Temmuz’un en sıcak günlerinden biriydi.
Bir adam, gölgesine sığındığı güngörmüş çam ağacının altındaki bankta oturmuş, serinliğin ve sessizliğin keyfini çıkarıyordu.
Bir ara;
– Şu ağaçlar da olmasa ne yapardık, dedi içinden.
Bunu düşünürken, içinin burkulduğunu hissetti.
Uzun yıllar ekmeğini ağaçtan çıkarmıştı!
Bir mobilya ustasıydı.
Adeta bir hesaplaşma başlattı kendi içinde.
– Sen bu ağaçlardan mobilya yaparak kazanmadın mı yaşamını?
– Evet ama başka çarem mi vardı? Geçinmek, yaşamak zorundaydım. Hem, bu mesleği ben icat etmedim ki?
– Olsun, doğanın katledilmesine sen de katkı verdin, suç ortağı oldun!
– İnsanlar aklı aşan ihtirasların tutsağı olmasa, kestikleri kadar da ağaç üretse böyle olmazdı ki?
Bu samimi hesaplaşmayı daha da sürdürecekti belki ama yakın çevresinde duyduğu seslerle kesildi hesaplaşması.
– İsmet sen misin? diye seslendi.
– Evet, benim Nazmi Bey, dedi öteki.
Mobilyacı Nazmi, iki yıl kadar önce yakalandığı bir hastalık yüzünden görme yetisini yitirmişti.
Ama, seslere karşı duyarlılığı hızla gelişiyordu.
Her insanı sesinden tanıyordu.
Ege’de, yazlık bir sitede tatildeydi.
Bu site için hayli emek vermiş, bir dönem üstlendiği yönetim görevinde, dürüstlüğü, hizmetleri ve özverisiyle saygı görmüştü.
Altında serinlediği ulu çam ağacı dahil, site içindeki onlarca çam ağacını korumuş, şimdi gölgesinde huzurla oturmayı hak etmişti kendince.
İsmet, bu sitede çalışan iki görevliden biriydi.
Öteki de Mehmet.
Kıdemli olan İsmet’ti.
Yüz haneli sitenin bütün işleri bu iki emekçinin ellerine bakardı.
Sabahın erken saatinde, site plajının temizliği, kumsalın taranması ile başlardı işleri.
Sonra, her türlü onarım işleri, bahçe çimlerini kesme, ilaçlama, bahçe atıklarını toplama ve akla gelebilecek her iş bu iki insanın omuzlarındaydı.
Nazmi’nin yöneticiliği döneminde üç görevli vardı.
Site müdürü bir ziraat mühendisiydi. İsmet’le Osman da onun yönetiminde çalışırlardı.
Yaz aylarında geçici hizmet de alınırdı.
Sitedeki her konutun bahçesi vardı ve bu iş uzmanlık işiydi.
Bahçelerin bakımı, ilaçlama, temizlik ve onarım işleri yıllık bir iş programına göre yapılırdı.
Örneğin, yaz günlerinin öğle sıcağında güneşin altında çalıştırılmazdı emekçiler!
Bu insani tutumu nedeniyle Nazmi Bey hem site sakinlerinden takdir görür hem de çalışanların saygı ve sevgisini kazanırdı.
Sonra bir gün yönetim değişti.
Yeni yönetim de bir zamanlar emekçi olarak kazanmıştı hayatını.
Ama yönetmek, basit bir iş değildi.
Hele ezilmişliğin kompleksini taşıyan insanlar için.
Yeni yöneticiler, önce site müdürünü işten çıkardılar.
Sonra sıra Osman’a geldi.
İsmet, bir süre tek başına kahraman emekçiyi oynadı!
Sonra, Mehmet’i işe aldılar.
İsmet, bundan sonra yeni işe alınan Mehmet’e göre “kıdemli” oldu.
Ama, iş yükünde bir hafifleme olmadı.
Nazmi Bey; bu sıcakta ne yapıyorsun İsmet, dedi.
– Yol kenarlarındaki bordürleri boyuyoruz, diye yanıtladı İsmet.
– Bu sıcakta bu iş olur mu İsmet? Kim karar veriyor bu işlere? dedi.
İsmet; “Ben karar veriyorum Nazmi Bey. Ben karar veriyorum ben uyguluyorum.”diye yanıtladı ve Nazmi Bey’in yanına oturarak şunları söyledi;
– Sana bir hikaye anlatayım Nazmi Bey. Bir zamanlar büyük bir çiftliğin emektar kahyası izne ayrılmış. Çiftlik sahibi de en kıdemli çobanı “geçici kahya” yapmış. Aylardan, eski tabirle Zemheri ayıymış.Yani kışın en soğuk zamanı. Çoban-kahyanın ilk talimatı şu olmuş; “Tüm koyunları kırpın, sonra da derede yıkayın!” Öteki çobanlar şaşırmışlar. Bu kış kıyamette olur mu bu iş? dediklerinde, çoban kahya demiş ki; ” Çobandan Kahya olursa, Zemheri ayında koyun da kırpılır, koyun da yıkanır!” İşte, bizimki o hesap Nazmi Bey!
İsmet, yavaşça kalktı, Nazmi Bey’in sırtına saygıyla dokundu ve “bana müsaade” diyerek işine döndü.
Nazmi Bey, İsmet’in anlattıklarından etkilendi ve şu sözler döküldü dilinden;
“Bak şu İsmet’in bilgeliğine. Hayat, onu okumasını bilene sürekli bir okul. Cehalet için ise karanlıktan başka seçenek yok!”