı def’a çaremiz
 İttihat etmezse millet, dağdar eyler beni.”

Birlik – beraberlik konusunun formülünü ise, İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy dile getirmiştir:

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

İstiklal Marşı şairimiz, Mehmet Akif de, muhteşem beytinde hem birlik ve beraberliğin ehemmiyetini nazara vermiş; hem de, bunu ortadan kaldıracak tehlikeye  -veciz bir şekilde-  dikkat çekerek: Hem kurtuluş reçetesini, hem de yıkılış sebebini aynı anda kaleme almasını bilmiştir.

Bütün bu hakikatlere rağmen karşıtlıkların yurtta cirit atması; çatışma ideolojilerinin vatanda serbestiyeti, toplumun dingin temeline dinamit koymaktan farksız bir hal almaktadır.

Bir zamanlar, meydan; Marks’ı okumadan Solcu; Kur’an’ı okumadan Sağcı olanlardan geçilmiyordu. Oysa, toplumun bölük pörçük olarak; aşırı uçlara itilmesi, birbirine zıt kutuplarda kümelenmesi, aslında Avrupalılara has hususlardandı.

Halbuki, bizim toplumumuz aynı konumda aynı gruplaşmalarla aynilik taşımıyordu. Çünkü Türk Milleti’nin diğer ülke toplumlarına benzer bir tarafı yoktu. Adeta nev-i şahsına münhasır / kendine has özel bir yapıya sahip nitelikler içeriyordu.

Türkiye’de  -Avrupa’da olduğu gibi-  soyluluğu ifade eden farklılıklar yoktu. Avrupa’da insan kesimlerinin bazıları ezilmişlik psikolojisi altında ezilir ve hor görülürken bizim toplumumuz arasında böyle bir ayrımcılık söz konusu bile değildi. Çünkü, farklılığı gösteren unvan sahiplerine halkımız yabancıydı.

18. asırda, üretilen sloganlar zamanla bizde de, revaç buldu. Rağbete mazhar oldu. Neticede milletimiz birbirine girdi. Oysa, Müslüman; eli, dili ve belinden emin olunan kimsedir. Zira edep erkan sahibidir. Bu hususta ecdat, aslında daha da titizdi.

Günümüzde ise, ideolojiler arası çatışma bitti. Medeniyetler arası çatışma başlatıldı. Kapitalizm – Komünizm çatışması sona erdi. Medeniyetler arası çatışma ise, bedeli ağır bir çatışmadır. Bu durumda, çatışmayı İslam Medeniyeti’nin içine taşımak lazım geliyor; sonra da, dünyayı istediği şekilde dizayn etmek gerekiyordu, Batılılarca.

Kapitalizm – Komünizm arasındaki çatışma geçici oldu. Gerçek çatışma İslam Uygarlığı ile Batı Medeniyeti arasında olacak ve oluyor. Nitekim, Yeşil Kuşak Projesi’ni hatırlayalım.

Hindistan’da İngiliz hakimiyeti sona erer. Son genel vali uçağa giderken, Hindistan yetkililerinden biri: “Bizleri ayrıştırdınız!” der. Genel Vali kulağına eğilerek: “Bunları yaptık ama, SİZ DE ÇOK MÜSAİT İDİNİZ!” diye acı bir gerçeği dile getirir.

11 Eylül saldırısı yeni yapılmıştı. Bernard Lewis bir makale yayınlar:

“Terörün nedeni Müslümanlar değildir. İslam dini yapısal olarak teröre / şiddete uygun (!) bir dindir! İslam dinini yapısal olarak dönüştürmeden terörü önlemek mümkün değil.”

Nerede bir tefrika varsa, orada İngiliz gizli servisi var. Üstelik İslam’ı çok iyi biliyorlar. Çünkü, düşmanı yenmenin yolu onu iyi tanımaktan geçer. Bu da her türlü istihbari bilgiye ulaşmayı zaruri kılar. Bu şekilde yumuşak karnımızı keşfettiler ve oradan vurmaya devam ettiler ve ediyorlar.

İngiliz, fiziken vazgeçti sömürgelerinden. Fakat idrakleri zapt ediş devam etti ve ediyor. Halkı zihnen inandırırsanız; orada hakimiyetiniz sürer. Yani kafalarının içi fethedilmiş insanların ülkesine hükmetmek imkan dahiline girer. Evet, beyinler fethedilince, toprağa ayak basmaya lüzum kalmaz.

Soğuk savaş sonrası dünyayı dizayn etmek gerekiyordu. Türkiye AB’ye girerse mesele yok. Ama öyle bir doğuş emaresi ufukta görünmüyor. Görüneceği de meçhul…

Kuzey Afrika olaylarını ABD; önceden müjdelemişti. Dini kullanarak Allah’a karşı  savaş açan devletler, dine karşı olmuş; fakat sonuç alamamışlardır.

Yapılması gereken; basit sloganların arkasına sığınmak değil; dünyayı algılayan insanlar yetiştirmektir. Aksi takdirde; emperyalizme alet olacak nesiller, hep ortaya çıkacaktır.

Dünyada dinsiz devlet olmamıştır. Dinin toplum üzerindeki etkisini göz ardı ederek başarı sağlanamaz. Nitekim, Mevlana hazretlerinin: “Dün dünde kaldı cancağızım…” demesi. Hz. Peygamber’in: “İki günü eşit olan ziyandadır.” Anlamında konuşması. Yunus Emre’nin: “Biz her dem yeniden doğarız. Bizden kim usanası?” diye dikkat çekmesi düşündürmeli bizleri. Çünkü İslam, her dem yeniden doğmaktır.

Bu yol, yorgunluk ister. Çalışmayı gerektirir. Bizler ise, tekrarlarla yerimizde sayıyoruz. Oysa, boşluk bırakmamak gerekir. Türkiye’de İslam ruhu, yüceltici ruhu bırakıldı. Siyasi bir rant haline getirildi. Halbuki, dini siyasete alet edenler; isabet dahi etseler büyük bir vebal altındadırlar. Zira, Kur’an’ın  % 95’i, hatta  % 99’u ahlaktır. Siyaset değil.

Libya halkı, 41 senelik despotu istemiyorum dedi. Mısır halkı, Mübarekler gitsin artık diye direndi. Yemen, saltanata hayır şeklinde haykırıyor.

“Egemenlik Milletindir.” Diyen ise Mustafa Kemal’dir. Arap alemi, işte bunu örnek alıyor.

Buna rağmen, son zamanlarda dolaylı bir şekilde Atatürk yargılanıyor!

İki gazeteci tipi var bugün Türkiye’de: Hasan Tahsin’in çocukları, Ali Kemal’in evlatları.

Mustafa Kemal, Araplara kendi kendilerini kurtarabileceklerini öğütledi.

Türkiye’ye koşan, Türkiye’ye can atan insanlar; Anadolu’ya ne getirdiler dersiniz? Tarihin getirdiği travmayı, kolay kolay atamadılar içlerinden!

Zağra müftüsünün dediği gibi: “Vakt-i aziz idik. A’da (düşmanlar) zelil kıldı bizi.”

İşte bu yüzden Anadolu; ana rahmi gibi ona sığınan herkesi bağrına basmıştır.

Bu olurken, acı olaylar da yaşanmıştır. Mesela, II. Abdülhamit Kırım’dan Çerkezleri Anadolu’ya getirtirken Ruslar geride kalan gemileri batırmıştır.

Fakat, yanlışlıklar var diye Devlet’e, Millet’e, Tarih’e laf etmek nankörlük ve hıyanettir.

Bir yolculukta tanıştığım iş adamı şöyle diyordu: “Okumadım ama, tarihte yektayım! ‘İstiklal Savaşı’ diye bir şey yoktur! İngilizler İstanbul’u işgal ettikleri halde, niye çekip gittiler? Çünkü, geride kendi adamlarını bıraktılar da ondan!”

Güler misiniz, ağlar mısınız; bilmem ki ne dersiniz?

Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı menfi bir propaganda mevcut! Bu hususta menfi ideoloji taşıyanlar var! Karşınızdakinin oyununu bilmezseniz, oyunu bozamazsınız.

Avrupa, Türkiye bir şekilde Atatürk resimlerini kaldırmalı!… Diyarbakır’a otonomi veren bir sistem getirilmeli diyor! İngilizler Atatürk’le uğraşıyor! Oysa, Batı’da kimsenin aklına kendi büyüklerinin resimlerini indirmek, heykellerini kaldırmak gelmiyor.

Halbuki Atatürk bir tutkaldır. Çimentodur. Topluma bilinç kazandırmıştır. Çok iyi biliyorlar ki, O ortadan kaldırılmadıkça Türkiye fethedilemez.

Bir Alman Enstitü Müdürü: “Atatürk’ün Paşa fermanıyla yarattığı Türkiye, Türk Ulusu…Böyle bir ulus yani Türk Ulusu yoktur. Bundan vazgeçilmeli!” diyebiliyor!

Ne hikmetse “Türk Milleti”ni ağızlarına almaktan kaçınan bazıları; sabah akşam her fırsatta malum bir unsurun adını anmaktan geri durmuyorlar!

30 Ağustos törenlerinde bir milletvekili, konuşmasında tam 8 defa “millet” diyor. Fakat bu milletin kim olduğunu meçhul bırakıyor! Yani “Türk Milleti” demeye bir türlü dili varmıyor!

Oysa, “Türk Milleti” etnik bir kavram değildir. “Ben” derken vücudumuzdaki tüm organlarımızı zımnen / dolaylı olarak nasıl zikretmiş oluyorsak;. “Türk Milleti” derken de, Türkiye’deki bütün unsurları zımnen söylemiş oluyoruz. O halde bundan gocunmak niye?

Evet, “Türk Milleti” ifadesi; kavim, aşiret, oymak oluşumlarının üstünde ve fakat hepsini içeren bir cami / toplayıcı kavramdır. Tarihsel bir kategoridir. Onların gayesi ise, “Türk”ü etnisite durumuna düşürmek ve bu yolla O’nu zihinlerden silmeye çalışmaktır.      

Fatih Altaylı’nın bir “Teke Tek” programında şöyle bir soruyla karşılaştım:

“Bulgaristan’daki isim değişikliğine ne dersin?”

 “Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz. İkisi çok farklı. Bulgar ve Türk her bakımdan iki ayrı millet; Türklerle Kürtler ise her bakımdan aynı millet. Çünkü hem dilleri bir, hem de dinleri. Kaldı ki, Din –  Dil bir ise Millet birdir.”

ABD, kendi yurttaşlarına: “Kendinizi gruplar olarak düşünmeyiniz. Fransız, İngiliz olarak yaşarsanız birliği gerçekleştiremez; hakiki vatandaş olamazsınız. Etnisiteyi belirtmek çatışma getirir ancak.” Derken, Türkiye’de yaşayanlara tam aksini telkin ediyor! Bu ne perhiz…

Türkiye’de kendimizi; Alevi, Sünni, Doğulu, Batılı v.b. diye birbirimizden ayrı ve gayrı görmeye başlarsak vahdetimize halel gelir. Durum bu merkezdeyken,  kimilerin: “Beyaz Türk” deyişlerine ne demeli? Hele hele kendi geçmişimizi ifrat – tefrit bir şekilde tenkit ederek, iç – dış düşman odaklarına aradıkları fırsatı verenleri ne yapalım?

ABD’nin Irak’ta yaptığı tek şey; kuzeyde bir kukla devlet kurdurmak oldu. Çünkü, ikinci bir İsrail’e ihtiyaç var. Ona ilave edilmesi gereken topraklar var! Nerede? Suriye, Irak, İran ve Türkiye’de!

Kürt sorunu, Güneydoğu’daki Kürtlerin sorunu değildir. Oralardaki vatandaşlarımız, adeta rehin durumundadır!

Türkiye’de herkes aynı kanunların hükmü altındadır. Hiçbir unsura farklı bir muamele, asla söz konusu değildir. Herkes birinci sınıf vatandaştır. Kimseye, hayatının hiçbir safhasında ne dini, ne ırkı sorulmaktadır. Yani sorulmamaktadır.

Amaç bambaşkadır. Sağ gösterip sol vurmaktır. Kendimizi kandırmayalım: Ortada siyasi talepler var! Ordu kurmak, bayrak dikmek, sınırları belirtmek gibi.

Fakat, kimse boşuna hayal kurmasın. Kürtlerle Türkler et ile tırnak gibidir. Aralarında kız alıp vermişlerdir. Aynı dine mensup olup, aynı ortak dili yani Türkçeyi konuşmaktadırlar. Üstelik her ikisi de, Türkiye’nin her tarafında yaşamaktadır. Emin olun, isteseler de ayrılamazlar. Çünkü, pazarları da bir, mezarları da. Üstelik Kürtlerin çoğu batı kentlerinde yer almakta, zenginleri de buraları mekan tutmuş bulunmaktadır.  

-Allah etmesin-  çıkacak bir iç çatışmada, kimlerin zararlı çıkacağını iyi düşünmeli.

————————————————–

NOT:  24. Şubat 2011 Perşembe günü, saat: 19.00’da Gebze’de, Osman Hamdi Bey Salonu’nda, Sn. Prof. Dr. Özcan Yeniçeri: “Türkiye’de Din ve Siyaset İlişkisi” hakkında bir konferans vermişti. İşte bu yazı, muhterem hocamızdan serbest alıntılar yaparak ve onlara eklediğim ihtiyari katkılarımla kaleme alınmıştır.

Önceki İçerikBir Kez Allah Dese Aşk ile Lisan!
Sonraki İçerikRahmet Peygamberimiz (S.A.S.) – 3
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.