Irak Türkleri
Türk milletine ait bilgilerden mahrum ve Türk kültürüne yabancı insanlar, zaman içerisinde kendilerini Türk milletinden de soyutlandırırlar. O halde; dünyanın neresinde olursa olsun, Türkçe konuşan veya mâruz kaldığı baskılar sebebiyle ana dilini unutmuş olmakla birlikte, ‘Ben Türküm’ diyen insanları önce tanımalı, sonra sevmeli, kültürel bağlarımızı geliştirmeli ve yardımlaşmalıyız.
Atatürk; Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. yılında yaptığı tarihî konuşmada; ‘Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı Devleti gibi, tıpkı Avusturya – Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir, ufalanabilir, Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir… Bizim bu dostumuzun idâresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevî köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür… Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli…’ diyordu.
Bu bir emirdi. Bu emrin gerekleri yerine getirilemediği için, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetleri ve Türk toplulukları arasında gerekli ölçüde yakınlaşma ve yardımlaşma sağlanamadı. Sağlanamadığı için de özellikle; bulundukları ülkede azınlık konumunda yaşayan Türkler dâima ezildiler, insan hakları ihlallerine mâruz kaldılar. En fazla zulüm görenler; Ahıska, Doğu Türkistan, Irak ve Kırım Türkleridir.
Irak’ta Türk Varlığı
Bu günkü Irak topraklarında yaşayan Türkler, bölgenin 1320 yıllık sakinleridir, Türk’ler ilk defa, 674 yılında (Hicrî takvime göre 54 yılında) bölgeye geldiler.
İslâm halifelerinden Emevi Hükümdarı Muaviye, İslâmiyet’i yaymak ve devletinin sınırlarını genişletmek istiyordu. Kumandanı Ubeydullah bin Ziyad’ı, 20.000 kişilik bir ordu ile o dönemde, ‘Mavera ün-nehr’ olarak anılan Aşağı Türkistan’a gönderdi. Bu bölge, kaba sınırları ile Semerkant ve Buhara şehirlerini içine alır, Aral Gölü’ne kadar uzanır Ceyhun Irmağı Havzası olarak da isimlendirilir. Bölgenin diğer önemli şehirleri; Toharistan, Gürcan, Soğd, Fergana ve Zahülistan’dır. Bölgede yoğunlukla Türkler yaşıyorlardı. O dönemde Türkler arasında dinî inanç olarak Zerdüştlük (Mecusilik) ve Şamanizm yaygındı.
Ubeydullah Bin Ziyad, Buhara şehrini kuşattı ise de, Türk’leri yenip şehre hâkim olamadı. Buhara Prensesi Hâtun Han ile barış sözleşmesi imzaladı ve savaştaki kahramanlıklarına hayran kaldığı Türklerden 2.000 kişiyi yanına alarak bu günkü Basra şehrine döndü. Türkler, Basra’ya yerleştirildi. Bu 2.000 kişi, Irak’a ilk gelen Türklerdir.
İslâm Arap ordularının sonraki Türkistan seferleri dönüşlerinde de Irak’a getirilen Türkler oldu. Arap komutanlar, Türklerin savaşçı yönlerini görmüşler, ordularının Türklerden alınacak takviyelerle zaferden zafere koşacağına inanmışlardı. Türkler, yalnızca savaş alanlarındaki cengâverlikleriyle değil; çalışkan, mert, dürüst ve temiz, ayrıca komutanlarına ve devlet yöneticilerine olan sadakatleriyle de vazgeçilmez olduklarını göstermişlerdi. Düzgün bir vücut yapısına sahip olmaları dikkat çekiyordu. Arap kızlarıyla evlenip ırkî değişikliklere uğramaması ve karakterlerinin yerli kültürlerden etkilenip bozulmaması için, özel olarak inşa edilen yeni şehirlere yerleştirildi. Bu düzen, Selçukluların bölgeye gelmelerine kadar devam etti.
Irak’ta Türk Hâkimiyeti
Selçuklular, 23 Mayıs 1040 tarihinde Dandanakan Savaşı’nı kazandılar. Tuğrul Bey’in 1055 yılında Bağdat’a gelişi ile Irak, fiilen Türk’lerin yönetimine girdi. Türkler bölgede artık nüfus itibariyle de üstünlük kurmuşlardı. Halife’nin dinî otoritesine saygı gösterdiler. İslâm’ın bayraktarlığı Selçuklular tarafından üstlenildi.
Selçukluların bölgedeki hâkimiyeti, Atabeylikleri ve Kıpçak Beylikleri de dâhil edilirse, 1258 yılına kadar devam etti. 1258 – 1344 yılları arası, İlhanlılar dönemidir. Karakoyunlulardan sonra, 1534 yılında Irak, Osmanlı Devleti’nin yönetimine geçti, Anadolu’dan pek çok Türk ailesi Irak’a yerleştirildi.
Irak, 386 yıl boyunca bir Türk yurdu olarak tarihinin en huzurlu, güvenli ve bayındır dönemini yaşadı.
634 yılından 1920 yılına kadar geçen zaman içerisinde Türkler Irak’ta ak günler yaşadılar. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 11 Ekim 1920 tarihinde, İngiliz politikasının gereği olarak Irak Krallığı, tarih sahnesindeki yerini aldı. Böylece Irak Türkleri için kara günler başlamış oldu.
Irak Türklerinin kara günleri Saddam rejiminin devrilmesinden sonra da devam ediyor. İşgalci ABD askerlerinin desteğindeki Kürtler ve Araplar, Türkleri evlerinden yurtlarından uzaklaştırmak için cinâyet dâhil her türlü yola başvuruyorlar.
ABD, kendi güvenliği için Irak’ı işgal ederken, devlet olarak güvenlik sınırlarımızın millî sınırlarımızla aynı olduğu görüşünü benimsemiş olmamız, Irak Türkleriyle yeteri ölçüde ilgilenemeyişimiz ve haklı dâvâmızı dünya kamuoyuna anlatamamış olmamız sebebiyle Irak’taki kardeşlerimizin kara günleri devam ediyor.
Milletlerin târihinde ak günler olduğu gibi kara günler de hep olagelmiştir. Sadece kara günleri konuşursak, olumlu sonuçlara ulaşamayız. Irak’ta Türk kültürü ve kültür varlıkları, hepsinden önemlisi Türklük ruh ve şuuruna sahip insanlarımız var. Onlar, geleceğin teminatıdır. Unutulmamalı: Irak Türkleri bölgede azınlık konumundadır. Hiçbir azınlık, dış destek olmadan varlığını devam ettirme imkânına sâhip olamaz. Önce Türkiye, sonra Türk dünyası ve daha sonra dost devletler Irak Türklerine destek verirlerse, kara günler sona eder, ak günler başlar. Bölgede huzur ve barış ancak böyle sağlanabilir.
Kırgızistan Hâtırâları:
Necip Fazıl Özgeriş’te – Özer Ravanoğlu
‘Özgeriş de neresi?’ Diyeceksiniz. Özgeriş bir köy. Hem de Türk köyü. Güney Kırgızistan’da Fergana vâdisinin kuzey doğusunda, Karahanlı cihan devletine başşehirlik yapmış olan, devrinin kültür ve medeniyet merkezi Özgen şehrine üç kilometre mesafede hemen hemen şehre birleşmiş vaziyette olan bir köy. Köy sâkinleri kendilerini Türk olarak tanımlıyor. Kırgızca konuşuyorlar fakat ‘Kırgız mısın?’ diye sorarsanız; ‘Hayır ben Kırgız değilim. Türküm!’ Cevabı alırsınız.
Merhum Necip Fâzıl Kısakürek’in Özgeriş köyünde karşımıza çıkabileceğini tahmin edebilir misiniz? Hele yirmi-yirmibeş yıl önce böyle bir durum, hayal bile edilemezdi.
2007 Yılı Ramazan ayında Adapazarı iline bağlı Akyazı ilçesinin Belediye Başkanı, samimi bir Türk Milliyetçisi, çocukluk yıllarından itibaren Türk Dünyasına gönülden bağlı Sayın Yaşar Yazıcı Beyin maddî desteği ile bir ay boyunca Özgen şehrinde iftar yemeği verdik.
Özgen şehri; İstanbul gibi, Bursa gibi, Konya gibi, Semerkant gibi, Türk Dünyası’nın çok mühim şehirlerinden biri. Tarihi bir şehir.
Karahanlı Cihan devletinin Batı Kağanlığına Başşehir olmuş. Karahanlı asırları Türk tarihi açısından fevkalade mühim asırlardır.
Karahanlı Prensi, Divan-ı Lügat-it Türk müellifi Kaşgarlı Mahmut, Anadolu’nun vatan yapılmasında çok büyük hizmetleri olan, bu topraklarda, her köşede bir kandil olup gönülleri aydınlatan Yesevi müritlerinin piri Ahmet Yesevi Hazretleri, devrinde eşi benzeri olmayan Kutadgu Bilig’in müellifi Yusuf Hashacip, İslam hukuk sisteminin kurucusu, imamların güneşi (Şems-ül e-imma) diye anılan İmam Serahsî ve daha birçokları o devirde yaşamışlar.
Özgen şehrinin bir depoyu andıran bakımsız müzesinde, topraktan yapılarak, tuğla gibi pişirilmiş, birbirine geçmeli borulardan 11. asırda şehrin kanalizasyon şebekesine sahip olduğunu anlıyoruz. O dönemde nüfusu üç yüz binden fazla olduğu tahmin edilen Özgen (Özkent) şehri; devrinin en mühim ilim ve medeniyet merkezlerinden birisi.
Avrupa’nın Paris ve Londra gibi şehirlerde bile kanalizasyon şebekelerinin 18. asırdan sonra yapıldığını düşünürsek Özgen’in durumu daha iyi anlaşılır.
Avrupa’da krallar, şövalyeler ve nice aristokratlar asırlar boyu lazımlıklar kullandılar, pisliklerini sokaklara döktüler. İnsanlar ayaklarını pisliklerden korumak için topuklu ayakkabılar giyiyorlardı. Topuklu ayakkabıların bu vesile ile icat edildiği rivayetleri vardır.
Geçen asırlar, istilalar, yangınlar, depremler, Rus emperyalizminin yaptığı tahribat, Karahanlıya ait birçok şeyi yok etmiş.
Karahanlıdan bugüne ulaşabilen kalıntılardan Özgen şehrinde; yarısı yıkılmış, kalan yarısı tâmir edilmiş bir kule veya minare ile Karahanlı Sultanlarının defnedildiği türbeler kalmış. Bunlara ilave olarak İmam Serahsî’nin mezarı ve Hazreti Peygamberin (S.A.S.) 17. nesil torunu olduğu söylenen Seyyit Burhanettin Hazretlerinin mezarı bulunuyor.
Sultan türbelerinin cepheleri tuğla ile kaplanmış. Tuğladan nakışlar, desenler yapılmış, âyetler yazılmış. Bir sanat harikası olarak bin yıla yakın bir süredir ayakta duruyor, fakat bakıma muhtaç.
Şu anda bu sanat harikasının içi bomboş. Yine de ziyaretçisi eksik olmuyor. Yeni evliler nikâhları kıyıldıktan sonra burayı ziyaret ediyorlar. Türbenin içerisinde oturacak yerlerde gelinle damadın yakınları yerlerini aldıktan sonra türbedar Kur’an okuyor. Bu davranış Özgen de örf haline gelmiş.
Özgen Belediye Başkan Yardımcısı ve Turan Vakfı kurucusu mimar Hacı Avazbek’in ifade ettiğine göre 1974 yılında Ruslar bu türbe içinde kazı yapmışlar, Karahanlı Sultanlarının kemiklerini çuvallara doldurup, Petersburg’a götürmüşler. Yapılan incelemeler sonunda kemiklerin altmış dört kişiye ait olduğunu tespit etmişler. Avazbek’in söylediğine göre halen; incelenmiş olan bu kemikler Petersburg müzesinde imiş. Kemikleri eski yerlerine getirmek lütfunda (!) bulunmamışlar. Bir devre hükmetmiş Karahanlı Sultanlarına yapılan saygısızlığa bakınız.
Özgen şehri gerçekten farklı bir şehir. Avazbek’le İmam Serahsî’nin mezarını ziyarete giderken, Avazbek kulağıma fısıldıyor. ‘Özer Ağabey, bu şehirde yüzlerce evliya mezarı var. Bu şehirde abdestsiz gezmek caiz değil. Kim bilir hangi evliyanın mezarını çiğneyip geçiyoruz.’ diyor.
Avazbek 2008 yılında hacca gitti. Millî meselelere vâkıf, duygulu bir insan. Kırgız vatandaşı ama Belediye Başkanı Sabırcan Mirza gibi Özbek asıllı. Zaten Özgen şehrinin yüzde doksandan fazlası Özbek asıllı.
Avazbek 12 yıl önce kurduğu Turan Vakfı vasıtasıyla bu türbelere sahip çıkmaya çalışmış. Türbeleri görmeğe gelen ziyaretçilerin ihtiyaçlarını karşılamak için bir çayhane ile bir tuvalet inşaatına başlamış fakat malî imkânsızlıktan tamamlayamamış.
Bir sanat harikası olan türbenin bu ihtiyaçlarına ilave olarak, gerek Serahsî Hazretleri’nin mezarının bakımsız hali, gerekse Hazreti Peygamberin (S.A.S.) torunu Seyyid Burhanettin Hazretlerinin mezarının bakımsız, daha açıkçası perişan hali bizi çok üzdü.
Özgeriş Köyü’nün ahalisi Türklerden meydana geliyordu. Diğer Türk topluluklar Kırgız, Kazak, Özbek, Türkmen, Tatar diye anılırken bunlar Türk diye anılıyordu. Rus idaresi bunları Türk diye isimlendirmiş ve pasaportlarına, hüviyetlerine Türk ibâresini koymuştu. Diğer bütün Türk boylarını Türk ifadesinin dışında tutmuş Ahıskalılar ile bu insanları sadece Türk kabul etmiş. Sovyet istatistiklerin de sadece bu toplulukları Türk olarak gösterdiği için Türk nüfusu hep yüzde bir buçuk diye ifade edilmiş.
Ahıska Türklerini biliyoruz. Nitekim bunlar hemen hemen bizim gibi konuşuyorlar. Sivas’tan doğuya doğru gittiğimizde dil benzerliğimiz Ahıskalılarla nerdeyse yüzde yüz örtüşür.
Ama bu köy halkı ile dil benzerliğimiz Ahıskalılar gibi değil. Sayıları bir milyon civarında tahmin edilen bu topluluk, Kırgızistan’da yaşıyorsa Kırgızca, Kazakistan’da yaşıyorsa kazakça, Özbekistan’da yaşıyorsa Özbekçe konuşuyor.
Fizikî bakımdan Kırgız ve Kazak Türklerinden farklılar. Kırgızların, Kazakların göğüslerinde, kollarında hiç kıl olmaz. Halbuki bunlar bizim gibi.
Kültür Eski Bakanımız Namık Kemal Zeybek Bey bunların Göktürklerin bakiyesi olabileceğini söylemişti. Bu topluluk bir müddet böyle ifade edildi.
Sonradan duyduğum başka bir rivayet bana daha makul geldi. Bu rivayete göre; Emir Timur Anadolu’ya geldiği zaman meşhur Ankara savaşından sonra Türkistan’a dönerken bazı zümrelerin de onunla birlikte döndükleri ve bu gün Türk diye ifade edilen topluluğun bu dönenlerin ahfadı olduğu şeklindeydi.
Nitekim değerli araştırmacı yazar Nevzat Kösoğlu da bazı tarihi kayıtlarda bu tarzda ifadeler olduğunu söyleyerek bu bilgiyi teyit etti.
Emir Timur’la Türkistan’a dönenlerin ahfadı olduğu düşünülen bu Türk topluluğu ‘Ata-Der’ isimli bir dernek kurmuşlar. Genel merkezi Oş şehrinde olan Ata-Der’in Özgeriş köyünde de bir şubeleri mevcut.
Özgeriş köyü okulu, yoldan otuz kırk metre içerdeydi. Yoldan okula kadar olan yolun iki tarafına, tatil günü olmasına rağmen talebeler önlüklerini giymişler ve beyaz yakalarını takmışlardı. Ellerindeki karanfilleri misafirlere ikram ediyorlar güzel bir Türkçe ile ‘Hoşgeldiniz!’ diyorlardı.
Çocukların hepsi heyecanlı ve sevinçli idi gözlerinin içi gülüyordu. İkram edilen karanfilleri alırken başta Belediye Başkanımız Yaşar Bey olmak üzere çocukları tek tek öptük.
Okulun bahçesine dört-beş masa yanyana dizilmişti. Bizi; karşımıza okul gelecek tarzda masanın bir tarafına oturttular. Sağımızda ve solumuzda talebeler dizilmişti. Hepsi de tertemiz okul kıyafetlerini giymişlerdi. Talebelerin arkasında köy sakinleri vardı.
Okulun duvarında herhalde daha önce yapılmış bir programdan kalma Türkiye Türkçesi ile yazılı ‘Dostluk Gecemize Hoş Geldiniz’ yazılı bir bez asılmıştı. Bez afişin önünde örtülü bir masa vardı ve mikrofon teşkilatı konmuştu.
Okul Müdiresi Tabassum (Tebessüm ) Hanım saygılı bir şekilde ilk konuşmayı yaptı:
Okulumuzun 729 talebesi var. Birinci sınıftan on birinci sınıfa kadar eğitim veriyoruz. Okulumuz yetmiş sene önce yapılmış.
O zaman köyümüz küçükmüş ihtiyacı karşılıyormuş. Zamanla nüfus artmış, çift tedrisat yapmalarına rağmen yer sıkıntısı çekiyorlarmış.
Oş İlahiyat Fakültesinden mezun Mayram (Meyrem) Hanım da bu okulda görevli bir öğretmendi. İlahiyat Fakültesinin ilk iki senesini Türkiye’de okuduğu için Türkiye Türkçesini çok iyi biliyordu ve okulun bütün talebelerine Türkçeyi öğretmişti.
Okulda bizim için hazırlanan program Türkçe yapılıyor ve köy sakinleri için Kırgız Türkçesine çevriliyordu.
Tabassum Hanım’dan sonra bu okulun müdürü iken emekli olmuş yaşlıca bir şahıs geldi. Mikrofon ona geçti. İki talebenin müştereken taşıdıkları üzerinde ‘Türk Sancırası’ yazılı bir pano emekli hocanın yanına getirildi.
Emekli öğretmen bu panodaki sancırayı (Secereyi) göstererek Oğuz Han’dan başladı. Oğuz Han’ın çocuklarından itibaren panoyu kademe kademe anlatmağa başladı. Oğuz Han’ın çocuklarının şu kolundan Kırgızlar, diğer kollarından Kazaklar geliyor vesaire diyerek bütün Türk boylarını Oğuz Han’a bağladı. Netice de hepimiz Oğuz Ata’nın balalarıyız diye heyecanlı bir şekilde sözlerini tamamladı.
Mayram Hocahanım emekli okul müdüründen sonra Yaşar Yazıcı beye söz verdi.
Yaşar bey bu okul ziyaretinin kendisi için sürpriz olduğunu, önceden böyle bir durumdan haberi olmadığı için hazırlıksız geldiğini ifade ederek özür diledi. Gerçekten de bu okul programı misafirler yola çıktıktan sonra düşünülmüştü.
Yaşar Bey eşinin de öğretmen olduğunu, talebeyle, öğretmenle özel ilgisi bulunduğunu ifade etti. Biz Akyazı’da her emekli olan öğretmene bir altın takarız dedi. Bu değerli, emekli okul müdürümüz de hepimizin kardeş olduğunu biraz evvelki secere ile çok güzel ifade ettiler. Dolayısıyla Akyazı ile burası arasında hiç bir fark yoktur. Âdetimizi burada da sürdürmek istiyorum, diyerek hocayı davet etti.
Büyük bir zarafet örneği göstererek çantasından çıkardığı altını emekli müdürün göğsüne takmak üzere beni de kürsüye çağırdı.
Emekli müdür, takılan altından sonra teşekkür etmek için tekrar söz aldı. Çok heyecanlanmıştı. Duygularını ifade etmek isterken dili dolaştı.
‘Ben Kurmanbek Bakiev’den (O zaman Cumhurbaşkanı idi) ödül aldım. Ama inanın o zaman bu kadar heyecanlanmamıştım.’ diyebildi.
Sonra; bu faaliyetlerin gerçekleşmesinde çok büyük gayreti ve emeği bulunan Akyazılı Turan Gürel ile bendenize de konuşma imkânı verdiler.
Bu konuşmalardan sonra da talebelerin hazırladığı gösterilere geçildi. Her şey Türkiye Türkçesi ile başladı ve öyle de devam etti. Program köy halkı olan yerli Türkler de anlasınlar diye Türkiye Türkçesinden Kırgız Türkçesine tercüme ediliyordu.
Önce Karadeniz folklorundan örnekler sunuldu. Horon tepildi. Elazığ’ın çayda çıra oyunu, Erzurum’un bar’ı oynandı. Hazreti Mevlana’nın Papazlarla selamlaşması sahnelendi.
Mevlana’nın eşsiz tevazuu karşısında keşişlerin nasıl Müslüman oldukları anlatıldı.
Talebelerin söylediği bir kaç şarkıdan sonra lise birinci sınıf talebesi olduğunu öğrendiğimiz bir kız talebe rahmetli Necip Fâzıl’ın ‘Sakarya’ şiirini okudu. Belediye Başkanımız Yaşar Yazıcı Beyin bir tarafında ben oturuyordum. Bir tarafında da diğer misafirler oturuyordu. Talebe kızımız Sakarya şiirini ezberinden okurken Yaşar Bey de onunla beraber satır satır ayni şiiri telaffuz ediyordu. Yaşar Beyin yanındaki diğer misafirlerden görebildiklerimin gözlerinden sessizce gözyaşları süzülüyordu.
Hepimiz çok duygulanmıştık. Sanat ne büyük güçmüş. Nerden batıp nerden çıkacağı belli olmuyor. Her büyük sanatçı gibi Necip Fazıl’da yaşıyor, yaşatılıyor. Mezarına beş altı bin kilometre mesafedeki Özgeriş köyünde, hem de ölümünden bunca yıl sonra Necip Fâzıl’ın karşımıza çıkabileceğini kim tahayyül edebilirdi.
Gösteriler tamamlandıktan sonra okul gezildi. Talebelere Türkçe öğretilen sınıfa girdik. Sınıfta Türkçe öğrenme kitapları ve duvarlarda Türkiye ile ilgili resimler vardı. Yaşar Bey okula nakdi bir teberruda bulundu. Okulla ilgisini kesmeyeceğini kendilerine her hususta yardımcı olacağını söyledi.
Okuldan ayrılma vaktimiz gelmişti. Bizi bütün okul ve köy halkı yolcu etmek için sokağa döküldü. Arabalarımızın etrafını çevirdiler. Tekrar, tekrar kucaklaşarak ayrıldık. ‘Tez tez gelip durunuz.’ diyorlardı.
Avazbekle beraber ayni arabada Özgene dönerken Avazbek yavaş bir sesle; Özer Ağabey o kızın okuduğu şiirin ancak yetmiş presentini (yüzde yetmişini ) anlayabildim. Tamamını anlayamadığım halde gayri ihtiyarı gözlerimden yaş geldi. Yanımda oturan konaklara (misafirlere) baktım. Hepsinin gözlerinden yaş geliyordu dedi. Ben ise bir hayal aleminde yaşıyordum. Kulaklarımda hâlâ kızın son sözleri çınlıyordu.
Yol onun varlık onun gerisi hep angarya / Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya.
Anladım ki; ‘Sakarya’ artık yalnız Anadolu Türklüğüne değil, bütün Türk Dünyasına hitap ediyordu. Çünkü Türk Dünyasının tamamı iki asırdan beri yüzüstü sürünüyordu.
Artık ayağa kalkmak üzere olan Türk Dünyasının ilk ışıkları parça parça birçok yerde kendini hissettiriyordu.
Bu yeni bir doğuşun, yeni bir dirilişin ilk ışıkları Özgeriş köyünde bile ifadesini buluyordu.
O talebe kızcağızın haykırışı Özgeriş köyüne değil de belki bütün Kırgızistan’a, belki de bütün Türk Dünyasınaydı.
Yol onun varlık onun gerisi hep angarya / Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya.